HÂLLENMELER, ROLLENMELER

Türk milletinin özgüvenini kökünden sarsan, Türk milletini tarihsel karakterine yabancılaştıran şu sözü küçük yaşta karakterimize kazıdılar: “Yurtta sulh, cihanda sulh.” Biz kimseyle savaşmayacağımıza öyle bir yemin ettik ki herkes bize saldırmak için âdetâ sıraya girdi. Saldırıların psikolojik saiki gayet açık: Âciz görünümlü ve özür beyan eder pozisyondaki insanlar zorbaları hem tiksindirir hem cesaretlendirir. Zorbalar böylelerine içgüdüsel olarak saldırır ve başka başarısızlıklarının acısını gelip âcize çatarak hafifletmeye çalışır. 100 yıldır göz açtırmayan askerî, hukukî, iktisadî ve ahlâkî darbelerin, tedhişâtın, tecavüzâtın, muhtıraların, operasyonların psikolojik sebebi budur. Düşmanların gücünden ziyade hedefsizliği bir yol olarak benimseyişimizdir. 

Mustafa Kemal’in “cihanda sulh” sözüne mukabil Churchill İngiliz halkına şöyle seslenmişti: “Size daha çok terden, kandan ve gözyaşından başka bir şey vaadedemiyorum.” Bu söz bir toplumun tüm hazırlıklarını varlığını korumak üzere, en azından kendisine bulaşanlara en ağır hasarı vermek üzere yaptığının ifadesidir. Sözlerimizin altının dolu olup olmadığı eylemi ne yönde ilerlettiğimize bakar. Ağızlarından ne çıkarsa çıksın Batılılar ellerinden sadır olan işlere bakmanız gereken insanlardır. Nitekim İngilizler çıkış yolunu kan, ter ve gözyaşını başkalarına döktürerek buldu. Bizler ise yanlış sözlere inanarak, inandıkça gerçek olacağını zannederek hayatta kalabileceğimizi sanmış saf bir topluluktuk. Neticede iki kat kaybettik.

Kesik kesik bir şuur akışıyla, kopuk kopuk bir tarih anlatısıyla yaşıyoruz. Bizden parçalarımızı koparanlar bizim kim olduğumuzu hiç unutmadı, en büyük kazançları budur. Bizden koparılan parçalar ne kendilerinin ne bizim ne de onları kopartanların kim olduğunu unutabildi; bu azap üstüne azap demekti onlar için. Biz ise ne kendimizi ne düşmanlarımızı ne kopartılan azalarımızı tanıyacak haldeyiz. Tanımamaya yeminliyiz. Hâlbuki bir zamanlar tanıdığımız bir Millî Yemin vardı. Millî Yemin hudutları zar zor razı olduğumuz toprakları ifade ediyordu; yani asgarînin asgarîsiydi, azamîsi değil. Bu gerçek son yıllarda “Türkiye maksimalist ve yayılmacı politika izliyor!” çığırtkanlığıyla karartılmaya çalışıldı. İnsanlar olur da başını kaldırır diye “sulh terörü”nün devamı amaçlandı. Şimdilerde ise “Ne yani, eskiden olduğu gibi ezilip büzülmeci bir politika mı sürdürelim?” söylemiyle çarpıtılarak hepten zifiri karanlığa gömülmek isteniyor. 20. asrın başında Türkiye’ye hâllenenler ile 21. asrın başında Türkiye’de rollenenler nasıl oldu da aynı odağa hizmet eder pozisyona geldi? Halep’i isteyenler Osmanlıcılık gayretiyle istiyorsa kötü, Mîsâk-ı Millî’yi bahane ediyorsa daha kötü. Halep’i istemiyoruz diyenler “cihanda sulh”ü gerekçe gösteriyorsa kötü, Churchillvari “kan ve gözyaşı” edebiyatıyla hesabı cihanın bütün devletlerine ödetmeyi planlıyorsa daha kötü.

Tanzimat’tan beri Türk milletinin acı eşiği inanılmaz derecede yükseldiği ve haysiyet eşiği akıl almaz derekeye düştüğü için başımıza ne geldiğini ya anlamıyor ya da hayatta kalmak güdüsüyle olanlara rıza gösteriyoruz. Gidişatı umursamayan veya beğenenler de vardır elbette, ama onları Türk milletinden saymak mümkün değil. Bilmeyenler, rıza gösterenler, sevinenler, umursamayanlar… Böyle bir tablonun ne tarafından tutabiliriz? Hiçbir tarafından tutamıyoruz. “Ne olursa olsun Türk devletinin tarafını tutmalısın.” demek de marifet değil. Onlara şunu sormak lazım: “Türkiye kimin tarafında?” Daha önemlisi şu: “Türkiye hiç kendi tarafını tuttu mu?” Belki de en doğrusunu Halep doğumlu şairimiz Emin Bülend yapmıştı. Soru-cevap cenderesine hiç girmeden, Batı’nın “korkak zalim” karakterine harikulâde bir isabetle işaret ederek, Türklüğün dostunu ve düşmanını belirleme kudretine sahip olmaktan geçtiğini göstererek şöyle demişti:

Garbın cebîn-i zâlimi afvetmedim seni,
Türk’üm ve düşmanım sana, kalsam da bir kişi!

Muhammed SARI (1 Cemaziyelahir 1446 - 2 Aralık 2024)