GERÇEKLİĞİ ARTTIRILMIŞ GERÇEK
MADDÎ KÜLTÜRÜN GEREKLİLİĞİ
Modernizmi kuran ideolojiler bugün maddenin kültürü belirlediği tezine demir atmış görünse de asıl gücün madde ile kültürün birbirlerini sürekli doğurmalarından ve doğrulamalarından elde edileceğini bilenler bilmektedir. 19. asrın sonlarında madde okyanusun bir yanında, kültür okyanusun diğer yanında üslenmişse de bu modernizm içi bir iktidar mücadelesinden ibarettir. Bu tür kutuplaşmalar dozu iyi ayarlandığı sürece kapitalist bünyenin bağışıklığını güçlendirmiştir. ABD’nin dünya siyasetine ağırlığını koymasından sonra ise ortaya maddenin kültürü tamamen ezdiği bir hayat tarzı çıkmıştır. Peki bu sırada biz Türkler ne yapmaktaydık? Bizler 19. asırda “maddesiz kültürcülük”e, 20. asırda “kültürsüz maddecilik”e kapılarak olan bitenden hiçbir şey anlamadığımızı göstermiş olduk.
Yanlış anlamak belki kötü bir şeydir, ama anlamamak en kötüsü olsa gerek. Biz son iki yüz yıldır ikinci kısma misal teşkil ediyoruz. Üstelik maddeyi ve kültürü yanlış anlayan Batılı zorbaların sözünü dinledikçe işlerin künhüne varma imkânını hepten yok ediyoruz. Batı bizim maneviyatımızı eritip tüketti. Bizse Batı’nın maddesini faiziyle borçlanarak hesaptaki açığı kapatmaya çalıştık. Yani hiçbir şekilde mukabele bilmisil söz konusu değil. Sağcıların kalkınma, solcuların çağdaşlık vurgularına rağmen hiçbir Türk hükûmetinin maddî kültür nosyonunu anladığını söylemek mümkün değil. Maddî kültürü anlayamamak temelde maddeyi ve kültürü anlamlandıramamaktan kaynaklanır. Türk hükûmetleri maddiyatı sıcak para akışının sürekliliği, hazır teknolojinin ithali ve vahşi vergilendirmeyle, kültürü ise züppelerin oyun eğlence türünden faaliyetleriyle sınırlı ve birbirlerinden kopuk gerçeklikler hâlinde konumlandırmıştır.
Türkiye’de Marksist ve liberal acentaların insafına terk edilmiş bir konu madde-kültür ilişkisi. Müslümanlar için madde, 19. asırdan başlayarak mahrumiyet ve tahakkümün, arzulamakla nefret etmek arasında gidilip gelinen her şeyin sembolüdür. Bu ilişki her ne kadar Kur’an ve Sünnet’le apaçık kılınmışsa da pratikte her şeyimiz çarpık çurpuk. İfrat ve tefritin izlerini “beden”i algılayıştan “servet” mefhumuna bakışa kadar her alanda görmek mümkün. Madde-kültür ilişkisi Marksist ve/veya liberal tezlere göre ele alındığı sürece varılacak yerin Türkiye için bir çözüm anlamı taşımayacağı açık. Sanayileşme bahanesiyle ziraati, dijitalleşme bahanesiyle sanayii mahvedilmiş bir milletiz. Yarım doktorun, yarım imamın yaptığı neyse yarım sanayi ve yarım ziraatin yaptığı da odur. 1838 Baltalimanı Ticaret Muahedesi’nden beri hem kimlik krizinden hem yüksek enflasyondan aralıksız muzdarip olan tek ülke biziz. Bunun organize yolsuzluktan, kronik iş bilmezlikten, sistematik ihanetten başka izahı yok.
Madde ve kültür ilişkisini düzenleyecek ilkeleri sadece ahlâk ve hukukun güçlü irtibatından devşirebiliriz. Bu irtibat kopmuşsa kültürün fantazyadan ibaret kalması, maddenin kültüre tahakkümü hatta kültürden ıtlakı kaçınılmaz olur. Maddeyi kavramaya ham ve basit olandan başlamak lazım. Nesnenin hakikatini, hikmetini, karakterini anlamaktan başlamak lazım. Ham materyali anlamadan mamul materyallere sıçramanız sizi bağımlı ve tüketici bir karaktere mahkûm eder. Şeyleri tanımadan hazır eşyaya konmanın, lazım-melzum ilişkisini bilmeden malzemeyi kullanmanın mahzurları saymakla bitmez. Maddeye nüfuz eden akla, tabiri caizse maddeye aklını ekleme basiret ve firasetine ihtiyacımız var. Nesne-kimlik ilişkisi, bilhassa nesne-benlik ilişkisi ihmale gelmez.
Maddî kültürün gerekliliği fikri materyalist bir temele dayanmaz. Maddî kültürün gerekliliği bir fikir olmakla birlikte kültüralist de değildir. Sebeplerin sebebi her zaman ahlâkîdir. Cisimleşme ve sembolleşmelerin aynı ahlâkî kaynağı işaret etmesidir esas olan. Göstergeler bizi göstermiyorsa ne işe yarar? Elbette başkalarının işine!
Muhammed SARI (6 Cemaziyelahir 1446 - 7 Aralık 2024)
HÂLLENMELER, ROLLENMELER
Türk’üm ve düşmanım sana, kalsam da bir kişi!
ŞEDDELİ
Okuma-yazma öğrenirken kullandığım birinci sınıf defterimi muhafaza ediyorum. 1980’lerde hazır yazma defterleri olmadığı için sayfanın ilk satırına örnek çizgileri veya harfleri öğretmenimiz yazardı. Biz de onun yazdıklarını taklit ederek diğer satırları doldurur, ödevi tamamlardık. Çizgilerden harflere, hecelerden kelimelere geçtiğimiz ilk dönemin sonunda öğretmenimiz bize “ödül olarak” adımızı yazdıracağını söylemişti. Merakla beklediğim tek çalışma bu olmuştu. Okula başlamadan Latin harfleriyle okumayı söktüğüm, hatta Kur’ân’ı öğrendiğim halde adımı soyadımı yazmaktan yeni öğrenmişim gibi büyük haz duyuyordum. Adını yazabilmek bir tamamlanmışlık hissi veriyordu. İşi bitirip altına imzanı atmak gibi. Nihayet beklenen gün geldiğinde öğretmenim defterimi aldı ve son sayfanın ilk satırına adımı soyadımı yazıp “Hadi, sıra sende.” dedi Sayfaya bakınca ne göreyim: MUHAMET SARI… İmlâda bir terslik olduğunu hemen anlamıştım ama öğretmene bunu nasıl söyleyeceğimi bilmiyordum. Aldığımız terbiye (!) sebebiyle kusuru öğretmende değil kendimde arıyordum. “Acaba ben ismimi yanlış mı biliyorum? Ablam ismimi niye yanlış öğretti? İsmim keşke bu kadar uzun olmasaydı!” diye hayıflandığımı hatırlıyorum. Arkadaşlarım harıl harıl isimlerini yazıyordu ama ben epey beklemiş, sonlara kalmıştım. Baktım olmuyor, cesaretimi topladım; utanmayla karışık kızgınlık hissi içinde parmağımı kaldırabildim. “Benim ismim böyle mi yazılıyor öğretmenim?” Gelip kendi yazdığına tekrar baktı, tane tane heceledi. Yüzüme, neyi bekliyorsun, der gibi baktı. Ben de ona baktım. “Ama” dedim “bunun şeddesi yok!”
Abdülhak Hâmid alfabenin değiştirilmesi bahsinden yakınarak “Ömrümün son deminde tuttular ismimin sonuna bir ‘it’ eklediler.” demiş. Anlaşılan o “it” hâlâ Şair-i Azam’ın peşinde! Koca koca edebiyat profesörleri bile adamcağızın adını son birkaç yıla kadar Hamit veya Hâmit diye yazıp duruyorlardı. Ben Kur’ân harflerini tanıdığım için “tam bir cumhuriyet kadını” olan öğretmenimin imlâsındaki şeddenin eksikliğini fark etmiştim ama yine de ismimin d (DAL) harfiyle bitmesi gerektiğini bilmiyordum. Nedense ortaokula kadar da bilemedim. Demek ki benimki noksan bilgiyle yapılan bir tür ukalalıktı. Yarı cahilin kara cahile akıl öğretmesiydi. Öğretmeye kalktım da ne oldu? Öğretmenimin yanlış imlâsını ben de senelerce tıpış tıpış yazmaya mecbur oldum. Aklınızda bulunsun, kara cahillere uymak yarı cahillerin kaçınılmaz akıbetidir. Zaten ismim resmî kimliğe t (TE) harfiyle yazılmıştı. O yıllarda ailemi kim uyaracaktı ki? Ailem kimi uyaracaktı? Ben öğretmenime bile derdimi anlatamamıştım, Kenan Evren’in hoyrat nüfus memuru bizimkileri dinler miydi?
İslâm harflerinin yasaklanışının üzerinden neredeyse bir asır geçti. Üzerinde trafik işaretleri kadar, emojiler kadar olsun uzlaşılmış bir yazı dilimiz yok. Nerde kaldı ki terimde, kavramda, lügatte birlik tesis edelim! İmlâ sorununu yüz yıldır halledememiş bir ülkenin yazılımla, göstergebilimle, sembolik mantıkla uğraşması bir çeşit züppeliktir. Bu yüzdendir ki yakışıklı şairimiz Abdurrahman Cahit Zarifoğlu “ismimin baş harfleri ACZ tutuyor” derken yanılıyordu. İslâm harfleriyle münasebetimiz kaybolduğunda içine düşebileceğimiz yanılgıların en hafifi, en naifi budur. “Acz” kelimesi "ayn-cim-ze" harflerinden oluşurken şairin isminin baş harfleri gerçekte "ayn-cim-zı" harflerine karşılık geliyor. Naklî bilgiye vurulan büyük darbe, buna mukabil aklî bilginin tekyönlü, tekboyutlu tanımlanışı bizi bilgisizlik içinde bilgisizliğe itiyor. Cehl-i mürekkep diyorlar buna. Cehl-i mürekkebi bugün maalesef “bilmediğini bilmediği hâlde bildirmek iddiasında olan” öğretmenler temsil ediyor.
İnsanlığın cehaletten kurtulması yolunda nakil esastır, akıl sonra gelir. “Nakil”i dışarıda bıraktığınızda iki nesile kalmadan insanlar ellerini yüzlerini nasıl yuyacaklarını bilemez hâle düşecektir, şüpheniz olmasın. Nakil yoksa yahut nakledileni alan yoksa bırakın toplumu, insan tekinin hayatından bile söz edilemez. Her insan kısacık ömür müddeti içinde her şeye baştan başlamak zorunda kalır. Tarihten, toplumdan ve aileden naklolunana kapanan kişi beşeriyetten insaniyete geçemez. Beşeriyette dahi fazla kalamaz, süratle hayvaniyete yuvarlanır. Medeniyet dediğimiz şey bu yüzden tek dişli canavardır. “Şimdinin hayvanı”dır medenî insan. Tarihsiz. Yarınsız.
Naklî bilgiye kendimizi açarak elde edeceğimiz ilk kazanç cehl-i mürekkepten cehl-i basite terfi etmek olacaktır. Terfi sorumluluğu evvela öğretmenlerin boynundadır. Öğretmenler yükselişlerine “öğretmenler günü” adı altında aslında İslâm harflerinin yasaklanışının kutlandığını, bu kutlamanın 12 Eylül darbesiyle ihdas edildiğini hatırlayarak başlayabilirler örneğin. Geçen ay ilan edilen “ortak Türk alfabesi”nin Türklüğe kastettiğini görerek ahlâkî yükselişlerini pekiştirebilirler. Hatta Mustafa Kemal Atatürk’ün 24 Kasım 1928’de kara tahta önündeki pozuyla “başöğretmen” unvanı almasına mukabil Recep Tayyip Erdoğan’ın akıllı tahta önünde yeni “x” harfiyle poz verip vermeyeceğini sorarak nakil ile akıl arasında sıhhatli bağlar kurmayı başarabilirler.
Muhammed SARI (14 Cemaziyelevvel 1446 - 16 Kasım 2024)
AHİRET TARLASINDA AFYON ÜRETMEK
İnandığımızı söylediğimiz şeyleri bir gün bizzat görüp bileceğimizi hakikaten kabul etmiş olsaydık gördüklerimizi inanç diye bellemek tehlikesinden korunabilirdik. Gelecek zaman sigasıyla anılan ahiret bildiğimiz mânâda gelecekte değil şimdidedir. Ahireti bir tür uzak gelecek olarak tasavvur edenler inandıklarını görmekten mahrum kalıyor, gördüklerine inanmaya başlıyor. Böyle kişiler ahiret tarlasında afyon üretiyordur artık. İmal ettikleri afyon sebebiyle halüsinasyon ve hezeyanlara maruz kalmışlardır. İlerleme afyonuna maruz kalıp geriden gelen bir millet olduğumuzu kabul ettiğimiz günden beri iki katlı tuhaflık yakamızı bırakmıyor: Sanayileşme ve kalkınmanın ferde, tabiata ve topluma verdiği hasarı biliyoruz fakat tarihte eşi görülmemiş bir determinist boyun eğiş yüzünden o yoldan bizim de geçmemiz gerek diyoruz. Teknolojinin insan ruhunu nasıl örselediğini biliyoruz ama önce çağa ayak uyduralım, gerisini sonra düşünürüz diyoruz. Bu mantığa göre teknolojik güç onu ele geçirmek isteyeni belki hep vezir etmiyor ama ondan mahrum kalanı kesinlikle rezil ediyor… Öyleyse kopsun kıyamet!
Gücü ilah belledi birileri. Yol hâlâ bu yoldur. Kötülüğe bulaşmamaktan ve kötülüğü tanımlama dirayeti göstermektense ona göz yummaya mahkûm bir zihin sefaleti hayat tarzı diye benimsetildi. Zor ama haysiyetli bir hayat yaşamaktansa zorbaların yancılarından biri olmak marifet sayıldı. Teoriyi kopyalamak makbul, teorinin eleştirisini uygulamak yersiz bulundu. Hesabını sormadığımız her kötülük dönüp bizi hesaba çeker oldu. Yolun yarıdan çoğu geçildi Türkiye adına. Herkes kendi muhayyel perisûretine kavuşacağı varsayımıyla sürüklenmeye devam ediyor. Gerçekler caddelerde anadan üryan gezse de görmezden gelmeye çalışıyoruz. Belki “dünya sistemi” tezini artık komplo teorisi deyip inkâr etmiyoruz ama milletlerin kendi kararlarını verdiklerine de inanmak istiyoruz. Politik manipülasyonun medyatik algoritmalar aracılığıyla olağanlaştırıldığını dakika dakika tecrübe ediyoruz ama seçmen denen insan türünün kararının kendi vicdanına ait olduğunu da iddia ediyoruz. Orijinal görünme endişesine boşverin ve kendi iyiliğiniz için şu soruları cevaplamaya bakın: Düşüncelerimiz bizim düşüncelerimiz mi? Bu sözler gerçek düşüncelerimizin ifadesi mi? Yaptıklarımızı hür irademizle mi yaptık? Ne yaptığımızı biliyor muyuz peki?
Muhammed SARI (3 Cemaziyelevvel 1446 - 5 Kasım 2024)
DÜNYAYA KARIŞMAK
BİR KÜRT YAZISI
SÖZÜN BAŞI, KİTABIN ORTASI, YOLUN SONU
Türkiye’de siyasetin etki alanı, gündemi belirleme kapasitesi ne kadar yüksekse bu gücü elinde bulunduran odakların sayısı o kadar az. Bu durum, devlet gücünü arkasına alan gizli bir azınlığın topluma her istediğini dayatmasına sebep oluyor. Öte yandan, siyasî meseleler hakkında herkesin yorum yapabilme serbestisi ile gerçek bir siyasî katılım gösterme sorumluluğu arasındaki uçurum gittikçe derinleşiyor. Bu durumda ise safdil ve tecrübesiz kimselerin siyasî alana tedbirsizce girip harcandığına şahit olabiliyoruz. Devletle millet, resmiyetle sivillik birbirinden koptukça ve gri bölgeler genişledikçe zihinlere belirsizlik, kargaşa ve sanrılar hâkim oluyor.
Griyi açık siyah olarak mı, kirli beyaz olarak mı tanımlayacağız? Konjonktüre göre değişir, cevabını verecektir çoğu insan. İlkeler yerine menfaatler üzerinden konum almanın tabii neticesi olarak. Gri alanda konumlanan aktör ve grupların gerçek renklerini anlamak hakikaten zordur. Fakat ilk elde şu kadarını bilsek bile bir başlangıç noktası yakalayabiliriz: Gri oluşumlar meşruiyetlerini tabandan (halktan), ehliyetlerini tavandan (seçkinlerden) almaya çalışır. Griler hem yönetenlerin bazı imtiyazlarına ortak olma fırsatını kovalar hem de yönetilenlerin itirazlarının sözcülüğünü yapma onurunu kimseye kaptırmazlar. Ölü evinin yasçısı, düğün evinin tefçisi bunlardır. Ömürlerinin uzunluğu bu dengeyi koruyabilmelerine bağlıdır. Bu nedenle Türkiye’deki siyasal alan ve sivil alan bir açıdan bakıldığında birbirine karışıp sınırları kaybolmuş gibi görünürken bir açıdan bakıldığında en keskin çizgilerle birbirinden ayırılmış görünmektedir. Griler ne mutlak karışmayı ne mutlak ayrışmayı ister.
Grilik üçüncü bir taraf gibi algılansa da aslında siyah ve beyazların zaman zaman içine dalıp gizlenmelerini, araziye uyarak doğru zamanı beklemelerini sağlayan geçici duruma verilen addır. Bu bakımdan Türkiye’de belli bir etki alanına erişmiş bütün de facto yapılar (holding, dernek, vakıf, tarikat, cemaat, cemiyet, lonca, kooperatif, sendika, ajans, lobi, mafya, çete…) vakti geldiğinde etkilerini de jure yetkilerle taçlandırmak, gelirlerini sağlama almak niyetindedir. Bu süreç boyunca “sivil bir parti” ve “sivil bir hükûmet unsuru” gibi hareket ederler. Tersi de olur: Partiler veya hükûmetler bazen manevraları ve söylemleriyle kâr amacı gütmediği söylenen kuruluşları taklit eder. Amaçları sürecin sonunda yetkilerini arttırmak veya yetkilerinin toplumdaki etkisini arttırmaktır. Yani de jure statünün yetmediği yerde de facto durumlar yaratarak kendi lehlerine kaldıraç etkisi oluşturmaya çalışır. İki taraf gri bölgede karşılaştıklarında çatışmak yerine kaynaşmayı tercih eder. Dolayısıyla mevcut Türkiye şartlarında AKP bir şirkettir, CHP bir tarikattir, MHP bir ajanstır, FETÖ ve PKK sistem içre birer de facto partidir… dediğimizde yanlış bir söz söylemiş olmayız. Kimileri gücü ele geçirebilmek için sivil görünümlü alandan resmî makamlara doğru uruç halindeyken kimileri elindeki gücü koruyabilmek için sivillerle dolu festival alanında akrobatik gösteriler yaparak puan toplamaktadır.
PKK cinayet makinası ve Gülenciler Türkiye’nin savunma mekanizmasını yenemedi. Yenmeye yaklaşamadılar bile. Kozları patronlarının kendilerine teoride ve pratikte sınırsız yedek parça tedarik etmesiydi. Kürtçülük ve Gülencilik son 40 yılda de facto pozisyondan de jure statüye geçmek stratejisine bu sayede büyük oranda sadık kalabildi. Türkiye’nin tek kozu tek başınalığıydı, seçeneksizliğiydi, ölümüneliğiydi. Fakat Türk devletinin başındakiler ne hukukî ne fiilî ne ahlâkî üstünlüklerini hakkıyla kullanabildi, buna niyetlenilmedi bile. Neticede varılan yer, yüz yıl önce memlekete dışarıdan sokulan nifakın bugün yine dış tehditler gerekçesiyle ittifak tekliflerine muhatap olmasıdır. Akla birçok soru geliyor: Öcalan, Osmanlıda asilere pâye verilip sulh edilmesi kabilinden bir anlaşmayla uluslararası bir statü mü kazanacak? Gülen’e intisap edenler “yol yakınken” etkin pişmanlık yasasından faydalandırılıp topluma mı kazandırılacak? Devlet açık ve örtülü ittifak teklifi (tehdidi?) yoluyla örgütlerin içinde çatlaklar oluşturmayı mı amaçlıyor gerçekten? Öcalan mecliste konuşsun, Gülenciler yol yakınken dönsün demek zorunda kalan devlet aklının, alacağı cevap ne olursa olsun Edirne’de, Diyarbakır’da, Irak’ta, Suriye’de özellikle de İsrail’e karşı aktif ve kararlı bir politika izleyeceğine güvenilebilir mi? Hem Türkiye hem muarızları CENTCOM’dan izinsiz adım atabilecek durumda mı? Yakın denilen yol hangi yoldur? Şu ortasından konuşulan kitap hangi kitaptır? Soruları çoğaltmanın faydası yok. Dünya sistemi cevapları asla verilmeyecek sorularla oyalanmamızdan istifade ediyor. Tehdidin boyutunu teklifin şok ediciliğine bakarak kestirmeye çalışmak eleştirel düşünme melekemizi köreltiyor.
İslâm’ın siyasetsizleştirilmesi, siyasetin İslâmsızlaştırılması ve üstelik bunların iki ayrı alan olarak var olmaya zorlanmaları Türk toplumunda derin yarıklar açtı. Bizim için takdir modernlik projesi bu ameliyatın gerçekleştirilmesinden ibaretti, başarıldı. Ayrılıkçı, takiyeci, menfaatçi unsurlar bu yarıklarda yuvalandı. İslâm itikadı sünepe bir görüntüye hapsedildi. Siyaset kurumu sansasyonel çıkışlar yapmadan yol alamaz hâle geldi. Siyasetin elindeki tabanca başından beri kurusıkıydı ama patlama sesini duyar duymaz kendi rızanızla ölmek zorundaydınız. Güzellikle ölmediğinizde sizi kabzayla dövüle dövüle gerçekten öldürülme tehlikesi bekliyordu çünkü. Bugün ise ölülerin ve ölmüş gibi yapanların ittifakı siyaset kurumunu bir teklife zorlamış görünüyor. Anlaşılan o ki hata katmerlenerek devam ediyor. Ahlâk sorunuyla hukuk sorununun birbirinden ayrılamayacağını kabule hâlâ kimse yanaşmıyor.
Muhammed SARI (20 Rebiülahir 1446 - 23 Ekim 2024)
AKILSIZ BAŞ, BAŞSIZ GÖVDE
Arada kalmışlık ölümden beter. Muradımızı satır aralarına serpiştirerek konuşabiliyoruz çoğu zaman. Çok şeyi satır arasında söylemek zorunda kaldık. Konuşmanın zorlaştığı dönemlerde satır aralarının nasıl genişlediğini, ne kadar çok mânâyı yüklenebildiğini bilseniz şaşırırdınız. Edebiyat bu genişlemeden istifade edebilir ama hakikat açısından satır aralarının bu kadar şişmesi hayra alâmet değil. İçimizin şişmesi hayra alâmet değil. Gebelik ile gebeşlik arasındaki fark durumumuzu anlamaya yardımcı olacaktır. Hayır ve bereket, olursa namuslu bir gebenin sancısından hâsıl olur. Gebeşlerde namus aramayın. Gebeler hayatta kalarak doğurabilir, doğurmuşken ölebilir, düşük yapabilir. Müslümanın hayatında hepsinin yeri var. Gebeşler asla doğuramazlar ama şişip sıkışmaktan bir gün çatlayacakları muhakkak.
Aklımız başımızda, başımız gövdemizde, gövdemiz ayaklarımızın üzerinde, ayaklarımız vatanımızın üzerinde olsaydı mânâlar satır aralarında değil insanlar arasında gezinecekti. Bir ütopyadan mı bahsediyoruz? Bir düşünceyi vaktinden evvel dile getirmek acemilik sayılır. Diğer deyişle, ütopya vaktinden önce dile getirilmiş düşüncedir. Fakat biz vaktiyle olmuş olanın peşindeyiz. Olmamış gibi davranılmasına itiraz ediyoruz. Tekrar neden olmasın, hatta daha iyisi neden olmasın deyip duamızı buna göre yapalım diyoruz. Bizim bütün işimiz imkânla, potentia ile. Lehimize verilecek yepyeni bir “kün” emr-i İlâhîsi ile. Olguyu, olayı ve oluşu bir bütün olarak kavramak istiyoruz.
Taşın yerinde ağır olması gibi baş da yerinde ağır. Ve Türklerin ağırlığı davasının ağırlığı kadar. Türk aklını başına devşirdiği an davasını da “baş üstüne!” ünlemesiyle üstlenecektir. Fakat ortada hayat idamesi ve devlet idaresiyle bocalayan hatta hafife alınan bir toplum varsa onun Türklüğü şüphelidir. Üç yüz yıldır vaziyeti idare ettiğimiz için idame-i hayat edemiyoruz. “Dvr” masdarından müştak bir kelime idare. Akışta değil döngüdeyiz. Döngüde ilk ve son birdir, ayak ve baş yoktur. Kondisyonumuz düşük olsa da yeni bir yürüyüş hattına ihtiyacımız var. Bir mekânda, birim zamanda gerçekleştirilecek bir yürüyüş kurallar kitabının yeniden yazılmasını sağlayacak.
Muhammed SARI (14 Rebiülahir 1446 - 17 Ekim 2024)
YERYÜZÜ BÜYÜKLÜĞÜNDE BİR TABUT
1923’te yeni bir rejime geçildiği halde yönetim anlayışı bakımından hiçbir ciddi değişiklik yaşamadık. Monarşik dalavereyi bürokratik ve oligarşik yapılar devraldı. Öte yandan, İslâm’ın Türkiye’deki tarihsel önemi hiç azalmamasına rağmen 1923’ten sonra ülke içinde birçok dinî, mezhebî ve etnik grubun varlığından söz edilir oldu. Lozan’da sadece müslim-gayrımüslim ayrımı esas alınsa da devletin gayrımüslimlik içinde yuvalanan anasırı muhatap alması bu tuhaflığın başlıca müsebbibi oldu. Özetle: Devlet şekilden şekile girse de özünde değişmeyi daima reddetti ve uluslararası koruma altındaki unsurlar İslam’ın yerinin değişmediğini asla kabul etmedi. Durum “herkesin herkese karşı savaşı”nı andırıyorsa da gerçek tam olarak böyle değil. Çünkü ne devlet ne İslâm ne de anasırın tanımı üzerine bir uzlaşı söz konusu. Ayrıca devlete göre İslâm, anasıra göre devlet, İslâm’a göre devlet ve anasır da farklı tanımlara sahip. Yani sorunu bu denklemin içinde kalarak çözmek imkânsız. Kimlik tanımımızı kendimiz yapamadığımız müddetçe bırakın İslâm’a mahsus hayat tarzını korumayı, mürted bir Batılı olarak bile bu topraklarda kimsenin yaşamasına müsaade edilmeyeceği açıktır.
Türklük tarih sahnesine bir sürpriz olarak çıkmıştır. Mevcut denklemi bozup yeni denge noktası olarak çıkmıştır. Hem 13. hem 20. asırda. Türk’ün sürpriz oluşu nevzuhur oluşu anlamına gelmiyor. Bilakis, Türk hep orada olan ve en son başvurulan olduğu için sürprizlik vasfını korumuştur. Türklük; Osmanlı nizamı boyunca yaşanan din, devlet ve toplum arasındaki çekişmeleri denge noktasına kavuşturan konsensüsün adıdır. Türk kendini İslâm ordusu olarak tanımlamış, ordu-devletler kurarak tecessüm etmiş, ordu-millet denen kavramı hayata geçirerek toplumsal hayatın kanı ve iliği olmuştur. Hem tartı hem tartan hem tartılan olmak onun varoluşunun mütemmim cüzleri olduğu için Türklüğü modern siyaset, ilahiyat ve sosyoloji teorileriyle açıklamak hayli zordur. Bu sebeple 17. asırdan sonra görülen toplumsal çözülmeler, devlet organizasyonundaki bozulmalar, İslâm’ın temsilindeki zaaflar Türklüğün değil bu dengenin aleyhine iş görmeye başlayan Osmanlılık mantığının hanesine yazılmak durumundadır. Batılılaşma fırtınası 19. asırdan itibaren kadim yapıları, bakir bitki örtüsünü hatta yüzeydeki mümbit toprağı bile söküp götürmüş ve ana kaya gün yüzüne çıkmıştır. Böyle olmasaydı Türklüğün 20. asırdaki dirilişi açıklanamazdı.
1923’ten sonrakiler hiçbir kimlik tanımını kabul etmeyip ne anlama geldiği meçhul “biz bize benzeriz” yolunu seçtiler. 1960’tan sonrasının muktedirleri Batılılarca tanımlanmaya öncekilerden daha teşneydi. 27 Mayısçılar Türkiye’de İslâm’ın yeri olmadığı fikrinin temennikârlarıydı. Hâlbuki Türkler ne kaçak dövüşerek ne düşüklüğe rıza göstererek varlık gösterebilirdi. Bugüne kadar gösterdiğimiz şey neydi öyleyse, varlık değil miydi? Bütün olan biten, “var mısınız” sorusuna korkarak evet, “yok musunuz” sorusuna yine korkarak hayır demekten ibarettir. 2002’den sonraki AKP döneminde bütün sorulara yüksek sesle cevap verilir olması birilerinin gözünü boyamaya yetti. Akılda yüksek volümün çınlamaları kaldı, cevapların manasını kimse sorgulamadı. Daha ilginci, varlık-yokluk sorularını ortaya atan da AKP’nin kendiydi. Artık dışarıdan bir müstemlekecinin bize beka tehdidi fısıldamasına gerek kalmamıştı, kendi beka endişemizi kendimiz üretip satacak kapasiteye ve iç pazara erişmiştik. İslâmcılık vaktiyle sistem tarafından tanımlanmayı reddedip teorik açıdan millet odaklı bir fikri merkeze alarak gelişebilseydi Müslümanlar böyle bir düzende hükûmet etmeyi bir başarı olarak görmeyecekti. AKP kafalarda böyle bir cehdin hiç olmadığının somut delilidir. AKP iş başına gelene kadar siyasetteki İslâmcılık ile sivil alanda siyasi faaliyet gösteren İslâmcılar arasında bir fark vardı. Bu fark eleştirinin sıhhat şartıydı, eğri kılıcın eğrilikleri düzeltme imkânıydı. Sivil odaklar iktidara göbekten bağımlı kılındıktan sonra bu imkân ortadan kalktı.
Bir kapı kapanır, diğeri açılır. Çaresizlik duygusu yenilgiden yıkıcıdır. Dönüp dolaşıp Türklük bahsine varmamızın sebebi bu. “Her şeyin devletleşmesi” karşısında tek teklifin (başta millet olmak üzere devletin ve sair unsurların İslâm’ı yeniden ve bu kez itikadî bir zenginlik olarak keşfetmesine dayalı hayat tasarısının) Türklükten gelmesi onu sahici kılıyor. İsmet Özel’in tanımladığı şekliyle Türklük, bu kimliği taşımaktan memnuniyet duyanlar tarafından ciddi bir tahkik ve eleştiriye tabi tutulabilirse büyük bir kazanç elde edeceğiz. Tenkidin hakkını veren müdafaa-i hukukçular kazanacak, el ovuşturan muhipler ve temenniciler müstahakkını bulacak.
Kötümserliğine yenildiği günlerden birinde Turgut Uyar “Tarihe gömülen koca koca atlar / Tarihe gömülür o kadar” demiş. Böyle olduğuna inansaydım hayatım boyunca tek kelime okuyup yazamazdım. Tarihe sığmayacak cesamette gerçekler vardır. Güneşin altında yeni bir şey olup olmaması önemli değil, önemli olan yazdıklarımızın bu cesamete temas etmesidir. İlla yeni şeyler söylemek iptilasındaysanız Türk’ün iktisadî mantığı üzerine, tabiat ve maddeyle kurduğu ilişki üzerine düşünün derim. Ben Mithat Cemal’in “Ölmez bu vatan, farz-ı muhal ölse de hatta / Çekmez kürrenin sırtı bu tabût-ı cesîmi.” deyişini esas alıyorum. Hamaseti aşan bir hakikat var bu mısralarda. Evet, Türk bugün hâlâ hayattaysa biraz da mematının sebep olacağı tüyler ürpertici kıyamet sebebiyledir.
Muhammed SARI (7 Rebiülahir 1446 - 9 Ekim 2024)
TERSİNE SİMYA
HAKLININ HAYATI
DALGA DİYALEKTİĞİ
Bilginin en ilginç fakat üzerinde en az durulan yanlarından biri bir problemin “kendiliğinden” açıklığa kavuştuğu anlardır. Gündelik meşgaleler içindeyken, zihnimizi kurcalayan meseleleri arka plana “çalışır vaziyette” itmiş, hatta çoğu zaman onları o arka bölgede unutmuşken ansızın gelen aydınlanma sayesinde kilit taşının yerine oturduğunu tecrübe etmişizdir. Karanlığın yerini aydınlığın almasını sağlayan o biliş ânı sayesinde coşarız. Zihnin arka planda da olsa “çalışır vaziyette” oluşu, bilebilmek için gereken hazırlığın tamamlanmasını temin eder. Fakat hazırlık bilginin gelişini garanti edemez. Aksine, fazla hazırlıklı olmanın kasılmaya, bilginin doğuşuna (doğuma) mani olacağını söylemek bile mümkündür. Elde çapayla ve tırmıkla bekliyor olabiliriz. Gökte kara bulutlar görünmüş olabilir. Fakat yağmur yine de yağmayabilir. Bu yüzden “kultur” denen değirmen ekseriyetle biriktirme ve taşıma suyla döner. Şiirin gürlüğü ise gökten inene bağlıdır.
Bilginin sürpriz gelişi, bizi gafil avlayışı heyecan uyandırır. Okumayı sökmek, ilk adımı atmak veya şiirin ilk mısraını bulmak bu türden coşkulardır. “Sürpriz” eski bir askerî kelime, “bir yeri hızlı ve öngörülemez biçimde ele geçirmek, bütünden bir parça koparmak” anlamındaki harekât tarzına verilen ad. Ansızın gelen bilgiyi biz mi ele geçiriyoruz, bilgi mi bizi ele geçiriyor düşünmek lazım. Ancak biraz daha dikkat edersek bizi asıl ilgilendirmesi gerekenin bilginin niteliğinden önce kaynağı, yani “bir inayet olarak indirilişi” olduğunu fark edebiliriz. Kendimize sürpriz yapamayacağımıza göre sürprizi biri bize yapmıştır. İnen her ne ise bizim sınırlı idrakimize göre inmiştir, bir tür indirgemedir nihayetinde. Fakat “bilginin indirilmiş olduğunu fark etmek” de bir tür bilgidir ve bu bizi daha üst bir kavrayış katına yükseltebilir. Ayrıca, bir şeyi bildiğimizde bilmenin nasıl olduğunu da nispeten bilme imkânı yakalamış oluruz ki bu da bilginin başka bir veçhesidir. Bilginin katmanlı doğasını göz ardı edersek kat kat kazançlı çıkacağımız yerde yalınkatlığa mahkûm olma tehlikesi baş gösterir.
“Bilgiyi bilmek” ile “bilme ânını bilmek” bir arada gerçekleştiğinde insan varlığımız şükürle dolup taşar. Öyle bir dolup taşmadır ki bu, sürgit devam etmesi düşünülemez. Çünkü fark edişleri gark oluşlar takip eder, kabımızın hayret ve hayranlıktan çatlaması kaçınılmaz olur. Uyku ve ayıklık süreklilik gösterebilir, uyanış ve uykuya dalış ise anlıktır. Bilginin bir “süreklilik ve kesinti ilişkisi” içinde var olduğu gerçeği şiirin sağladığı bilgi söz konusu olduğunda kendini daha çok belli eder. Şiirin narin bedeni ne sürekli uykuya ne sürekli ayıklığa tahammül edebilir. Şiir ne kesintilerle ne anlık itkilerle yol alabilir. Şiir için süre önemli değildir, çünkü birkaç dakikalık şiir yazma deneyimi dahi insan ruhunda ömür boyu unutulmayacak izler bırakabilir. Saniyelik rüyanın saatlerce sürdüğünü zannetmemiz gibi. Şiir için dalıp çıkmanın diyalektiğidir esas olan. Dal-çık ânlarına yakından baktığımızda görürüz ki seyrüsefer “… > bilme ânı > bilişin lezzeti > bildirilmişliğin fark edilmesi > bilginin dilde görünüşü > yeni bilgi için dalışa geçilmesi >…” şeklinde sürüp gitmektedir. Şairin ümidi vuran dalgaların üzerinde mümkün olduğunca kalabilmek yahut nefesi yettiğince dalıp sudan nasibini çıkarabilmektir. Tekne önünde sonunda alabora olacaktır. Bile bile “yürür zavallı kırık teknecik, yürür.” Kaptan kimdir? Deniz nedir? Kıyı nerededir? “Tekhne” bunları bilemez.
Şiire dalmak aydınlanmayla sonuçlanabilir ama her aydınlanma beraberinde yeni dalgınlıklar getirecektir. Bu sebeple bilgiyle karşılaşma ânımıza dair ilk izlenimlere uzun boylu güvenmek yanıltıcı olabilir. Düşünce ve sanatta derinleştikçe en esaslı değerin “bilmek” değil “hatırlamak” olduğunu anlarız. Dalma ve çıkmanın, kevn ü fesadın sersemleten döngüsüne kapılarak bir yere varılamayacağını anlaması gereken ilk kişi, onlara en çok bel bağlayıp ömür tüketen kişidir, yani şairdir. “Hatırlamak” şaire ufku ve kutup yıldızını verir. Koordinatı ve rotası olan bir şairin bilgilenme serüveni “tekhne”si batsa da çıksa da kıymetlidir.
büyük bir tapınak yapalım
seçkin adaklar adayalım bolca.
Fakat tanrı kızar da yok etmek isterse gemimizi
boğulup gidelim dalgalarda daha iyi
sürünerek öleceğimize bu ıssız adada”
Muhammed SARI (12 Rebiülevvel 1446 - 15 Eylül 2024)