GERÇEKLİĞİ ARTTIRILMIŞ GERÇEK

Gerçeğin iki yüzünü anlatmak için kullandığımız madalyon metaforu uzun zamandır işe yaramıyor. Madalyonu pastırma gibi ipince kıyıp dilimlesek yeridir. Örneğin pencereden baktığımızda da ekrana baktığımızda da sayısız şeyler görüyoruz. İkisinde gördüklerimize de “gerçek” adını vermek doğru olur mu? Ekranı, pencereyi hatta gözümüzü kapattığımızda o “gerçekler” var olmaya devam ediyor mu? Gerçekler değişir diyorlar, sahiden değişir mi? Acaba türlü türlü gerçek var diyenler mi haklı?... Bu bayat sorulara sebep basit bir çocukluk hatırasından başka bir şey değil. Kadıköy’de yaşayan ve hararetle Fenerbahçe’yi tutan ben orta 1’de gittiğim ilk Fener maçından kısa süre sonra takıma ve sıkı bir solak olmama rağmen birkaç yıl içinde futbola ilgimi kaybettim. Küfürün, kavganın, kalabalığın, kaosun ortasında kaldığımda bunun bana göre olmadığını, benim buna göre olmadığımı anladım. Çünkü benim Fenerbahçem televizyonda seyrettiğim, oyun kartlarında ezberlediğim, mahalle maçında karakterine büründüğüm Fenerbahçe’ydi. Gözümle gördüğüme inanamadığım gibi televizyona da dönemedim. Statta gördüğüm Fener gibi televizyonda gördüğüm Fener de gözümden silindi gitti. 

Tuttuğum takımın gözümden kolayca silinişiyle birlikte gerçek denen şeye karşı merakım da korkum da arttı. Gerçek bahsinde “hem o hem bu”, “ya o ya bu” diyenlere karşı ergenliğim boyunca “ne biri ne diğeri” tavrını benimsedim. Otuzlara geldiğimde bu tavır kendini maç seyretme alışkanlıklarımdaki ufak ama manidar bir değişiklikle göstermeye başladı. Maçı iki türlü seyrederiz: 1) Tribün coşkusunun bir parçası olarak. 2) Televizyon başında spikerin ve kameranın sunumu aracılığıyla. Otuzumdan sonra üçüncü yol daha çok ilgimi çekmeye başladı: Maçı ekrandan ama spikersiz maç seyretmek. Tuhaf gelebilir ama spikersiz maç yayını hakikaten sevmeye başladım. Size de tavsiye ederim. Ne stadın uğultusu ne spikerin mesleğini icra edişi duygularımı manipüle edebiliyordur. Doğrusu spikersiz ve tribünsüz maç heyecanından epey kaybediyor ama beklenmedik biçimde başka türden bir gerçekçilik algısı kazandırıyor insana. Oyunu daha berrak okuyabiliyor, önceleri dikkatinizi çekmeyen detayların farkına varıyorsunuz. Aramızda kameranın çerçevelemesi de olmasa hepten bambaşka bir maç deneyimi yaşayabiliriz. Belki yakın gelecekte. 

Akla hemen şu itiraz gelebilir: “Bunların hepsi noksan gerçekliklerdir. Gerçekleri gerçekten anlamanın en iyi yolu hadiselerin tam göbeğinde bulunmaktır.” Bu tür itirazlarda bulunanları ikiye ayırabiliriz: 1) Kimileri “gerçek” sözü ile genellikle hadiselerin tam göbeğinden üçüncü şahıslara anında ve eksiksiz aktarılabilen eşzamanlı içerikleri kasteder. Medya çağı böyleleri için bitmez tükenmez hazineler sunuyor. Biliyoruz ki sadece günlük veri üretim ve aktarım miktarı bile bir insanın ortalama ömür süresini kat kat aşmaktadır. Fakat sorun miktar (nicelik) değil, öncelikle kalitedir (nitelik). Hadiselerin anında ve eksiksiz aktarıldığını farz etsek bile bunun ham bir yığın olduğunu kimse inkâr edemez. Bu yüzden insanlar yüzlerce saatlik içerikleri taramaktansa birkaç dakikayı geçmeyen atıştırmalık içeriklere yönelir. Ki bu durumda da gerçeğin anında ve eksiksiz aktarılmasının bir anlamı kalmamaktadır. Muhalfarz, kim on yıllar süren bir savaşın on yıllar süren kamera kayıtlarını oturup seyretmek ister ki? Seyretse bile söyleyeceklerinin önemli olacağını kim garanti edebilir ki? Yani Gates’in “Content is king.” iddiasını “(Yapılandırılmış) İçerik kraldır.” şeklinde anlamak doğru olur. Gerçekleri “gerçekçiliği arttırılmış” içeriklerden öğrendiğimizi kimse söyleyemez. Aksine, gerçekler üzerine yapılmış “yapım”lara (haber, belgesel, sinema…) itibar ederek en kestirme yolu tercih ederiz. 2) Gerçekleri anlamak isteyenlere hadiselerin göbeğinde bulunma şartını ileri sürenlerden bazıları ise eşzamanlı içerik aktarımını değil, bireysel deneyimin artzamanlı aktarımını esas almaktadır. Böyleleri verdikleri hükümlerin ve vardıkları kanaatlerin bizzat deneyimledikleri (kan, ter, gözyaşı…) ve bir parçası oldukları (katılımcı, gözlemci, arabulucu…) hadiselerden süzüldüğünü özellikle vurgularlar. Böylece seyircilerin gözündeki güvenilirliklerini arttırmaya oynarlar. Gerçekleri “arttırılmış gerçeklik”le sunmak onlara göre değildir. Onlar “arttırılmış güvenilirlik”le aktarılan hadiselerin daha kuvvetli bir gerçeklik izlenimi uyandıracağını bilirler. Hülasa, gerçekler söz konusu olduğunda ilk kümedeki muhabirler kitleleri devasa ham verilerin çoğulluğuyla karşı karşıya bırakarak bezdirirken, ikinci kümedeki yorumcular kitleleri yanlışlanamaz ve doğrulanamaz bir tekilliğe ikna etmek ister. Gerçekleri medya vasıtasıyla anlamaya çalışmanın deveye hendek atlatmaktan, deveyi iğne deliğinden geçirmekten farkı yoktur.

Artzamanlılık ve eşzamanlılık bilincimizin temel çalışma prensipleridir. Zamanı bu kiplerle biliyor, zamanlamayı bu kiplerle yapabiliyoruz. Bilmelerimiz ve yapmalarımız, dolayısıyla gerçeklik algımız bunlarla kayıtlı. Olmuş bitmişlerin ne kadarını biliyoruz ve olup bitmektekilerin ne kadarını yakalayabiliyoruz? Tarihi ve ânı, bilgiyi ve deneyimi nasıl buluşturuyoruz? Niyetimiz ve nasibimiz bunların kavuştağında şekillenir. Kelime oyunu gibi görünmesi pahasına söyleyeyim: 1) Gerçekleri gerçekten anlamak diye bir şey yoktur. Anladığımız kadarına gerçek deriz. Yani eşzamanlılık prensibinin hata payı hep yüksektir. 2) Gerçekleri gerçeklerden öğrenemeyiz. Gerçekleri görebilmek için artzamanlılık ilkesine başvurmalı ve gerçeklerin dışına çıkmalıyız. Dışarıya, yani tarihe.

Ne var ki hızın, ucuzluğun ve kolaylığın çağı olan medya çağında tarih, bilgi ve gerçek en tartışmalı kavramlar hâline geldi. Kolaylaştırılmış bilgi, hızlandırılmış gerçek kaçınılmaz olarak tarihi de ucuzlattı. Bitpazarına bir gün nur yağar mı bilinmez. Fakat şurası akılda tutulmalı: Kâfirleri doğrulayan işaretler şimdide ve realitede mevcut. Müminleri doğrulayan işaretler tarihte ve bilgide saklı. 

Muhammed SARI (26 Cemaziyelahir 1446 - 27 Aralık 2024)

MADDÎ KÜLTÜRÜN GEREKLİLİĞİ

Kimi filozoflara göre madde Yaratıcı’nın kendini dışlaştırmasının neticesidir ve kutsaldır. Onlara göre doğa bu dışlaşmanın küllî ve dinamik tezahürüdür. İnsanın kendi akıl ve maneviyatının uzantısı olarak dışlaştırdığı şeye ise kültür adı verilmiştir. Doğa ve kültür, fayda ve güzellik kriterleri açısından sürekli kıyaslanagelmiştir. Hazırbulunan doğal güzellikler karşısında insan elinden çıkma sanat ve zanaat nesneleri Batılılara o denli büyüleyici gelmiştir ki hangisinin daha üstün olduğu konusunda fikir ayrılığına düşmüşlerdir. Öte yandan doğayı gözlem ve taklitle ulaşılan bilimsel bilgi ve teknolojik çıktıların önce doğayı aşan yeni bir fayda kültürü yarattığı, ardından kültürü de belirleyen daha üst bir fenomene dönüştüğü fikri ağırlık kazanmıştır. Bilim ve kültürün ilahî yaratmanın bir parçası mı yoksa bir “karşı-yaratma” mı sayılacağı tartışması Batı’nın kaderini belirlemiştir. Doğrusu; yaratmanın mahiyeti hususunda zihni yalan yanlış tasavvurlarla daha antik çağda teşevvüşe uğramış Batılı toplumların modern çağlarda bilim ve kültüre dayanarak “karşı-yaratma” iddiasıyla insanlığa hayırlı bir yol açması muhaldi. Nitekim öyle oldu: Burjuvalar ve Kilise birlikte iş tutarak kapitalizmi inşa ettiler.

Modernizmi kuran ideolojiler bugün maddenin kültürü belirlediği tezine demir atmış görünse de asıl gücün madde ile kültürün birbirlerini sürekli doğurmalarından ve doğrulamalarından elde edileceğini bilenler bilmektedir. 19. asrın sonlarında madde okyanusun bir yanında, kültür okyanusun diğer yanında üslenmişse de bu modernizm içi bir iktidar mücadelesinden ibarettir. Bu tür kutuplaşmalar dozu iyi ayarlandığı sürece kapitalist bünyenin bağışıklığını güçlendirmiştir. ABD’nin dünya siyasetine ağırlığını koymasından sonra ise ortaya maddenin kültürü tamamen ezdiği bir hayat tarzı çıkmıştır. Peki bu sırada biz Türkler ne yapmaktaydık? Bizler 19. asırda “maddesiz kültürcülük”e, 20. asırda “kültürsüz maddecilik”e kapılarak olan bitenden hiçbir şey anlamadığımızı göstermiş olduk.

Yanlış anlamak belki kötü bir şeydir, ama anlamamak en kötüsü olsa gerek. Biz son iki yüz yıldır ikinci kısma misal teşkil ediyoruz. Üstelik maddeyi ve kültürü yanlış anlayan Batılı zorbaların sözünü dinledikçe işlerin künhüne varma imkânını hepten yok ediyoruz. Batı bizim maneviyatımızı eritip tüketti. Bizse Batı’nın maddesini faiziyle borçlanarak hesaptaki açığı kapatmaya çalıştık. Yani hiçbir şekilde mukabele bilmisil söz konusu değil. Sağcıların kalkınma, solcuların çağdaşlık vurgularına rağmen hiçbir Türk hükûmetinin maddî kültür nosyonunu anladığını söylemek mümkün değil. Maddî kültürü anlayamamak temelde maddeyi ve kültürü anlamlandıramamaktan kaynaklanır. Türk hükûmetleri maddiyatı sıcak para akışının sürekliliği, hazır teknolojinin ithali ve vahşi vergilendirmeyle, kültürü ise züppelerin oyun eğlence türünden faaliyetleriyle sınırlı ve birbirlerinden kopuk gerçeklikler hâlinde konumlandırmıştır. 

Türkiye’de Marksist ve liberal acentaların insafına terk edilmiş bir konu madde-kültür ilişkisi. Müslümanlar için madde, 19. asırdan başlayarak mahrumiyet ve tahakkümün, arzulamakla nefret etmek arasında gidilip gelinen her şeyin sembolüdür. Bu ilişki her ne kadar Kur’an ve Sünnet’le apaçık kılınmışsa da pratikte her şeyimiz çarpık çurpuk. İfrat ve tefritin izlerini “beden”i algılayıştan “servet” mefhumuna bakışa kadar her alanda görmek mümkün. Madde-kültür ilişkisi Marksist ve/veya liberal tezlere göre ele alındığı sürece varılacak yerin Türkiye için bir çözüm anlamı taşımayacağı açık. Sanayileşme bahanesiyle ziraati, dijitalleşme bahanesiyle sanayii mahvedilmiş bir milletiz. Yarım doktorun, yarım imamın yaptığı neyse yarım sanayi ve yarım ziraatin yaptığı da odur. 1838 Baltalimanı Ticaret Muahedesi’nden beri hem kimlik krizinden hem yüksek enflasyondan aralıksız muzdarip olan tek ülke biziz. Bunun organize yolsuzluktan, kronik iş bilmezlikten, sistematik ihanetten başka izahı yok.

Madde ve kültür ilişkisini düzenleyecek ilkeleri sadece ahlâk ve hukukun güçlü irtibatından devşirebiliriz. Bu irtibat kopmuşsa kültürün fantazyadan ibaret kalması, maddenin kültüre tahakkümü hatta kültürden ıtlakı kaçınılmaz olur. Maddeyi kavramaya ham ve basit olandan başlamak lazım. Nesnenin hakikatini, hikmetini, karakterini anlamaktan başlamak lazım. Ham materyali anlamadan mamul materyallere sıçramanız sizi bağımlı ve tüketici bir karaktere mahkûm eder. Şeyleri tanımadan hazır eşyaya konmanın, lazım-melzum ilişkisini bilmeden malzemeyi kullanmanın mahzurları saymakla bitmez. Maddeye nüfuz eden akla, tabiri caizse maddeye aklını ekleme basiret ve firasetine ihtiyacımız var. Nesne-kimlik ilişkisi, bilhassa nesne-benlik ilişkisi ihmale gelmez.

Maddî kültürün gerekliliği fikri materyalist bir temele dayanmaz. Maddî kültürün gerekliliği bir fikir olmakla birlikte kültüralist de değildir. Sebeplerin sebebi her zaman ahlâkîdir. Cisimleşme ve sembolleşmelerin aynı ahlâkî kaynağı işaret etmesidir esas olan. Göstergeler bizi göstermiyorsa ne işe yarar? Elbette başkalarının işine!

Muhammed SARI (6 Cemaziyelahir 1446 - 7 Aralık 2024)

HÂLLENMELER, ROLLENMELER

Türk milletinin özgüvenini kökünden sarsan, Türk milletini tarihsel karakterine yabancılaştıran şu sözü küçük yaşta karakterimize kazıdılar: “Yurtta sulh, cihanda sulh.” Biz kimseyle savaşmayacağımıza öyle bir yemin ettik ki herkes bize saldırmak için âdetâ sıraya girdi. Saldırıların psikolojik saiki gayet açık: Âciz görünümlü ve özür beyan eder pozisyondaki insanlar zorbaları hem tiksindirir hem cesaretlendirir. Zorbalar böylelerine içgüdüsel olarak saldırır ve başka başarısızlıklarının acısını gelip âcize çatarak hafifletmeye çalışır. 100 yıldır göz açtırmayan askerî, hukukî, iktisadî ve ahlâkî darbelerin, tedhişâtın, tecavüzâtın, muhtıraların, operasyonların psikolojik sebebi budur. Düşmanların gücünden ziyade hedefsizliği bir yol olarak benimseyişimizdir. 

Mustafa Kemal’in “cihanda sulh” sözüne mukabil Churchill İngiliz halkına şöyle seslenmişti: “Size daha çok terden, kandan ve gözyaşından başka bir şey vaadedemiyorum.” Bu söz bir toplumun tüm hazırlıklarını varlığını korumak üzere, en azından kendisine bulaşanlara en ağır hasarı vermek üzere yaptığının ifadesidir. Sözlerimizin altının dolu olup olmadığı eylemi ne yönde ilerlettiğimize bakar. Ağızlarından ne çıkarsa çıksın Batılılar ellerinden sadır olan işlere bakmanız gereken insanlardır. Nitekim İngilizler çıkış yolunu kan, ter ve gözyaşını başkalarına döktürerek buldu. Bizler ise yanlış sözlere inanarak, inandıkça gerçek olacağını zannederek hayatta kalabileceğimizi sanmış saf bir topluluktuk. Neticede iki kat kaybettik.

Kesik kesik bir şuur akışıyla, kopuk kopuk bir tarih anlatısıyla yaşıyoruz. Bizden parçalarımızı koparanlar bizim kim olduğumuzu hiç unutmadı, en büyük kazançları budur. Bizden koparılan parçalar ne kendilerinin ne bizim ne de onları kopartanların kim olduğunu unutabildi; bu azap üstüne azap demekti onlar için. Biz ise ne kendimizi ne düşmanlarımızı ne kopartılan azalarımızı tanıyacak haldeyiz. Tanımamaya yeminliyiz. Hâlbuki bir zamanlar tanıdığımız bir Millî Yemin vardı. Millî Yemin hudutları zar zor razı olduğumuz toprakları ifade ediyordu; yani asgarînin asgarîsiydi, azamîsi değil. Bu gerçek son yıllarda “Türkiye maksimalist ve yayılmacı politika izliyor!” çığırtkanlığıyla karartılmaya çalışıldı. İnsanlar olur da başını kaldırır diye “sulh terörü”nün devamı amaçlandı. Şimdilerde ise “Ne yani, eskiden olduğu gibi ezilip büzülmeci bir politika mı sürdürelim?” söylemiyle çarpıtılarak hepten zifiri karanlığa gömülmek isteniyor. 20. asrın başında Türkiye’ye hâllenenler ile 21. asrın başında Türkiye’de rollenenler nasıl oldu da aynı odağa hizmet eder pozisyona geldi? Halep’i isteyenler Osmanlıcılık gayretiyle istiyorsa kötü, Mîsâk-ı Millî’yi bahane ediyorsa daha kötü. Halep’i istemiyoruz diyenler “cihanda sulh”ü gerekçe gösteriyorsa kötü, Churchillvari “kan ve gözyaşı” edebiyatıyla hesabı cihanın bütün devletlerine ödetmeyi planlıyorsa daha kötü.

Tanzimat’tan beri Türk milletinin acı eşiği inanılmaz derecede yükseldiği ve haysiyet eşiği akıl almaz derekeye düştüğü için başımıza ne geldiğini ya anlamıyor ya da hayatta kalmak güdüsüyle olanlara rıza gösteriyoruz. Gidişatı umursamayan veya beğenenler de vardır elbette, ama onları Türk milletinden saymak mümkün değil. Bilmeyenler, rıza gösterenler, sevinenler, umursamayanlar… Böyle bir tablonun ne tarafından tutabiliriz? Hiçbir tarafından tutamıyoruz. “Ne olursa olsun Türk devletinin tarafını tutmalısın.” demek de marifet değil. Onlara şunu sormak lazım: “Türkiye kimin tarafında?” Daha önemlisi şu: “Türkiye hiç kendi tarafını tuttu mu?” Belki de en doğrusunu Halep doğumlu şairimiz Emin Bülend yapmıştı. Soru-cevap cenderesine hiç girmeden, Batı’nın “korkak zalim” karakterine harikulâde bir isabetle işaret ederek, Türklüğün dostunu ve düşmanını belirleme kudretine sahip olmaktan geçtiğini göstererek şöyle demişti:

Garbın cebîn-i zâlimi afvetmedim seni,
Türk’üm ve düşmanım sana, kalsam da bir kişi!

Muhammed SARI (1 Cemaziyelahir 1446 - 2 Aralık 2024)

ŞEDDELİ

Eğitim hayatında gösterdiğim en büyük başarı okuma-yazma öğrenmekti. Daha sonra edindiğim hiçbir bilgi bunun yanına bile yaklaşamadı. Ta ki şiirle karşılaşana dek. “Öğrenmeyi öğrenme”nin kök bilgisi diyebileceğimiz şiir öğretilebilen bir şey değil elbette. Okulu, hocası, müfredatı, imtihanı, diploması yok şiirin. Bu yüzden gündelik hayatı şiir bilgisi üzerine bina edemezsiniz. Şiir bilgisi hayatı yakalamaya, çerçevelemeye ve boyutlandırmaya yarar; hız, sınır ve derinlik algımızın keskinliğiyle ilgilidir. Gündelik hayatın bilgisi denince hız, sınır ve derinlik algısının neredeyse kaybolduğu akışı kastederiz. Okuma-yazma öğrenmek bu akışı ilk kez unsurlarına ayırarak algılamaya ve oradaki yerimizi bulmaya yarar. Ne var ki hayatta bir kez olur bu. Okuma-yazma olağan hâle geldikçe tıpkı okuryazar olmadığımız yaşlardaki gibi akışı oluşturan unsurları ayırt edemez hâle düşeriz. Geriye ayırt edici ve ayıktırıcı yordam olarak yalnız şiir okuryazarlığı kalır.

Okuma-yazma öğrenirken kullandığım birinci sınıf defterimi muhafaza ediyorum. 1980’lerde hazır yazma defterleri olmadığı için sayfanın ilk satırına örnek çizgileri veya harfleri öğretmenimiz yazardı. Biz de onun yazdıklarını taklit ederek diğer satırları doldurur, ödevi tamamlardık. Çizgilerden harflere, hecelerden kelimelere geçtiğimiz ilk dönemin sonunda öğretmenimiz bize “ödül olarak” adımızı yazdıracağını söylemişti. Merakla beklediğim tek çalışma bu olmuştu. Okula başlamadan Latin harfleriyle okumayı söktüğüm, hatta Kur’ân’ı öğrendiğim halde adımı soyadımı yazmaktan yeni öğrenmişim gibi büyük haz duyuyordum. Adını yazabilmek bir tamamlanmışlık hissi veriyordu. İşi bitirip altına imzanı atmak gibi. Nihayet beklenen gün geldiğinde öğretmenim defterimi aldı ve son sayfanın ilk satırına adımı soyadımı yazıp “Hadi, sıra sende.” dedi Sayfaya bakınca ne göreyim: MUHAMET SARI… İmlâda bir terslik olduğunu hemen anlamıştım ama öğretmene bunu nasıl söyleyeceğimi bilmiyordum. Aldığımız terbiye (!) sebebiyle kusuru öğretmende değil kendimde arıyordum. “Acaba ben ismimi yanlış mı biliyorum? Ablam ismimi niye yanlış öğretti? İsmim keşke bu kadar uzun olmasaydı!” diye hayıflandığımı hatırlıyorum. Arkadaşlarım harıl harıl isimlerini yazıyordu ama ben epey beklemiş, sonlara kalmıştım. Baktım olmuyor, cesaretimi topladım; utanmayla karışık kızgınlık hissi içinde parmağımı kaldırabildim. “Benim ismim böyle mi yazılıyor öğretmenim?” Gelip kendi yazdığına tekrar baktı, tane tane heceledi. Yüzüme, neyi bekliyorsun, der gibi baktı. Ben de ona baktım. “Ama” dedim “bunun şeddesi yok!” 

Dile dair uyanışlarımız kişiliğimiz ve kimliğimiz üzerinden yaşanınca kalıcı izler bırakabiliyor. Benimki gibi. İnsan varlık üzerine düşünmeye isimlerden, bilhassa kendi isminden başlar. Gün gelir de tekrar bir mahreç, bir mihver arama ihtiyacı doğarsa kişi düşünmeye kendi isminden başlayabilir. İsmi getirmiştir onu o yere. Ve nereye gidecekse yine isminden gidecektir. Sırf bu hakikat için çocuklara güzel isimler koymaya özen gösterilmeli. Kişinin güzel bir isimle müsemma olup olmayacağını zaman gösterecektir. Rahmetli dedem “Sana ağır bir isim verdik, artık şunları şunları yapmak sana yakışmaz!” dediğinde hayatımın istikameti geri dönülmez biçimde belirlenmişti. İstikamet bahsinde Osmanlı’dan Cumhuriyet’e miras kalan nesiller en büyük talihsizlikleri yaşamıştır. İsmini kırpanlar, deforme edenler, saklayanlar, taşıyamayanlar, alafrangalaştıranlar, tuhaf terkiplere uğratanlar, terk edenler… ne ararsanız bu geçiş devresinde bulmak mümkündür. Sadece şahıs isimlerinde de değil, politik ve kültürel isim tercihlerinde de keşmekeş hâkimdir: Garpçısı, Osmanlıcısı, İslamcısı, Türkçüsü… 

Abdülhak Hâmid alfabenin değiştirilmesi bahsinden yakınarak “Ömrümün son deminde tuttular ismimin sonuna bir ‘it’ eklediler.” demiş. Anlaşılan o “it” hâlâ Şair-i Azam’ın peşinde! Koca koca edebiyat profesörleri bile adamcağızın adını son birkaç yıla kadar Hamit veya Hâmit diye yazıp duruyorlardı. Ben Kur’ân harflerini tanıdığım için “tam bir cumhuriyet kadını” olan öğretmenimin imlâsındaki şeddenin eksikliğini fark etmiştim ama yine de ismimin d (DAL) harfiyle bitmesi gerektiğini bilmiyordum. Nedense ortaokula kadar da bilemedim. Demek ki benimki noksan bilgiyle yapılan bir tür ukalalıktı. Yarı cahilin kara cahile akıl öğretmesiydi. Öğretmeye kalktım da ne oldu? Öğretmenimin yanlış imlâsını ben de senelerce tıpış tıpış yazmaya mecbur oldum. Aklınızda bulunsun, kara cahillere uymak yarı cahillerin kaçınılmaz akıbetidir. Zaten ismim resmî kimliğe t (TE) harfiyle yazılmıştı. O yıllarda ailemi kim uyaracaktı ki? Ailem kimi uyaracaktı? Ben öğretmenime bile derdimi anlatamamıştım, Kenan Evren’in hoyrat nüfus memuru bizimkileri dinler miydi? 

İslâm harflerinin yasaklanışının üzerinden neredeyse bir asır geçti. Üzerinde trafik işaretleri kadar, emojiler kadar olsun uzlaşılmış bir yazı dilimiz yok. Nerde kaldı ki terimde, kavramda, lügatte birlik tesis edelim! İmlâ sorununu yüz yıldır halledememiş bir ülkenin yazılımla, göstergebilimle, sembolik mantıkla uğraşması bir çeşit züppeliktir. Bu yüzdendir ki yakışıklı şairimiz Abdurrahman Cahit Zarifoğlu “ismimin baş harfleri ACZ tutuyor” derken yanılıyordu. İslâm harfleriyle münasebetimiz kaybolduğunda içine düşebileceğimiz yanılgıların en hafifi, en naifi budur. “Acz” kelimesi "ayn-cim-ze" harflerinden oluşurken şairin isminin baş harfleri gerçekte "ayn-cim-zı" harflerine karşılık geliyor. Naklî bilgiye vurulan büyük darbe, buna mukabil aklî bilginin tekyönlü, tekboyutlu tanımlanışı bizi bilgisizlik içinde bilgisizliğe itiyor. Cehl-i mürekkep diyorlar buna. Cehl-i mürekkebi bugün maalesef “bilmediğini bilmediği hâlde bildirmek iddiasında olan” öğretmenler temsil ediyor.

İnsanlığın cehaletten kurtulması yolunda nakil esastır, akıl sonra gelir. “Nakil”i dışarıda bıraktığınızda iki nesile kalmadan insanlar ellerini yüzlerini nasıl yuyacaklarını bilemez hâle düşecektir, şüpheniz olmasın. Nakil yoksa yahut nakledileni alan yoksa bırakın toplumu, insan tekinin hayatından bile söz edilemez. Her insan kısacık ömür müddeti içinde her şeye baştan başlamak zorunda kalır. Tarihten, toplumdan ve aileden naklolunana kapanan kişi beşeriyetten insaniyete geçemez. Beşeriyette dahi fazla kalamaz, süratle hayvaniyete yuvarlanır. Medeniyet dediğimiz şey bu yüzden tek dişli canavardır. “Şimdinin hayvanı”dır medenî insan. Tarihsiz. Yarınsız. 

Naklî bilgiye kendimizi açarak elde edeceğimiz ilk kazanç cehl-i mürekkepten cehl-i basite terfi etmek olacaktır. Terfi sorumluluğu evvela öğretmenlerin boynundadır. Öğretmenler yükselişlerine “öğretmenler günü” adı altında aslında İslâm harflerinin yasaklanışının kutlandığını, bu kutlamanın 12 Eylül darbesiyle ihdas edildiğini hatırlayarak başlayabilirler örneğin. Geçen ay ilan edilen “ortak Türk alfabesi”nin Türklüğe kastettiğini görerek ahlâkî yükselişlerini pekiştirebilirler. Hatta Mustafa Kemal Atatürk’ün 24 Kasım 1928’de kara tahta önündeki pozuyla “başöğretmen” unvanı almasına mukabil Recep Tayyip Erdoğan’ın akıllı tahta önünde yeni “x” harfiyle poz verip vermeyeceğini sorarak nakil ile akıl arasında sıhhatli bağlar kurmayı başarabilirler. 

Muhammed SARI (14 Cemaziyelevvel 1446 - 16 Kasım 2024)

AHİRET TARLASINDA AFYON ÜRETMEK

Yaşım çok az şeyi anlamama müsaade eder. Yeteneğim ise anladıklarımın çok azını anlatmaya. Fakat okumak, yazmak, düşünmek, hayatı rikkatli yaşamaya çalışmak sayesinde zaman ve mekân biraz olsun genişleyebiliyor, ileriye ve geriye doğru nispeten rahat hareket edebiliyorsunuz. “Ömür” ve “hayat” mefhumlarının aynı şey olmadığını sanat ve düşünceyle temas ettikçe anlıyorsunuz. Dahası, insan varlığınızın nerelerden başladığını ve tahmin edilemeyecek kadar uzak bölgelere sarktığını hayretle, haşyetle fark ediyorsunuz. Kendinden taşabilmenin verdiği güçle olsa gerek geçmiş ve gelecek, tarih ve tabiat, hayat öncesi ve ölüm sonrası hakkında birtakım görülere ulaşabiliyorsunuz. Buna gaibe muttali olmak denemez elbette. Kantçı bilgiye yabancı olduğumu söylemeye çalışıyorum sadece. “Ben aklın sınırlarını inanca yer açılsın diye belirlemeye çalıştım.” demişti Kant. Hayır, biz Müslümanız. Bizim bilmemiz ile inanmamız birbirinden ayrılamaz.

Terim, kavram ve tanımlar yerine dünyaya tavırlar ve tutumlar üzerinden bakmayı yeğliyorum. Gerekmedikçe yüklü isimlendirmeleri doğrudan kullanmamaya dikkat ediyorum. Terimlerin içinde ben yoksam, kavramlarda benden bir şeyler yoksa, birtakım hazır tanımların yardımını hissetmiyorsam onlara ihtiyatla yaklaşıyorum. Kişiliksiz terimlerin, kavramların, tanımların tıka basa dolduğu zihinlerimizle bugün daha özgür olduğumuzu iddia ediyoruz. Hep böyle olur zaten: Kalın kafalılık ve köle ruhluluk birbirini besler. Büyük şair yıllar önce “Din yardım eder, teori acımasızlığı öğretir.” demişti. Hayat kurtaran bir sözdü. Hâlâ kurtarıyor. Yine de ufak bir ilave yapmama izin verin: Yardım ediyormuş gibi görünen teorinin foyasını meydana çıkarmak ve din namına gerçekleştirilen acımasızlıkları boşa çıkarmak şartıyla. Dine dönüşmüş teorileri ve teorilerden ibaret hâle gelmiş dini red şartıyla.

İnandığımızı söylediğimiz şeyleri bir gün bizzat görüp bileceğimizi hakikaten kabul etmiş olsaydık gördüklerimizi inanç diye bellemek tehlikesinden korunabilirdik. Gelecek zaman sigasıyla anılan ahiret bildiğimiz mânâda gelecekte değil şimdidedir. Ahireti bir tür uzak gelecek olarak tasavvur edenler inandıklarını görmekten mahrum kalıyor, gördüklerine inanmaya başlıyor. Böyle kişiler ahiret tarlasında afyon üretiyordur artık. İmal ettikleri afyon sebebiyle halüsinasyon ve hezeyanlara maruz kalmışlardır. İlerleme afyonuna maruz kalıp geriden gelen bir millet olduğumuzu kabul ettiğimiz günden beri iki katlı tuhaflık yakamızı bırakmıyor: Sanayileşme ve kalkınmanın ferde, tabiata ve topluma verdiği hasarı biliyoruz fakat tarihte eşi görülmemiş bir determinist boyun eğiş yüzünden o yoldan bizim de geçmemiz gerek diyoruz. Teknolojinin insan ruhunu nasıl örselediğini biliyoruz ama önce çağa ayak uyduralım, gerisini sonra düşünürüz diyoruz. Bu mantığa göre teknolojik güç onu ele geçirmek isteyeni belki hep vezir etmiyor ama ondan mahrum kalanı kesinlikle rezil ediyor… Öyleyse kopsun kıyamet!

Gücü ilah belledi birileri. Yol hâlâ bu yoldur. Kötülüğe bulaşmamaktan ve kötülüğü tanımlama dirayeti göstermektense ona göz yummaya mahkûm bir zihin sefaleti hayat tarzı diye benimsetildi. Zor ama haysiyetli bir hayat yaşamaktansa zorbaların yancılarından biri olmak marifet sayıldı. Teoriyi kopyalamak makbul, teorinin eleştirisini uygulamak yersiz bulundu. Hesabını sormadığımız her kötülük dönüp bizi hesaba çeker oldu. Yolun yarıdan çoğu geçildi Türkiye adına. Herkes kendi muhayyel perisûretine kavuşacağı varsayımıyla sürüklenmeye devam ediyor. Gerçekler caddelerde anadan üryan gezse de görmezden gelmeye çalışıyoruz. Belki “dünya sistemi” tezini artık komplo teorisi deyip inkâr etmiyoruz ama milletlerin kendi kararlarını verdiklerine de inanmak istiyoruz. Politik manipülasyonun medyatik algoritmalar aracılığıyla olağanlaştırıldığını dakika dakika tecrübe ediyoruz ama seçmen denen insan türünün kararının kendi vicdanına ait olduğunu da iddia ediyoruz. Orijinal görünme endişesine boşverin ve kendi iyiliğiniz için şu soruları cevaplamaya bakın: Düşüncelerimiz bizim düşüncelerimiz mi? Bu sözler gerçek düşüncelerimizin ifadesi mi? Yaptıklarımızı hür irademizle mi yaptık? Ne yaptığımızı biliyor muyuz peki?

Muhammed SARI (3 Cemaziyelevvel 1446 - 5 Kasım 2024)

DÜNYAYA KARIŞMAK

Eylemlerimizin bir dizi sonucu vardır ve eylemlerimiz başka eylemlerin sonucudur… Böyle söyleyince hayatı kesintisiz bir akış gibi tasavvur etmiş oluruz. Fakat her eylem arasında bir fasıla vardır. En az iki eylemden söz ediyorsak aralarında bir kesinti olduğunu da kabul etmeliyiz. Kesintisiz olana, sınırlanmamış olana akış demek mümkün değildir zaten. Olsa olsa Yaratan’dır o. Evet, her eylemin sonu vardır ve o son, kritik yapıp soluklanma aralığı sunar bize. Eylemsizlikte neler cereyan ettiği eylemlerimiz kadar önemli. O aralıkta eylemlerin aslî sebeplerini bulamasak bile mevcut sonuçlarını gözden geçirme imkânı bulabiliriz. İnsanlar bu aralığı ekseriyetle sıradaki eylemi planlamak üzere kullanmaya eğilimlidir. Çünkü zamanın geçişi ve mekânın tagayyürü insanda hep ilerlediği intibaını kuvvetlendirir, akışın gerisinde veya kenarında kalmamak dürtüsünü tetikler. İntiba ve dürtülerin yön verdiği bir hayat düzeninde bilinç uykudadır. Geriye ve ileriye doğru eylemlerin çizdiği hatta bakarak eylem öncesi durumla son durum arasındaki bilinç bağlantısını yani “seferin lojistik sıhhatini” gözden geçirebilenimiz çok azdır. Başka şekilde söylemek gerekirse: İnsanlar yaşarken ya ihtirasları uğrunda tek yönlü ya da akılları doğrultusunda çift yönlü eylemlerde bulunurlar.

İhtirasla akılı rakip gibi konumlandırarak doğru yaptık mı? Hayır, ama insanlık tarihi bunların birini diğerine kurban etmenin tarihidir denebilir. Siyasî tarih kitaplarına bakarsanız “ihtirasları akıllarından büyük insanlar”ın hayatları üzerinden örülmüş bir anlatıyla karşılaşırsınız. Felsefe tarihleri ise bize “akılları ihtiraslarından büyük insanlar”ı anlatarak sözüm ona zıt veya alternatif bir perspektif sunar. İnsanları makuller ve muhterisler diye kesin çizgilerle ayırmak başta insan tabiatına aykırı olsa da anlatılar böyle şekillenegelmiştir. Zaten beşer nezdinde itibar görmüş her beşerî anlatı ancak çarpıtmalara, abartmalara, genellenemelere başvurarak kendine yer açabilmiştir. Beşerî anlatılar akışa kapılmakla (hırs) akışın dışında kalmak (akıl) dışında tercih sunmaz. Hâlbuki ne akışa kapılanın ne akışın dışında kalanın akışı hakkıyla idrak ettiğini söylemek mümkün. Birinin akılcılık görünümlü nefsaniyet, diğerinin delilik maskesi altında soğukkanlı cinayet oluşu siyasî ve felsefî anlatıları töhmet altında bırakır. Utkulu figürler (krallar, askerler, fedailer) işlenen sistematik suçların örtbas edilmesini hatta haklılaştırılmasını sağlamak bakımından siyasî anlatıların vazgeçilmezleridir. Kitleleri bunların ardında sürüklemek işten bile değildir. Gerekirse ellerini kirletmekten de çekinmezler. Tutkulu figürler (filozoflar, bilim adamları, azizler) ise kitleleri peşlerinden sürükleyenleri peşlerinden sürüklemek suretiyle daha alengirli işlere dalmışlardır. Akışın kirine bulaşmadan gelirine tâliptirler. İnsanlar arasında binlerce yıllık tüm bu hercümerç yaşanadursun; akış dediğimiz şey bütün azameti, öngörülemezliği ve dinamizmiyle varlığını korumaktadır. Akışa (ırmağa?) girenler onu çoğaltamadıkları gibi akıştan çıkanlar da onu eksiltememektedir. Tarih kitapları hayatın ne idüğünden haber veremez.

Marx filozofların dünyayı yorumlamalarının fayda vermediğini, artık yapılması gerekenin dünyayı değiştirmek olduğunu söyleyerek felsefî eylemsizliği emekliye ayırıp siyasî eylemliliğin önünü açmış oluyordu. Ortaya orijinal bir fikir attığını düşünüyordu muhtemelen. Evvelkilerin dünyayla tanışmadığını söylüyor, artık dünyaya karışmak gerektiğine inanıyordu. Dünyaya karışmak… Türkçenin mantığı (siz buna metafiziği de diyebilirsiniz) “karışmak” fiilini işteş yani iki anlamıyla da anlamamıza müsait. Türkçeye göre, karıştığın şeyle karılırsın. Karılmadan karışmak, karışmadan karılmak mümkün değildir. Dünyaya karışmak dünyayla karışmayı getirir; üzerimize dünyadan bir şey sıçraması ve dünyanın bizden bazı izler taşıması kaçınılmaz olur. Ne var ki dünyaya karışma-karışmama ikilemine sıkışan hayat tarzı medenîleşme-yabancılaşma döngüsünü sürekli tetiklemekten kurtulamaz. Marx’ın “dünyaya karışan insan”ı bu diyalektiği kendi canlılığının şartı kılan bir keşiş-militan tipinin doğmasına kadar varmıştır. Platon’un filozof-kral karakterinin çözüme kavuşturamadığı akıl-ihtiras denklemi Marx’ın keşiş-militan tipiyle daha karmaşık bir hâl aldı. Geldiğimiz noktada bilmek iddiasının mı yapmak iddiasının mı insanlığı daha büyük felaketlere sürüklediğini tahlil etmekte hepimiz zorlanıyoruz. 

Bilenlerin yapmadığı, yapanların bilmediği bir hayat düzeninde akıl ile ihtiras arasındaki dengeyi bulmak muhaldir. Böyle bir dünyada varlığımızın anlamı dahi karartmaya maruz kalmıştır çünkü. Batılılara inanırsanız insanlık “karışmıyorum öyleyse varım” çizgisinden “karışıyorum öyleyse varım” merhalesine kadar ilerlemiştir. Melekleşme iddiasını hayvanlaşma tehlikesinin takip ettiği yuvarlanışa onlar medeniyet diyorlar. Bir süredir de android meleklerin çağının başlamasından medet umuyor Batılılar. Android meleklerin insanlığı akıl-ihtiras kıskacından kurtarmasını bekliyorlar. Peki biz Türkler? Bizim dünyaya karıştığımız söylenemez. Karışmamaktan memnuniyet duyduğumuz da. Tüm yaptığımız şu: Kaşınıyoruz! Eylemlerin ve eylemsizliğin kısırdöngüsünden rahatsız olduğumuzu izhar anlamında. Tatlı tatlı değil. Kanatırcasına değil. Akıl ile ihtiras arasında. Ne ödül beklentisi içinde ne kaçış hazırlığı içerisinde. Kaşınıyoruz öyleyse varız! 

Muhammed SARI (30 Rebiülahir 1446 - 2 Kasım 2024)

BİR KÜRT YAZISI

İsmet Özel meşhur Türk tanımını yapmadan önce de Türk’tüm ben. Aslen Kürt olan ben o tanımın yaşayan hâliydim. Art niyetli, bilgisiz, umursamaz, kandırılmış veya korkularımızın esiri değilsek çoğumuz böyleyizdir, buna bilkuvve açığızdır. Türklük tanımının parlak görünme kaygısı taşımaması ve komplekssizliği bana en güven veren yanı olmuştur. “Kâfirle çatışmayı göze alan Müslüman’a Türk denir.” Duyduğum günden beri “Bunda yeni hiçbir şey yok ve tamamen doğru!” demiştim içimden. Başka türlü bir Türklük bilmiyordum ki. Ben de bu fikrin bir parçası olayım demedim, bu fikir benim olsun da demedim. Bu fikir bizatihi bendim zaten.

Kendimizizdir yahut değilizdir. Kendimizin olamayız. Parçamıza ait olamayız. “Aslen Kürt olan ben” ibaresi de bu yüzden isabetli sayılmaz. Kürtlük benim ve Türkiye’nin dününü ve yarınını ifadede yetersiz kalıyor. Tarihteki adımız Türk idi ve varsa bir geleceğimiz yine Türk olarak var. Sözün doğrusu “aslen Türküm” demektir ve Kürtlük gibi sair etnisitenin bir fasıl olduğunu bilmektir. Tarih sahnesine iki isimle, iki kimlikle çıkamazsınız. Hele birbirinin muadili ve alternatifi olmayan iki baş ile hiç çıkamazsınız. Birini diğerine kestirirler. Sokağa çıkabilirsiniz ama tarih sahnesine çıkamazsınız. Sosyal hayatta birtakım kimlik terkipleriyle yol almak mümkündür hatta farklılıklar birer nimet ve âyettir; ama tarihte sadece mütecanis ve yekpâre bir varlık olarak yer alabilirsiniz. Bir yerde iki millet varsa orada cumhuriyet olamaz. Cumhuriyet türdeşliği gerektirir. Eğer bu topraklarda en az iki millet var diyorsak mevcut rejimin uzun vadede bir federasyon, bir tür krallık olarak değişmesini de zımnen destekliyoruz demektir. Heterojen yapılar ancak bu tip rejimlerle ayakta durabilir.

Türklüğü etnisite ve nasyonalite bağlamlarında anlayanlara sesimizin ulaşması zor. Müslümanlara ulaşması iki kat zor. Çünkü onlar Müslümanlık ve Türklüğü ırkçı ve ulusalcı propagandaların şekillendirdiği bir kültür ortamında tanıyageldiler. Önce farkına varıp bu psikolojik dayatmaları aşmak, sonra kendi özlerini yeniden tanımak gibi iki kat ağır bir yükün altındalar. Allah hepimizin yardımcısı olsun. Yine de Türklüğün altında buzağı arayan Müslüman kardeşlerime diyeceğim şudur: Türklüğü kazıdığınızda altında İslâm mühründen başka bir şey bulunmadığını anlamak istiyorsanız evvela İslâm ve Türklük adına üzerinize kat kat atılan örtüleri tek tek kaldırmak zorundasınız. Bunun kolay bir yolu yok. Türklük bir davet olduğu kadar bir seçme de getiriyor.

Kendimden bahsetmek zorundayım. Yazdıklarımızın ucu gider yaşadıklarımıza dayanır çünkü. Erzurumlu bir aile olarak iki vasfımız vardı ki ikisi de mevcut düzenle uyuşmazlık hâlindeydi: Müslümanlık ve Kürtlük. Bu uyuşmazlık sebebiyle ikisini de bırakıp “kürtçü” olmam için 90’lı yılların Türkiye’sinde bütün şartlar hazırdı aslında. Semtinde yaşadığımız beyaz Türklerin hayat tarzına uzaktık. Uyruğu olduğumuz laik ideolojinin çizdiği vatandaş profiline uzaktık. Etnikçi ve ulusalcı düzen yanlıları senden nefret ederdi ama -burasına dikkat- seni asimile etmeye de istekli görünmezdi. Onlardan olamazdın, haddin değildi. Kendin olamazdın, hakkın değildi. Seni hep cenderede tutarak bir karikatür karakteri ve bir günah keçisi olmaya iterlerdi. Sayısız delil var; bakın medyaya, bakın politikaya, bakın gündelik hayata. Komikler ve mafyalar hep Kürt’tür. Neyse ki ailemizde Müslümanlık ve Kürtlük vasıflarımız birbirine denk değildi. Evde her zaman baskın olan Müslümanlıktı ve beni “kürtçü” olmaya zorlayan şartlara karşı tek denge unsuru buydu. Ailemden öğrendiğim kadarıyla yaşadığım Müslümanlık ırkçı zırvaları aşmamı sağlıyordu ama ötesine geçmeye yetmiyordu. Kendimi seküler-laik-ulusalcı katmanı da yarmak, bilhassa orayı yarmak zorunda hissediyordum. “Kürtçü olmamak” bir var olma biçimi olamazdı asla. Çoğu Kürt bu katmanda kalmıştır. 

“Onlardan olmak” bir aşağılık kompleksi, “kendin olmak” bir reklam sloganı. Yirmi yaşımda anladım ki "onlar"ın canına okumadan kendimle gerçek bir temas kurmam hayalcilikti. 2001 yılında yayınladığım ilk şiirimde bunun farkına vardığımı yarım yamalak da olsa göstermek istemiştim. Müslüman kimliğim ırkçı ithamlara karşı direnç sağladığı hâlde ulusalcı dayatmalar karşısında neden işe yaramıyor diye düşünmüş ve sonunda kritik cevabı bulmuştum: Hanefîlik. Anahtar buydu. Fark ettim ki ırkçılığa karşı kendi asabiyesini ve Müslümanlığını muhafaza eden bütün akrabalarım Şâfiî idi. Fakat Şâfiîlik ulusalcı ideolojinin şehir hayatında hissedilen baskısı karşısında etkisizdi. Şâfiîliğin kazandırdığı asabiye o kadar kuvvetliydi ki kır-kent, mâdun-mâfevk, esmer-beyaz gibi çatışma düzlemlerinin hepsinde size bir mevzi sağlıyor, sizi bir kişilik sahibi kılıyordu. Öyle ki PKK bile bir süre Şâfiî mezhebinden olduğunu söyleyerek sempati toplamaya çalışmış ve kısmen başarmıştı da. Politik bölücülük Şâfiî mezhebinin keskin ve tavizsiz karakterini kırsalda kendi lehlerine kullanabilmişti. Irkçı muameleden ve ekonomik geri kalmışlıktan canı yanan Şâfiî Kürtlerin çok az da olsa bir kısmı bu oyuna gelmişti. “PKK için” değil elbette ama “PKK üzerinden” kentlerde yaşayan mâfevke had bildirebileceğini düşünmüştü. 

İster köyde ister kentte olsunlar çoğu Şâfiî olan akrabalarımın bir kısmı yukarıda özetlemeye çalıştığım pozisyonlardan birine hayatlarının bir döneminde muhakkak uğradılar. Açıktan söylemese de PKK sempatizanı olan da, para ve itibar kazanamadığı için kusuru “TC ırkçılığı”nda bulan da, solcuların liberallerle ortaklığından türeyen söylemlere merak salan da vardı. Bütün bu karmaşaya rağmen Şâfiîliğin Sünnîlikle sıhhatli bağı onun çizgiyi asla aşmamasını sağlıyordu. Çizgiyi geçen Alevîler ve Alevî Kürtlerdi. Kimine göre zaten o çizginin ötesinde başlıyordu Alevîlik. Yani yirmisinde keşfettim dediğim Hanefîlik aslında Şâfiîliğe değil Alevîliğe karşı fonksiyon icra ediyordu. Yaş aldıkça gördüm ki Türkiye’nin politik haritasında fay hatları Şâfiî Kürtler’den değil Kürt olsun olmasın Alevîlerden geçiyordu. Fakat Alevîlerin sol cenaha, solculuk yoluyla Avrupa ve Amerika’ya bağlılığını bildirmesi onları kendi ülkeleriyle çarpık bir aşk-nefret ilişkisine zorlamıştı. Kırdaki ve şehirdeki Alevîler bile dostlarının ve düşmanlarının kim olduğu konusunda fikir ayrılığına düşmüştü. Kır Alevîleri devletin ırkçı olarak niteledikleri yüzüyle, şehir Alevîleri ulusalcı denen yüzüyle mücadele halindeydi.

Bu sırada biz az sayıdaki yoksul Hanefî Kürt ne yapıyorduk? Pek fazla şey değil doğrusu. Politik bilincimiz Şâfiî akrabalarımıza göre zayıftı, hatta Alevîlere göre yok gibi birşeydi. Kaba bir nazarla bakıldığında “dünyevîleşmiş” ve “sistemle muvafık” bile denebilirdi bizim için. Bu halimizle sağcılığın her türlüsü için kolay bir avdık. Büyük şehrin geçim derdinin orta yerinde, seküler düzenin orta yerinde, terör saldırılarının orta yerinde ayakta kalmaya çalışıyorduk sadece. Çok azımız ayakta kalmanın kritiğini yapmıştır. Kritiği yapanlar ırkçılığın ve ulusalcılığın hiçbir türüyle yol yürünemeyeceğini anlamakta gecikmedi. Geriye tek seçenek kalıyordu: Her şeyin orta yerinde durarak ama ortalık malı olmadan, ortayı bularak ama ortalamaya rıza göstermeden, hülasa ortanın bizzat kendisi olduğumuzun idrakine vararak Müslümanca bir yol yürümeliydik. Hanefîlik bu demekti, fıkhî bir tutuma indirgenemezdi. Batıcıların züppe kültürüne karşı Kürtlüğün asabiyesini panzehir olarak kullanabilirdik; fakat bölücü emperyalizmin oyuncağı olma tehlikesi gösterdiği an bu asabiyeyi çöpe atabilmeli ve kendi irademizle asimile olup Türkleşebilmeliydik. Resmiyetin müsaade ettiği kadar Müslüman olma zilletine karşı Şâfiî mezhebinin ilmî tavizsizliğinden güç devşirebilir, Alevîlerin sınıf bilincinden ders alabilirdik; fakat dünya sistemi tarafından yöresel ve bölgesel çerçevelere sıkıştırılma riskine karşı Hanefîliğin açtığı politik manevra alanına yönelerek Sünnîliğin cihanşümul nazarını mezhep nazariyemizin üzerinde tutmayı bilmeliydik. 

Dünyada hiçbir millet bu kadar karmaşık bir politik tutum alışa zorlanmamıştır. Türklük veya Türkleşmek zorluğu nispetinde dönüştürücü bir potansiyele, zincirleme bir reaksiyonu tetikleme gücüne sahip. Batı’dan ısmarlanan mezhepçi, ırkçı, ulusalcı açılım projeleri bu potansiyel kuvveden fiile geçmesin diye sürülüyor önümüze. Züppelik kültürü (solculuk) ve resmî Müslümanlık (sağcılık) el ele verip gözlerimizi perdelemeye devam ediyor.

Muhammed SARI (24 Rebiülahir 1446 - 27 Ekim 2024)

SÖZÜN BAŞI, KİTABIN ORTASI, YOLUN SONU

Hakan Fidan 21 Ekim’de “Gülenciler yol yakınken dönsün.” dedi. Arkasından Devlet Bahçeli 22 Ekim’de “Bugün kitabın ortasından konuşacağım.” dedi. Öyleyse biz de sözün başındayken kitabın ortasından konuşalım ve bir yolun sonuna geldiğimizi söyleyelim. Yolun sonu sözü size ne çağrıştırıyor bilmiyorum. İyi yolda olduklarını düşünenler bu tabirden endişe duyacaklardır. Gidişatın kötü olduğunu düşünenlerse betere doğru gittiklerine kanaat getirip daha iç karartıcı düşüncelere dalacaklardır. Zaten yolumuz yol değildi, belki bu vesileyle yeni bir yola gireriz diye düşünenler de vardır mutlaka. Bir yol olsun da nasıl olursa olsun diyenlerin sayısı hiç de az değildir.

Türkiye’de siyasetin etki alanı, gündemi belirleme kapasitesi ne kadar yüksekse bu gücü elinde bulunduran odakların sayısı o kadar az. Bu durum, devlet gücünü arkasına alan gizli bir azınlığın topluma her istediğini dayatmasına sebep oluyor. Öte yandan, siyasî meseleler hakkında herkesin yorum yapabilme serbestisi ile gerçek bir siyasî katılım gösterme sorumluluğu arasındaki uçurum gittikçe derinleşiyor. Bu durumda ise safdil ve tecrübesiz kimselerin siyasî alana tedbirsizce girip harcandığına şahit olabiliyoruz. Devletle millet, resmiyetle sivillik birbirinden koptukça ve gri bölgeler genişledikçe zihinlere belirsizlik, kargaşa ve sanrılar hâkim oluyor. 

Griyi açık siyah olarak mı, kirli beyaz olarak mı tanımlayacağız? Konjonktüre göre değişir, cevabını verecektir çoğu insan. İlkeler yerine menfaatler üzerinden konum almanın tabii neticesi olarak. Gri alanda konumlanan aktör ve grupların gerçek renklerini anlamak hakikaten zordur. Fakat ilk elde şu kadarını bilsek bile bir başlangıç noktası yakalayabiliriz: Gri oluşumlar meşruiyetlerini tabandan (halktan), ehliyetlerini tavandan (seçkinlerden) almaya çalışır. Griler hem yönetenlerin bazı imtiyazlarına ortak olma fırsatını kovalar hem de yönetilenlerin itirazlarının sözcülüğünü yapma onurunu kimseye kaptırmazlar. Ölü evinin yasçısı, düğün evinin tefçisi bunlardır. Ömürlerinin uzunluğu bu dengeyi koruyabilmelerine bağlıdır. Bu nedenle Türkiye’deki siyasal alan ve sivil alan bir açıdan bakıldığında birbirine karışıp sınırları kaybolmuş gibi görünürken bir açıdan bakıldığında en keskin çizgilerle birbirinden ayırılmış görünmektedir. Griler ne mutlak karışmayı ne mutlak ayrışmayı ister. 

Grilik üçüncü bir taraf gibi algılansa da aslında siyah ve beyazların zaman zaman içine dalıp gizlenmelerini, araziye uyarak doğru zamanı beklemelerini sağlayan geçici duruma verilen addır. Bu bakımdan Türkiye’de belli bir etki alanına erişmiş bütün de facto yapılar (holding, dernek, vakıf, tarikat, cemaat, cemiyet, lonca, kooperatif, sendika, ajans, lobi, mafya, çete…) vakti geldiğinde etkilerini de jure yetkilerle taçlandırmak, gelirlerini sağlama almak niyetindedir. Bu süreç boyunca “sivil bir parti” ve “sivil bir hükûmet unsuru” gibi hareket ederler. Tersi de olur: Partiler veya hükûmetler bazen manevraları ve söylemleriyle kâr amacı gütmediği söylenen kuruluşları taklit eder. Amaçları sürecin sonunda yetkilerini arttırmak veya yetkilerinin toplumdaki etkisini arttırmaktır. Yani de jure statünün yetmediği yerde de facto durumlar yaratarak kendi lehlerine kaldıraç etkisi oluşturmaya çalışır. İki taraf gri bölgede karşılaştıklarında çatışmak yerine kaynaşmayı tercih eder. Dolayısıyla mevcut Türkiye şartlarında AKP bir şirkettir, CHP bir tarikattir, MHP bir ajanstır, FETÖ ve PKK sistem içre birer de facto partidir… dediğimizde yanlış bir söz söylemiş olmayız. Kimileri gücü ele geçirebilmek için sivil görünümlü alandan resmî makamlara doğru uruç halindeyken kimileri elindeki gücü koruyabilmek için sivillerle dolu festival alanında akrobatik gösteriler yaparak puan toplamaktadır. 

PKK cinayet makinası ve Gülenciler Türkiye’nin savunma mekanizmasını yenemedi. Yenmeye yaklaşamadılar bile. Kozları patronlarının kendilerine teoride ve pratikte sınırsız yedek parça tedarik etmesiydi. Kürtçülük ve Gülencilik son 40 yılda de facto pozisyondan de jure statüye geçmek stratejisine bu sayede büyük oranda sadık kalabildi. Türkiye’nin tek kozu tek başınalığıydı, seçeneksizliğiydi, ölümüneliğiydi. Fakat Türk devletinin başındakiler ne hukukî ne fiilî ne ahlâkî üstünlüklerini hakkıyla kullanabildi, buna niyetlenilmedi bile. Neticede varılan yer, yüz yıl önce memlekete dışarıdan sokulan nifakın bugün yine dış tehditler gerekçesiyle ittifak tekliflerine muhatap olmasıdır. Akla birçok soru geliyor: Öcalan, Osmanlıda asilere pâye verilip sulh edilmesi kabilinden bir anlaşmayla uluslararası bir statü mü kazanacak? Gülen’e intisap edenler “yol yakınken” etkin pişmanlık yasasından faydalandırılıp topluma mı kazandırılacak? Devlet açık ve örtülü ittifak teklifi (tehdidi?) yoluyla örgütlerin içinde çatlaklar oluşturmayı mı amaçlıyor gerçekten? Öcalan mecliste konuşsun, Gülenciler yol yakınken dönsün demek zorunda kalan devlet aklının, alacağı cevap ne olursa olsun Edirne’de, Diyarbakır’da, Irak’ta, Suriye’de özellikle de İsrail’e karşı aktif ve kararlı bir politika izleyeceğine güvenilebilir mi? Hem Türkiye hem muarızları CENTCOM’dan izinsiz adım atabilecek durumda mı? Yakın denilen yol hangi yoldur? Şu ortasından konuşulan kitap hangi kitaptır? Soruları çoğaltmanın faydası yok. Dünya sistemi cevapları asla verilmeyecek sorularla oyalanmamızdan istifade ediyor. Tehdidin boyutunu teklifin şok ediciliğine bakarak kestirmeye çalışmak eleştirel düşünme melekemizi köreltiyor.

İslâm’ın siyasetsizleştirilmesi, siyasetin İslâmsızlaştırılması ve üstelik bunların iki ayrı alan olarak var olmaya zorlanmaları Türk toplumunda derin yarıklar açtı. Bizim için takdir modernlik projesi bu ameliyatın gerçekleştirilmesinden ibaretti, başarıldı. Ayrılıkçı, takiyeci, menfaatçi unsurlar bu yarıklarda yuvalandı. İslâm itikadı sünepe bir görüntüye hapsedildi. Siyaset kurumu sansasyonel çıkışlar yapmadan yol alamaz hâle geldi. Siyasetin elindeki tabanca başından beri kurusıkıydı ama patlama sesini duyar duymaz kendi rızanızla ölmek zorundaydınız. Güzellikle ölmediğinizde sizi kabzayla dövüle dövüle gerçekten öldürülme tehlikesi bekliyordu çünkü. Bugün ise ölülerin ve ölmüş gibi yapanların ittifakı siyaset kurumunu bir teklife zorlamış görünüyor. Anlaşılan o ki hata katmerlenerek devam ediyor. Ahlâk sorunuyla hukuk sorununun birbirinden ayrılamayacağını kabule hâlâ kimse yanaşmıyor.

Muhammed SARI (20 Rebiülahir 1446 - 23 Ekim 2024)

AKILSIZ BAŞ, BAŞSIZ GÖVDE

Tarihte eşi görülmemiş bir bilişsel yüklemenin tazyiki altındayız. Kondisyon orta düzey beceri sayılıyor artık, kognisyona yükleniyoruz. GIF’teyiz. Zihinlerimiz bu döngüde çaresiz. Dünyayı kuşatan teknolojik gelişmeler aklımızı başımızdan aldı. Aklımızı aldı, satamadı ama geri de getirmedi. “Akılsız baş”ımızla yaklaşık üç yüz yıldır vaziyeti idare etmeye çalışıyoruz. Gazze’nin yakılıp yıkılmasını normalleştiren son hadiseler “akılsız baş” hiç yoktan iyiydi dedirtiyor, çünkü şimdiki halimiz “başsız gövde”den farksız. 

Bir toplum “nomos”unu kaybetmişse doğru ve yanlış diye dünya sisteminin kendine yutturduğu şeyleri bilir. Namus insanın kıymetli olanı tanıma ve koruma kabiliyetlerinin bir bileşkesidir ve insana sağlayacağı yarar yine tanıma ve koruma kabiliyetlerinin keskinleşmesi (yani namusunu korumak) olacaktır. Namus (iman) insana okuyup yazmakla bulunamayacak türden bir akıl (logos), bitip tükenmeyecek türden bir cesaret (epos) bahşeder. Namuslular başın bir yerde, gövdenin başka yerde durduğu bir hayatı tasavvur edemez. Edemezdi. Türklerin benlik, nesne ve âlem tasavvuru kısa sürede öylesine erozyona uğradı ki 18. asırda ayakların baş olması rezaletini 20. asırda başımızla gövdemizin ayrılması felaketi takip etti. Düşünceleriyle davranışları arasındaki bağ kopan hiçbir organizma bu kötü akıbete uğramaktan kurtulamadı. Elimizin işte gözümüzün oynaşta oluşu mahvetti bizi. Elimizden pek iş gelmiyor artık. Küntleştik. Oynaşabilmiş de değiliz; hatta o rezil açlık hissi, inkılâpların tamamlayıcısı olan askerî darbelerle birlikte yerini hınca bıraktı. Aldatıldığımızı anladık ama kabullenemedik. Hıncımızı bizi aldatandan değil bize sadakat gösterenden çıkardık, çıkarıyoruz. O gün bu gündür yârânımız yok, yaranabildiğimiz yok. Kapitalizm bizi dışlayarak yutmak istiyor, tarihimiz bizi kendi dışımıza koyvermiyor. Dışımızı dışlayamıyoruz, içimizin içine giremiyoruz. 

Arada kalmışlık ölümden beter. Muradımızı satır aralarına serpiştirerek konuşabiliyoruz çoğu zaman. Çok şeyi satır arasında söylemek zorunda kaldık. Konuşmanın zorlaştığı dönemlerde satır aralarının nasıl genişlediğini, ne kadar çok mânâyı yüklenebildiğini bilseniz şaşırırdınız. Edebiyat bu genişlemeden istifade edebilir ama hakikat açısından satır aralarının bu kadar şişmesi hayra alâmet değil. İçimizin şişmesi hayra alâmet değil. Gebelik ile gebeşlik arasındaki fark durumumuzu anlamaya yardımcı olacaktır. Hayır ve bereket, olursa namuslu bir gebenin sancısından hâsıl olur. Gebeşlerde namus aramayın. Gebeler hayatta kalarak doğurabilir, doğurmuşken ölebilir, düşük yapabilir. Müslümanın hayatında hepsinin yeri var. Gebeşler asla doğuramazlar ama şişip sıkışmaktan bir gün çatlayacakları muhakkak.

Aklımız başımızda, başımız gövdemizde, gövdemiz ayaklarımızın üzerinde, ayaklarımız vatanımızın üzerinde olsaydı mânâlar satır aralarında değil insanlar arasında gezinecekti. Bir ütopyadan mı bahsediyoruz? Bir düşünceyi vaktinden evvel dile getirmek acemilik sayılır. Diğer deyişle, ütopya vaktinden önce dile getirilmiş düşüncedir. Fakat biz vaktiyle olmuş olanın peşindeyiz. Olmamış gibi davranılmasına itiraz ediyoruz. Tekrar neden olmasın, hatta daha iyisi neden olmasın deyip duamızı buna göre yapalım diyoruz. Bizim bütün işimiz imkânla, potentia ile. Lehimize verilecek yepyeni bir “kün” emr-i İlâhîsi ile. Olguyu, olayı ve oluşu bir bütün olarak kavramak istiyoruz.

Taşın yerinde ağır olması gibi baş da yerinde ağır. Ve Türklerin ağırlığı davasının ağırlığı kadar. Türk aklını başına devşirdiği an davasını da “baş üstüne!” ünlemesiyle üstlenecektir. Fakat ortada hayat idamesi ve devlet idaresiyle bocalayan hatta hafife alınan bir toplum varsa onun Türklüğü şüphelidir. Üç yüz yıldır vaziyeti idare ettiğimiz için idame-i hayat edemiyoruz. “Dvr” masdarından müştak bir kelime idare. Akışta değil döngüdeyiz. Döngüde ilk ve son birdir, ayak ve baş yoktur. Kondisyonumuz düşük olsa da yeni bir yürüyüş hattına ihtiyacımız var. Bir mekânda, birim zamanda gerçekleştirilecek bir yürüyüş kurallar kitabının yeniden yazılmasını sağlayacak.

Muhammed SARI (14 Rebiülahir 1446 - 17 Ekim 2024)

YERYÜZÜ BÜYÜKLÜĞÜNDE BİR TABUT

Türkiye’de İslâm’ın artık kendine mahsus bir sosyal hayatı kalmadığı fikrine ne dersiniz? Alt tarafı bir tespittir denilip geçilebilir mi? Yakın tarihi esas alırsak gerçekten de Türklerin ölmeye, bitmeye, can çekişmeye, ölüp ölüp dirilmeye yabancı olmadığını görür, yirmi birinci asrın ilk çeyreği biterken yine can derdine düşmelerini şaşırtıcı bulmayabiliriz. Bu bakımdan yukarıdaki önermenin bir tespit değeri taşıdığı kabul edilebilir. Fakat bize asıl lazım olan tespitin hangi bağlamda, hangi niyetle, hangi tonlamayla, hangi jest ve mimikler eşliğinde söylendiğidir. “Türkler artık İslâm’a göre yaşamıyor.” dediğimizde bir tenkidi mi bir temenniyi mi dile getiriyoruz?

Kötülüğün her türlüsüne şahit olunan bir çağda tenkit veya temenniye dayanmadan siyasî tespitler yapılabileceği inancı çocukçadır. Çağ ve şahitliklerimiz bizi taraf seçmeye, gerektiğinde üçüncü taraf olmaya zorluyor. İslâm’ın Türkiye’deki yeri istisnasız herkesi etkilediği için insanların bu tespitin öncesinde ve sonrasında nasıl pozisyon aldığını takip etmeliyiz. Tespiti tenkit amacıyla yapanlar bozulmayı geriletmek için neler yapıyor? İslâm’a mahsus yaşama tarzının gerilemesini temenni edenler işlerin bu noktaya varması için neler yaptı? Bu iki ucu tutabilir ve birleştirebilirsek işe yarar bir hareket noktası elde edebiliriz. Yani: Tarafları bileceğiz. Taraflardan birini tutup tutmadığımızı göstereceğiz. Tarafların dışında konumlanmanın imkânını yoklayacağız.

1923’te yeni bir rejime geçildiği halde yönetim anlayışı bakımından hiçbir ciddi değişiklik yaşamadık. Monarşik dalavereyi bürokratik ve oligarşik yapılar devraldı. Öte yandan, İslâm’ın Türkiye’deki tarihsel önemi hiç azalmamasına rağmen 1923’ten sonra ülke içinde birçok dinî, mezhebî ve etnik grubun varlığından söz edilir oldu. Lozan’da sadece müslim-gayrımüslim ayrımı esas alınsa da devletin gayrımüslimlik içinde yuvalanan anasırı muhatap alması bu tuhaflığın başlıca müsebbibi oldu. Özetle: Devlet şekilden şekile girse de özünde değişmeyi daima reddetti ve uluslararası koruma altındaki unsurlar İslam’ın yerinin değişmediğini asla kabul etmedi. Durum “herkesin herkese karşı savaşı”nı andırıyorsa da gerçek tam olarak böyle değil. Çünkü ne devlet ne İslâm ne de anasırın tanımı üzerine bir uzlaşı söz konusu. Ayrıca devlete göre İslâm, anasıra göre devlet, İslâm’a göre devlet ve anasır da farklı tanımlara sahip. Yani sorunu bu denklemin içinde kalarak çözmek imkânsız. Kimlik tanımımızı kendimiz yapamadığımız müddetçe bırakın İslâm’a mahsus hayat tarzını korumayı, mürted bir Batılı olarak bile bu topraklarda kimsenin yaşamasına müsaade edilmeyeceği açıktır.

Türklük tarih sahnesine bir sürpriz olarak çıkmıştır. Mevcut denklemi bozup yeni denge noktası olarak çıkmıştır. Hem 13. hem 20. asırda. Türk’ün sürpriz oluşu nevzuhur oluşu anlamına gelmiyor. Bilakis, Türk hep orada olan ve en son başvurulan olduğu için sürprizlik vasfını korumuştur. Türklük; Osmanlı nizamı boyunca yaşanan din, devlet ve toplum arasındaki çekişmeleri denge noktasına kavuşturan konsensüsün adıdır. Türk kendini İslâm ordusu olarak tanımlamış, ordu-devletler kurarak tecessüm etmiş, ordu-millet denen kavramı hayata geçirerek toplumsal hayatın kanı ve iliği olmuştur. Hem tartı hem tartan hem tartılan olmak onun varoluşunun mütemmim cüzleri olduğu için Türklüğü modern siyaset, ilahiyat ve sosyoloji teorileriyle açıklamak hayli zordur. Bu sebeple 17. asırdan sonra görülen toplumsal çözülmeler, devlet organizasyonundaki bozulmalar, İslâm’ın temsilindeki zaaflar Türklüğün değil bu dengenin aleyhine iş görmeye başlayan Osmanlılık mantığının hanesine yazılmak durumundadır. Batılılaşma fırtınası 19. asırdan itibaren kadim yapıları, bakir bitki örtüsünü hatta yüzeydeki mümbit toprağı bile söküp götürmüş ve ana kaya gün yüzüne çıkmıştır. Böyle olmasaydı Türklüğün 20. asırdaki dirilişi açıklanamazdı.

1923’ten sonrakiler hiçbir kimlik tanımını kabul etmeyip ne anlama geldiği meçhul “biz bize benzeriz” yolunu seçtiler. 1960’tan sonrasının muktedirleri Batılılarca tanımlanmaya öncekilerden daha teşneydi. 27 Mayısçılar Türkiye’de İslâm’ın yeri olmadığı fikrinin temennikârlarıydı. Hâlbuki Türkler ne kaçak dövüşerek ne düşüklüğe rıza göstererek varlık gösterebilirdi. Bugüne kadar gösterdiğimiz şey neydi öyleyse, varlık değil miydi? Bütün olan biten, “var mısınız” sorusuna korkarak evet, “yok musunuz” sorusuna yine korkarak hayır demekten ibarettir. 2002’den sonraki AKP döneminde bütün sorulara yüksek sesle cevap verilir olması birilerinin gözünü boyamaya yetti. Akılda yüksek volümün çınlamaları kaldı, cevapların manasını kimse sorgulamadı. Daha ilginci, varlık-yokluk sorularını ortaya atan da AKP’nin kendiydi. Artık dışarıdan bir müstemlekecinin bize beka tehdidi fısıldamasına gerek kalmamıştı, kendi beka endişemizi kendimiz üretip satacak kapasiteye ve iç pazara erişmiştik. İslâmcılık vaktiyle sistem tarafından tanımlanmayı reddedip teorik açıdan millet odaklı bir fikri merkeze alarak gelişebilseydi Müslümanlar böyle bir düzende hükûmet etmeyi bir başarı olarak görmeyecekti. AKP kafalarda böyle bir cehdin hiç olmadığının somut delilidir. AKP iş başına gelene kadar siyasetteki İslâmcılık ile sivil alanda siyasi faaliyet gösteren İslâmcılar arasında bir fark vardı. Bu fark eleştirinin sıhhat şartıydı, eğri kılıcın eğrilikleri düzeltme imkânıydı. Sivil odaklar iktidara göbekten bağımlı kılındıktan sonra bu imkân ortadan kalktı. 

Bir kapı kapanır, diğeri açılır. Çaresizlik duygusu yenilgiden yıkıcıdır. Dönüp dolaşıp Türklük bahsine varmamızın sebebi bu. “Her şeyin devletleşmesi” karşısında tek teklifin (başta millet olmak üzere devletin ve sair unsurların İslâm’ı yeniden ve bu kez itikadî bir zenginlik olarak keşfetmesine dayalı hayat tasarısının) Türklükten gelmesi onu sahici kılıyor. İsmet Özel’in tanımladığı şekliyle Türklük, bu kimliği taşımaktan memnuniyet duyanlar tarafından ciddi bir tahkik ve eleştiriye tabi tutulabilirse büyük bir kazanç elde edeceğiz. Tenkidin hakkını veren müdafaa-i hukukçular kazanacak, el ovuşturan muhipler ve temenniciler müstahakkını bulacak.

Kötümserliğine yenildiği günlerden birinde Turgut Uyar “Tarihe gömülen koca koca atlar / Tarihe gömülür o kadar” demiş. Böyle olduğuna inansaydım hayatım boyunca tek kelime okuyup yazamazdım. Tarihe sığmayacak cesamette gerçekler vardır. Güneşin altında yeni bir şey olup olmaması önemli değil, önemli olan yazdıklarımızın bu cesamete temas etmesidir. İlla yeni şeyler söylemek iptilasındaysanız Türk’ün iktisadî mantığı üzerine, tabiat ve maddeyle kurduğu ilişki üzerine düşünün derim. Ben Mithat Cemal’in “Ölmez bu vatan, farz-ı muhal ölse de hatta / Çekmez kürrenin sırtı bu tabût-ı cesîmi.” deyişini esas alıyorum. Hamaseti aşan bir hakikat var bu mısralarda. Evet, Türk bugün hâlâ hayattaysa biraz da mematının sebep olacağı tüyler ürpertici kıyamet sebebiyledir. 

Muhammed SARI (7 Rebiülahir 1446 - 9 Ekim 2024)

TERSİNE SİMYA

Türkiye’de ve dünyada olan bitenleri anlamak için akıldan önce mideye ihtiyacımız var. Midemiz yaşananlardan ne zaman bulanırsa geleceğe dair umutlarımız o zaman artar. Aklımıza giden yol midemizden geçiyor. Fakat mide bozucu etkisiyle bilinen iki enfeksiyon kaynağını kurutmadıkça bünyenin toparlanması zor: Medyadan ve mafyadan bahsediyoruz. İstisnasız bütün toplumlar medyatik prodüksiyonların ve mafyatik operasyonların kıskacında şekillendiriliyor. Şekilsizleştiriliyor demek daha doğru olur. 

Medyatik ve mafyatik yapılar teşhir ve teşrih esasına göre işliyor. Çirkini gözümüze sokmak suretiyle ruhu lime lime ediyorlar. Lime lime edilen bedenleri göstererek gözdağı veriyorlar. Gözü korkutulmuş, gönlü yağmalanmış insanlar topluluğundan ne beklenebilir? İnsanın özü, cevheri, madeni bozulmaya yüz tutar böyle toplumlarda. Böyle bir toplum mesih sanrıları ve fetih hülyaları için son derece müsait bir zemin haline gelmiştir. Çürüdükçe temizlikten, eridikçe semizlikten dem vuranlar çoğalır. Çöken bir toplumda mesihler en büyük sahtekâr, fatihler en büyük ihtikârcıdır. Modern çağ bu çarpıklık üzerine kurulmuş ülkelere bile şahitlik etti. Başta Amerika’nın kuruluşuna. O Amerika ki tarih boyunca görülen bütün düşkünlüklerin bir toplum vasatı ve bir devlet mantığı olarak tecessüm etmiş hâlidir. “Altına hücum”la başlayan Amerikan hayat tarzı, küresel ölçekte bütün insan ilişkilerini “satma ve satın alma” prensibine bağlayarak insanlık cevherini karartmaya, insanlık madenini kurutmaya azmetti.

Köle, seks ve uyuşturucu pazarları medyada kuruluyor. Kovuşturma ve mahkemeler medyada cereyan ediyor. İnfaz ve hesaplaşmalar medya üzerinden gerçekleştiriliyor. Mafyanın medyayı icadı ile medyanın kitleyi ifsadı yaşıttır, bir ve aynı şeydir. Amerikalılar (yani medya sahibi mafyalar) herkesin bir fiyatı vardır der. Bu sözün doğru olup olmadığını anlamanın tek yolu yaşamak ve görmektir. Dirençlilik bu yüzden ahlâkın mühim göstergelerinden biri olagelmiştir. Beşerî zaaflarımız sebebiyle çoğumuzun çözüldüğü, yelkenleri indirdiği, bir şeylere tav olduğu bir nokta var. Ne kadar dirençli görünürsek görünelim o noktaya vardığımızda birilerinin sözlerine, pozlarına, pozisyonlarına tav oluyoruz. Belki tav olmak zorunda bırakılıyoruz. Madenlerin tavına getirilerek işlenebilmesi gibi tavını bulunca insanların da işlenebileceğini biliyoruz. Özellikle muktedirler, emri altındaki insanları hangi sıcaklıkta, ne kadar tazyik altında şekillendirebileceklerine göre sınıflandırıyor. İpleri ellerinde tutmak isteyenler bu tasnif bilgisine (elementler tablosuna?) vakıf olmak zorunda.

Para (ve beraberinde gelen konfor türleri) çoğu insanı satın almaya yeter. Çok az sayıda insan para dışındaki şeyleri esas alır. Enteresan olan şu ki bunlar ender bulunan ahlâk timsali kimseler olabileceği gibi son derece tehlikeli, kriminal kimseler de olabilir. İpleri ellerinde tutanların önceliği ahlâktır. Batı en büyük ahlâkçıdan en büyük suçlu yaratma numarasından asla vazgeçmez. En büyük gişe hasılatı getiren film hep masumiyetin yitirilişi olmuştur. Temizi kirletebildiğinde kirlilik kavramının/suçlamasının kendiliğinden ortadan kalkacağını bilir ve en büyük yatırımını buna, bir taşla iki kuş vurma senaryosuna yapar. En büyük ahlâkçıdan en büyük suçluyu yaratmak… Altını çamura çevirmek suretiyle gerçekleştirilen tersine simya faaliyetlerine bugün global kültür diyoruz. Tersine simya, yani simgeler (sēmeîon) ve anlamlar (semantik) üzerinden yapılan kimyevî işlem sistem lehine oldukça tatmin edici sonuçlar verdi son iki asırda. 

Devlet görünümlü mafyalar temizin direnmesine alışıktır. Yüzyıllar içinde onu nasıl lekeleyebileceği, üzerinde nasıl kalıcı izler bırakabileceği konusunda uzmanlaşmışlardır. Yine de diş geçirilemeyen, altın karakterini ölümüne muhafaza eden kimseler her zaman olmuştur. İpleri ellerinde tutanların en hazırlıksız olduğu senaryo çamurun altına dönüşme ihtimalidir. Suç ile ahlâkın zıt ama bitişik varoluşları acı ve tatlı sürprizlere açıktır. En büyük kriminalden en büyük tövbekârın çıkması kelimenin tam manasıyla büyü bozumudur. İmkânsız denilenin bir kez gerçekleşmesi gerçek bilenegelenin yutturmacadan ibaret olduğunu sonsuza dek ispatlar. İslâm’a göre, kişi ölmediyse gidebileceği bir kapı hep vardır ve o kapı daima açıktır. Çamurun altına dönüşmesi herşeyi değiştirir. Çünkü altınlaşmanın mümkün olması insanların çamura bakışını da değiştirir.

Global sistem, sıhhatini tehdit eden beklenmedik yan etkiler görüldüğünde doğruca bir doktora başvurmuştur. Dawkins, Keynes ve Lacan bu doktorların en meşhurlarıydı. Darwin, Marx ve Freud ise doktor yetiştiren doktorlar kuşağının ağa babalarıydı. Bu zevatın bütün doktrinleri altın diye bir şeyin var olmadığı, dolayısıyla çamurdan şikâyet etmenin mânâsızlığı, hele çamurdan altın elde etmenin tamamen bir saçmalık olduğu üzerine kurulmuştu. Buna karşı bir sözümüz var mı? Çamurdan yaratılmış olmanın çamurlaşmaya mazeret teşkil etmediğini bilen, altından karakterin altına hücum kültürüyle çatışma halinde olduğunu bilen kimseler kaldı mı acaba? Temiz kalmak isteyen dirençli insanlar ile tövbe edip altınlaşma yolunu tutan insanların cinaî şebekeye karşı elbirliği etmesi ham hayal mi?

Muhammed SARI (28 Rebiülevvel 1446 - 1 Ekim 2024)

HAKLININ HAYATI

Hak bahsinde insanların durduğu yer hayatlarının gerçeğe en yakın resmini verir. Hakkı ve haklıyı savunmak hemen herkesin peşinen kabul ettiği erdemlerdendir. Ne var ki işin içine “peşin” ve “herkes” kelimeleri girmişse bunun ticarete veya gösteriye dönüşmesi an meselesidir. Doğrusu haktan, haklılıktan yana olduklarını söyleyen insanların çoğu sadece “gürlüyordur”, o kadar. Yağmayacaklardır. Hakkın ne olduğunu bilmeyen, hakkaniyet namına bedel ödemeyen kişilerin savunusunun ne kıymeti olabilir? Yiğitlik hakkı peşinen savunup savuşmak değil, meydandan kaçmayıp gerektiğinde bedelini taksit taksit ödeyebilme sabrıdır.

Sokrates’in savunmasından beri biliyoruz ki hakikati savunmanın yolu kişinin kendi haklılığının savunulabilirliğinden geçmektedir. Savunulmaya değer bir hayat yaşayanların harcıdır hakikat savunusu. Hayatını hakikatiyle buluşturana ne mutlu! Varoluşunun güvenliğini inandığı hakikatten devşiren kişi, diğer deyişle “emanı imanda bulan mümin” orta yolu bulmuştur. Bulan buldurmakla mesul. Güvenlik hattı, uzatılan güvenlik halatını tutmak ve başkalarına uzatmakla tesis edilebilir. Ve insanlar arası hak, hakikat kavrayışları ne kadar uyumluysa güvenlik hattının güvenlik sathına dönüşmesi o kadar mümkün olur. Hakikatten gafil olanlar dünyada yalnız kendi istihkâkını (tayınını, kumanyasını, ihalesini, avantasını) kapma derdindedir. Kendi haklılığından bağımsız bir hakikat tasavvuru olan cahiller ise hayal peşinden koşuyordur ve peşine takılanları aldanışa sürüklüyordur. Hem de en yakınından başlayarak. Örneğin; bir kadın ancak erinin sözünü dinlemekle ve bir erkek ancak sözünün eri olmakla haklılığını ispat edebilir. Fakat bunu bir kez de sağlamasıyla ifade etmezsek her şeyi ispat değil berbat etmiş oluruz: Başın başa bağlılık şartı, bağlılık isteyen başın bizzat şeriata bağlı olmasıdır. Yani sözünün eri olan erkek kadının kendini dinlemesini istemekte “hak-lı”dır. Kadın, sözünün eri olmayan adamı dinlemeyip dilediğini eylemekte “hak-lı”dır. Kendisine ve başkasına karşı haksız muameleyi kabullenmeyen kadın ve adam “hak-lı”dır.

“Hak-lı” sıfatı “güç-lü”deki gibi mâlikiyet iddiası taşımaz; çünkü hakkı temellük bir yanılsamadan ibarettir. “Hak-lı” sıfatı Mekkeli, İstanbullu, Şamlı gibi mensûbiyet ve âidiyeti ifade eder. Bu nazarla baktığımızda “hak-lı” denince yeri yurdu belli, ayakları yere basan bir insanı resmetmiş olurken “hak-sız” denince gözümüzün önünde temelsiz iddialara sahip, boşlukta savrulan bir insan figürü canlanır. “Hak yerini buldu” dememizin mânâsı budur. "Hak-lı" olduğumuzda aslında yerini bulan biziz. Kendini bir yere nispetle tavsif eden kişi oranın hukukuna tâbi olduğunu ilan etmiş olur. Haksızlıklar karşısında hakikat yurdunun töresine göre yaşayacağım demiş olur. Eğer haklılığı “yargılama gücü” olarak anlamaya eğilimliysek bir yöne, “gücü yargılama” eğilimi olarak anlıyorsak başka bir yöne gideceğiz. Bu bakımdan taşınacak en ağır yüktür haklılık. Haklı, bir yandan “adalet” ile “saray” mefhumları arasındaki ayrı gayrılığı gidermek, öte yandan “adalet sarayı” ve “sarayın adaleti” gibi yalanlara geçit vermemek zorundadır.

İnsanlar arası münasebetlerde en geç ve en güç tecelli eden değer adalettir. Hasetçi varlıklar olduğumuzdan basit bir hakikati görmemiz koca bir ömür alabilir. Toplumlar ve kurumlar da böyledir, bir hakkın sahiplerine teslim edilmesi yüzlerce yıl sürebilir. Yüzlerce yıla bir hak… Bir ömüre bir hakikat… İnsaf ve kanaat ehli olana yeter de artar bile. Yeter ki hak yerini bulsundur. Hakikat bahsinde zamanın ve sayının bir önemi olmasa gerek. Hakikati nereden yakaladıysan oradan itibaren hayatını temize çekmeye başlayabilirsin. Nebiler hariç kimse temiz kalamaz. Temizlenmiş olarak ölmeyi ümit edebilir ancak. En büyük kahramanlık budur. Cennete denk duygu budur.

Dışarıdan bakınca haklının hayatı cehennemden farksızdır. Oysa gerçek böyle değildir. Hayatı kendileri dâhil herkes için cehenneme çevirenler hakkın kendi inhisarında olduğu vehmine kapılmış kimselerdir. Hakkı kendine yontan kişi haklı değil artık sadece bir zorbadır. Haklılık ile zorbalığın bitişik varoluşundan doğar en büyük güçlük. Kişi bu imtihanın üstesinden gelebildiği takdirde daha dünyadayken en büyük armağana, yani adaletle tanışma şerefine erişir. Haklılar, dünya hayatının cehennem oluşunun kendi hayatlarını da cehenneme çevireceği yanılsamasından kurtulmuştur. Haklının hayatı, haklılığı savunduğunu söyleyen insanların ılıman hayatına da benzemez. Haklının hayatı serinliktir.

Muhammed SARI (18 Rebiülevvel 1446 - 21 Eylül 2024)

DALGA DİYALEKTİĞİ

Bilginin en ilginç fakat üzerinde en az durulan yanlarından biri bir problemin “kendiliğinden” açıklığa kavuştuğu anlardır. Gündelik meşgaleler içindeyken, zihnimizi kurcalayan meseleleri arka plana “çalışır vaziyette” itmiş, hatta çoğu zaman onları o arka bölgede unutmuşken ansızın gelen aydınlanma sayesinde kilit taşının yerine oturduğunu tecrübe etmişizdir. Karanlığın yerini aydınlığın almasını sağlayan o biliş ânı sayesinde coşarız. Zihnin arka planda da olsa “çalışır vaziyette” oluşu, bilebilmek için gereken hazırlığın tamamlanmasını temin eder. Fakat hazırlık bilginin gelişini garanti edemez. Aksine, fazla hazırlıklı olmanın kasılmaya, bilginin doğuşuna (doğuma) mani olacağını söylemek bile mümkündür. Elde çapayla ve tırmıkla bekliyor olabiliriz. Gökte kara bulutlar görünmüş olabilir. Fakat yağmur yine de yağmayabilir. Bu yüzden “kultur” denen değirmen ekseriyetle biriktirme ve taşıma suyla döner. Şiirin gürlüğü ise gökten inene bağlıdır.

Bilginin sürpriz gelişi, bizi gafil avlayışı heyecan uyandırır. Okumayı sökmek, ilk adımı atmak veya şiirin ilk mısraını bulmak bu türden coşkulardır. “Sürpriz” eski bir askerî kelime, “bir yeri hızlı ve öngörülemez biçimde ele geçirmek, bütünden bir parça koparmak” anlamındaki harekât tarzına verilen ad. Ansızın gelen bilgiyi biz mi ele geçiriyoruz, bilgi mi bizi ele geçiriyor düşünmek lazım. Ancak biraz daha dikkat edersek bizi asıl ilgilendirmesi gerekenin bilginin niteliğinden önce kaynağı, yani “bir inayet olarak indirilişi” olduğunu fark edebiliriz. Kendimize sürpriz yapamayacağımıza göre sürprizi biri bize yapmıştır. İnen her ne ise bizim sınırlı idrakimize göre inmiştir, bir tür indirgemedir nihayetinde. Fakat “bilginin indirilmiş olduğunu fark etmek” de bir tür bilgidir ve bu bizi daha üst bir kavrayış katına yükseltebilir. Ayrıca, bir şeyi bildiğimizde bilmenin nasıl olduğunu da nispeten bilme imkânı yakalamış oluruz ki bu da bilginin başka bir veçhesidir. Bilginin katmanlı doğasını göz ardı edersek kat kat kazançlı çıkacağımız yerde yalınkatlığa mahkûm olma tehlikesi baş gösterir.

“Bilgiyi bilmek” ile “bilme ânını bilmek” bir arada gerçekleştiğinde insan varlığımız şükürle dolup taşar. Öyle bir dolup taşmadır ki bu, sürgit devam etmesi düşünülemez. Çünkü fark edişleri gark oluşlar takip eder, kabımızın hayret ve hayranlıktan çatlaması kaçınılmaz olur. Uyku ve ayıklık süreklilik gösterebilir, uyanış ve uykuya dalış ise anlıktır. Bilginin bir “süreklilik ve kesinti ilişkisi” içinde var olduğu gerçeği şiirin sağladığı bilgi söz konusu olduğunda kendini daha çok belli eder. Şiirin narin bedeni ne sürekli uykuya ne sürekli ayıklığa tahammül edebilir. Şiir ne kesintilerle ne anlık itkilerle yol alabilir. Şiir için süre önemli değildir, çünkü birkaç dakikalık şiir yazma deneyimi dahi insan ruhunda ömür boyu unutulmayacak izler bırakabilir. Saniyelik rüyanın saatlerce sürdüğünü zannetmemiz gibi. Şiir için dalıp çıkmanın diyalektiğidir esas olan. Dal-çık ânlarına yakından baktığımızda görürüz ki seyrüsefer “… > bilme ânı > bilişin lezzeti > bildirilmişliğin fark edilmesi > bilginin dilde görünüşü > yeni bilgi için dalışa geçilmesi >…” şeklinde sürüp gitmektedir. Şairin ümidi vuran dalgaların üzerinde mümkün olduğunca kalabilmek yahut nefesi yettiğince dalıp sudan nasibini çıkarabilmektir. Tekne önünde sonunda alabora olacaktır. Bile bile “yürür zavallı kırık teknecik, yürür.” Kaptan kimdir? Deniz nedir? Kıyı nerededir? “Tekhne” bunları bilemez.

Şiire dalmak aydınlanmayla sonuçlanabilir ama her aydınlanma beraberinde yeni dalgınlıklar getirecektir. Bu sebeple bilgiyle karşılaşma ânımıza dair ilk izlenimlere uzun boylu güvenmek yanıltıcı olabilir. Düşünce ve sanatta derinleştikçe en esaslı değerin “bilmek” değil “hatırlamak” olduğunu anlarız. Dalma ve çıkmanın, kevn ü fesadın sersemleten döngüsüne kapılarak bir yere varılamayacağını anlaması gereken ilk kişi, onlara en çok bel bağlayıp ömür tüketen kişidir, yani şairdir. “Hatırlamak” şaire ufku ve kutup yıldızını verir. Koordinatı ve rotası olan bir şairin bilgilenme serüveni “tekhne”si batsa da çıksa da kıymetlidir.

“Günün birinde İthaki’ye, ata toprağına varırsak
büyük bir tapınak yapalım
seçkin adaklar adayalım bolca.
Fakat tanrı kızar da yok etmek isterse gemimizi
boğulup gidelim dalgalarda daha iyi
sürünerek öleceğimize bu ıssız adada”

Muhammed SARI (12 Rebiülevvel 1446 - 15 Eylül 2024)


DİLDE ŞAKIMAK

- Aristoteles mi Platon mu?
- Sokrates!
- Platon mu Sokrates mi?
- Homeros!
- Pekiy, Homeros mu…
- Boşver!

Nasıl düşünebiliyoruz? Bilmiyoruz. Nasıl konuşabiliyoruz? Orası da muamma. İnsanı diğer mahlûkattan ayıran en temel belirtilere dair bildiklerimiz çoğunlukla zandan, yakıştırmadan ibaret. Yine de düşünmeye, konuşmaya devam ediyoruz. Hayatî meseleler hayatın akışı içinde üzerine kafa yormadığımız meselelerdir, çünkü kendi düzenlilikleri içinde işleyip gitmektedirler; işleyişleri aksadığında ise ölümcül tuzaklara dönüşüverirler. Tuzaklara düşmemek için parantezlerin korumasına ihtiyacımız var. Düşünmek ve konuşmak üzerine konuştuğumuzda hep bir parantez içinde olduğumuzu bilmeliyiz. Düşünmek veya konuşmak üzerine düşündüğümüzde parantez biraz daha genişler ama hepsi o kadar. Burada dikkat edilmesi gereken husus dilin konumudur. Düşünceye göre belki daha dar bir çapa ama kesinlikle daha kritik bir role sahiptir dil. Dil olmadan düşünceden de bahsedemiyoruz çünkü. Dilden bahsetmek için bile dile muhtacız.

Sonradan edindiğimiz bir beceri olduğu halde dilsiz bir hayat düşünemiyoruz. Öte yandan dilin hayatın kendisi olmadığını da biliyoruz. İster benliğin tadılmasında ister bizliğin tanınmasında olsun elimizdeki ortak zemin dildir. Teoriden varsayıma, zanndan yakîne bütün bilme biçimlerimizde dilin imkânları içinde hareket ederiz. Fakat dilin sınırları varlığın sınırlarını kuşatamaz. Dile gelmediği hâlde dil-öncesi ve dil-ötesi şeylerin varlığından eminizdir. Dile uğramayan varlıkları tanı(mla)yamıyoruz fakat varlığımızın dille sınırlandırılmasına da rıza gösteremiyoruz. Dil-öncesi ve dil-ötesi yapılar kişiliğimizin bizim bile farkında olmadığımız uç noktalarına dair semboller üzerinden sinyaller gönderirken dil-içi yapılar kimliğimizin yani herkesçe bilinmesini istediğimiz tercihlerimizin tutarlı bir dışavurumu olarak okunabilir. 

Dil-öncesi ve dil-ötesi bilme biçimleri ile dil-içinde ve dil-ile tesis edilen bilgilerin kesiştiği sınır kend’özümüzü tanıma ufkudur. Bu ufukta “öte-önce, iç-dış” gibi nitelemeleri sadece acziyetin ifadesi olarak ve mecazen kullanırız. Dille ilişkimiz esasen dile bir “iç” veya “dış” atfetmemize manidir; çünkü dille ilişkimiz iliştirme bir şey değidir. Dil kemiğin iliğidir aksine. Ayrıca kend’özümüzü tanıma ufkuna inildiğinde karşılaşılacak şeye artık dil denip denemeyeceği de tartışmalıdır. O ufuklarda hakkıyla gezinen Yûnus Emre şöyle der:

Sayru olmuş iniler, Kur'ân ünini dinler
Kur’ân okıyan kendü, kendü Kur’ân içinde

Bu beyitte oyunbaz bir dille ifadesini bulan şey dilin oyun ile gerçek arasındaki ufku temsil etmesi olsa gerek. Yalçın hakikatlerin yalın ifadesi ilk anda kimine amentü dedirtebileceği gibi kimilerini daha derin şüphelere gark edebilir. Dilin bir ufuk, bir sınır oluşunun, aynalayıcı ve bakışık karakterinin tabiî sonuçlarıdır bunlar. Yine de acele karar vermeyip Yûnus’un beyitteki sıralamasına dikkat kesilmekte fayda var: Yûnus’a göre kişi önce dilsiz/hasta olduğunu bilmelidir. Buna bilgisizliğin kabulü de diyebiliriz. Kişi hastalığı sebebiyle doğal olarak ağlayıp inler, daha doğrusu söyledikleri acıdan inleyip sayıklamaktan farksız olur. İnlemesi bir isyandan çok bir yakarış olur, bilginin talep edilmesi anlamı taşırsa muradına ermeye yaklaşır. Şöyle ki hastanın samimi inlemelerine cevaben nihayet karşı bir ünleme işitilir. Hasta yükselen bu sesi can kulağıyla dinlemelidir. Böylece dilin âhenksiz (inlemeli, sayıklamalı) istîmali yerine âhenkli bir dilin istimâına yönelmiş olur. Manasız sesler çıkararak inleyen benliğini, âhenkten ibaret olan o ünlemeye göre ayarlayıp akort ederek iyileşme yoluna girebilir. Şifanın harfte/konuşmakta değil seste/dinlemekte olduğunu anlayabilir. Şairin varmak istediği yer çok açık: İnsanın bir dil sahibi olması dilin gramerine vakıf olmasıyla değil, o dilde kendi şarkısını söyleyebilmesiyle, mümkünse o dilde şakımasıyla belli olur. “Elhân duyulmadıkça belâgat giran gelür” demesi bundandır Yahya Kemal’in. Verili dili konuşmak hakiki bir konuşmak sayılmaz. Dilin seninle konuştuğu, hatta dilin seni konuştuğu frekansı duymakla başlar sayrılıktan uyanış. Birçok kendiler Kur’ân’ı yüzünden okuyabilmektedir fakat Kur’ân’da kendi yüzünü okuyabilen pek azdır. Yüzümüzü özümüze yöneltmemiz ve özümüzün gürleşmesi ancak böyle mümkündür. 

Akıl sağlığımızı korumak için dil parantezini parçalamamak fakat özümüzü gürleştirmek için dil parantezinin dışına taşmak zorundayız. Her zorlukla gelen bir kolaylık vardır diyor âyet. Kolaylık şurada: Dilin tabanına inmek ve sınırlarına ulaşmak için gösterilen bütün çabalar son tahlilde onun bir işaretler sistemi olduğunun tekrar tekrar anlaşılmasıyla sonuçlanacaktır. Diğer ifadeyle, dil kendinin hücceti değildir. İşaret eder sadece. İşaret kelimesini fiilleştirmek istediğimizde o kelimenin önüne daima gizli bir “işaret olunan” geliverir. Türkçede işaret etmek “-i işaretlemek” veya “-i işaret etmek” kalıplarıyla kullanılır. Türkçe daima Kur’ân’ı işaret eder. Bir ayağımızı Türkçeye yani parantezin içine sabitlediğimiz takdirde diğer ayağın dışarı taşıp pergel misali Kur’ân hakikatlerinde seyrüsefer etmesi kolaylaşır. İşaretleri anlamadan işaret olunanı anlamak mümkün değildir.

Muhammed SARI (5 Rebiülevvel 1446 - 8 Eylül 2024)

BAŞINI ÇEVİR, GÖZÜNÜ AÇ

Eğitimden sorumlu devlet dairesi mutadı üzre geçtiğimiz aylarda müfredatı baştan aşağı değiştirdi. Niçin ve nasıl değiştirdiği bahs-i diğer. Ama ciğer yakan bir bahis bu. Bahs-i ciğer! Gerekçesiz bir kararla milyonlarca ders malzemesi çöp oldu. Zaten çöptü denebilir. Doğrudur. Fakat yenisi de çöp. En azından edebiyat müfredatı. Çöpleşmenin tarihi bizde epey gerilere uzanır, bugünkü mesele değildir. Birilerinin aklıyla bazılarının menfaati bir araya gelince ortaya çıkan lobiler herkesi etkileyecek bir güç odağına kolayca dönüşebiliyor memleketimizde. Türkiye böyle bir yer. Etkiye açık. Açıktan da öte: Etkiye aç ve muhtaç! Dışarıdan ve yukarıdan birileri onu sevk ve idare etmezse yürüyebileceğine kendi bile ihtimal vermiyor. Yaşıyor ama ne için yaşadığını bilmiyor. “Kendinde şey” diyorlarmış buna. Kendi’den şey’e doğru seyrediyoruz. 

Yeni ders kitabını açtığımda karşılaştığım ilk metin Faruk Nafiz’in meşhur San’at şiiri olunca sanatsız(tır)laşmayla ilgili izlenimlerim pekişti. Bizler edebiyat, sanat, felsefe diye bunların en kabuklaşmış, en dışlaşmış, en olmuş bitmiş hâllerini sunuyoruz talebeye. Lisede de lisansta da. Edebiyat, sanat, felsefe eğitimlerinin birer kendini keşif yolculuğu olması gerekirken meslekî öğretim formasyonundan ileri gidememesinin sebep olduğu hasar istatistikle ölçülebilecek cinsten değil. Aslında bunlar en az maddî külfetle bir milletin geleceği adına en büyük kazancı sağlayabileceği alanlar. Ne var ki bu kazanç da istatistiğe konu olacak cinsten değil. Edebiyat, sanat, felsefe eğitimlerinin maddî külfeti pek az ama serpilmek için ihtiyaç duyduğu manevî olgunluğu sağlamanın bedeli oldukça büyük. Bir asırlık cumhuriyet devri eğitiminin sayılar üzerinden şişirildiği resmî raporlara göz atarsanız istatistikçileri kurnazlığa sürükleyenin bu manevî külfet korkusu olduğunu görebilirsiniz. Tabiîdir. Kendini kolay kolay ölçtürmeyen ama insana boyunun ölçüsünü şıp diye veren ilimlerin karşısında hangi bilim dalı olsa tedirginlik hisseder. 

San’at şiirine bakınca kuvvetli bir şairin bile bu manevî külfetin altından kalkamayabileceğini görüyoruz. 1926’da, inkılâpların hızlandığı yıllarda yazılmış San’at şiiri. Diğer deyişle, ikbal dalgasını yakalamayı bilmiş, o dalga üzerinde uzun süre yol almayı başarmış bir şiir. Şairin kendini “memleket şiirleri” fikrine vakfettiğini ilan yılı 1926. Oldubittilerin bir devlet politikasına dönüşmeye başladığı o yıl Âkif Mısır’a gitmek zorunda bırakılmıştı. Maarif Teşkilatı Kanunu’nun çıkarılmasıyla okullardan hadis, fıkıh, kelam gibi dersler o yıl kaldırılmıştı. Bir asır geçti; inkılâp dalgasının altında kalanlar ile ikbal dalgasının üzerinde kalanların hesaplaşmasına şahit olmadık. Daha kötüsü, Faruk Nafiz gibi mühim şairlerin bile kendi kıymetlerine kıyan sipariş şiirler döşendiğine şahit olduk. O günün politik ihtiyaçlarına cevap verme kaygısı taşıyan ve doğu-batı karşıtlığı gibi yavan bir teze dayalı, yani sığ bir sanat tarifi yapan bu şiir millî gururu okşayan retoriği sayesinde eleştiriye konu edilmeden şöhretini bugüne kadar korudu. Biz-onlar, doğu-batı, köy-şehir retoriğini sipariş edip destekleyen de şairi kullanıp kenara atan da aynı inkılâpçı kadrolardı. 1926’da altı zaten boş olan şiirin 1937’deki Altı Ok'la içi de boşaltılmış oldu. 

İbretlik akıbete uğramış metinler bizde pek çoktur. Fakat zannedilenin aksine uzun yaşarlar. Uzun ömürlerini altı ve içi boşaltılmış kültürel ortama borçludurlar çünkü. Yoksa normalde politik tarihin bir dönemine ışık tutması bakımından anlamlı olan bir metnin, tutup bir asır sonra gençlere sanat mefhumunu, o mefhum üzerinden kimlik meselesini anlatmak için örnek bir edebî metin olarak sunulması tuhaflığını başka nasıl açıklayabiliriz? Yazan neyi niçin yazdığını iyi kötü biliyordu ama o metin üzerinden sanatı ve kimliği anlatabileceğini zannedenler ne yaptıklarını kesinlikle bilmiyor. Bu metnin olsa olsa “(Bence) San’at” bağlamında okutulabileceğini, hatta sadece o bağlamda okutulması gerektiğini ise hiç bilmiyor. Geçmişi neredeyse söylenceden ibaret hâle getirilen bir milletin sanat neyine? Retorik yeter! 

Kimlikten mi sanata gitmeli? Sanattan mı kimliğe varmalı? Kimlikten sanata gitmek ilk elde mümkün ve makul görünüyor. Fakat biraz dikkat edilirse, bunu savunmak sanatın katkısı olmadan da bir topluluğun kimlik sahibi olabileceğini, hatta bir millet olabileceğini kabul etmek anlamına gelir. Ortada sanatsızca oluşmuş bir kimlik vardır ve o doktriner kimlik artık kendini ifade edecek “sanatsal vasıtalar”a ihtiyaç duymaktadır. Bu formülde sanat (yani ruhun pedagojisi) her zaman eklentiden ibaret kalacak, zor zamanda terk edilecekler listesinin başında yer alacaktır. Tarihte sanatsız toplumlar olagelmiş ama bunlar bir millet karakteri gösteremeden silinip gitmiştir. 2024’ün muhafazakârlarını 1926’nın Kemalistlerinin devamı kılan şey sanatsızlıktır. İdeolojinin tahakkümü ile reelpolitiğin omurgasızlığı sanatsızlıkta birleşirler.  

Sanattan kimliğe varmak zahmetlidir ama kalıcı olan da budur. Kimlik “kim olduğunu bilmek” demek. Ve “bilmek” de din ile, sanat ile olur. Bilimle bilemezsin, çünkü o nesnelerin bilgisidir. Bildirecekse özneyi din ve/veya sanat bildirir. Özneyi nesneleştirmeden ve fail-i mutlaklaştırmadan elbette. Felsefe de bu şartlara riayet ettiği kadar özne ve kimlik adına sahih bir araştırma imkânı sunar. “Sanattan kimliğe varmak” ibaresindeki sıralılık izlenimi bizi yanıltmasın, kâinatta hiçbir oluş tek bir faktöre bağlı değildir ve tarih çizgisel bir seyirde meydana gelmez. Burada bir zaman veya önem sıralaması yok. Örneğin “Türk sanatı” ibaresinde ne Türk’ü ne sanatı birbirinin önüne koyabilirsiniz. Bir şey “Türk sanatı” olarak adlandırılmayı hak etmişse orada Türk ve sanat aynı şey olmuştur. Sıralama gramer gereğidir, hakikat daima grameri aşar. 

Bizim edebiyat, sanat ve felsefe eğitimimiz sanatsız kimliğin ve kimliksiz sanatın var olamayacağı hakikatini 1923’te paranteze almış, 1960’tan sonra ise sağ-sol fark etmeksizin bu hakikate tamamen düşman bir pedagojik cendereye sıkışmıştır. “Paid” ve “agogos”… Pedagoji “çocuğu bir yere götürmek için yapılan kılavuzluk, onu yönlendirmek” demek. Daha sarih bir ifadeyle çocuğun istikametini, dolayısıyla başını ve gözlerini bir yönden başka bir yöne çevirme işi. Toplumun sevk ve idaresinin sıfır noktası yani. Başımızdakiler başımızı bir o yana bir bu yana çevirdi durdu. Bize yeni bir akıl, yeni bir nazar vadedenler çocuklarımızı eldeki baştan, baştaki gözden de etti. 

Muhammed SARI (1 Rebiülevvel 1446 - 4 Eylül 2024)