Eylemlerimizin bir dizi sonucu vardır ve eylemlerimiz başka eylemlerin sonucudur… Böyle söyleyince hayatı kesintisiz bir akış gibi tasavvur etmiş oluruz. Fakat her eylem arasında bir fasıla vardır. En az iki eylemden söz ediyorsak aralarında bir kesinti olduğunu da kabul etmeliyiz. Kesintisiz olana, sınırlanmamış olana akış demek mümkün değildir zaten. Olsa olsa Yaratan’dır o. Evet, her eylemin sonu vardır ve o son, kritik yapıp soluklanma aralığı sunar bize. Eylemsizlikte neler cereyan ettiği eylemlerimiz kadar önemli. O aralıkta eylemlerin aslî sebeplerini bulamasak bile mevcut sonuçlarını gözden geçirme imkânı bulabiliriz. İnsanlar bu aralığı ekseriyetle sıradaki eylemi planlamak üzere kullanmaya eğilimlidir. Çünkü zamanın geçişi ve mekânın tagayyürü insanda hep ilerlediği intibaını kuvvetlendirir, akışın gerisinde veya kenarında kalmamak dürtüsünü tetikler. İntiba ve dürtülerin yön verdiği bir hayat düzeninde bilinç uykudadır. Geriye ve ileriye doğru eylemlerin çizdiği hatta bakarak eylem öncesi durumla son durum arasındaki bilinç bağlantısını yani “seferin lojistik sıhhatini” gözden geçirebilenimiz çok azdır. Başka şekilde söylemek gerekirse: İnsanlar yaşarken ya ihtirasları uğrunda tek yönlü ya da akılları doğrultusunda çift yönlü eylemlerde bulunurlar.
İhtirasla akılı rakip gibi konumlandırarak doğru yaptık mı? Hayır, ama insanlık tarihi bunların birini diğerine kurban etmenin tarihidir denebilir. Siyasî tarih kitaplarına bakarsanız “ihtirasları akıllarından büyük insanlar”ın hayatları üzerinden örülmüş bir anlatıyla karşılaşırsınız. Felsefe tarihleri ise bize “akılları ihtiraslarından büyük insanlar”ı anlatarak sözüm ona zıt veya alternatif bir perspektif sunar. İnsanları makuller ve muhterisler diye kesin çizgilerle ayırmak başta insan tabiatına aykırı olsa da anlatılar böyle şekillenegelmiştir. Zaten beşer nezdinde itibar görmüş her beşerî anlatı ancak çarpıtmalara, abartmalara, genellenemelere başvurarak kendine yer açabilmiştir. Beşerî anlatılar akışa kapılmakla (hırs) akışın dışında kalmak (akıl) dışında tercih sunmaz. Hâlbuki ne akışa kapılanın ne akışın dışında kalanın akışı hakkıyla idrak ettiğini söylemek mümkün. Birinin akılcılık görünümlü nefsaniyet, diğerinin delilik maskesi altında soğukkanlı cinayet oluşu siyasî ve felsefî anlatıları töhmet altında bırakır. Utkulu figürler (krallar, askerler, fedailer) işlenen sistematik suçların örtbas edilmesini hatta haklılaştırılmasını sağlamak bakımından siyasî anlatıların vazgeçilmezleridir. Kitleleri bunların ardında sürüklemek işten bile değildir. Gerekirse ellerini kirletmekten de çekinmezler. Tutkulu figürler (filozoflar, bilim adamları, azizler) ise kitleleri peşlerinden sürükleyenleri peşlerinden sürüklemek suretiyle daha alengirli işlere dalmışlardır. Akışın kirine bulaşmadan gelirine tâliptirler. İnsanlar arasında binlerce yıllık tüm bu hercümerç yaşanadursun; akış dediğimiz şey bütün azameti, öngörülemezliği ve dinamizmiyle varlığını korumaktadır. Akışa (ırmağa?) girenler onu çoğaltamadıkları gibi akıştan çıkanlar da onu eksiltememektedir. Tarih kitapları hayatın ne idüğünden haber veremez.
Marx filozofların dünyayı yorumlamalarının fayda vermediğini, artık yapılması gerekenin dünyayı değiştirmek olduğunu söyleyerek felsefî eylemsizliği emekliye ayırıp siyasî eylemliliğin önünü açmış oluyordu. Ortaya orijinal bir fikir attığını düşünüyordu muhtemelen. Evvelkilerin dünyayla tanışmadığını söylüyor, artık dünyaya karışmak gerektiğine inanıyordu. Dünyaya karışmak… Türkçenin mantığı (siz buna metafiziği de diyebilirsiniz) “karışmak” fiilini işteş yani iki anlamıyla da anlamamıza müsait. Türkçeye göre, karıştığın şeyle karılırsın. Karılmadan karışmak, karışmadan karılmak mümkün değildir. Dünyaya karışmak dünyayla karışmayı getirir; üzerimize dünyadan bir şey sıçraması ve dünyanın bizden bazı izler taşıması kaçınılmaz olur. Ne var ki dünyaya karışma-karışmama ikilemine sıkışan hayat tarzı medenîleşme-yabancılaşma döngüsünü sürekli tetiklemekten kurtulamaz. Marx’ın “dünyaya karışan insan”ı bu diyalektiği kendi canlılığının şartı kılan bir keşiş-militan tipinin doğmasına kadar varmıştır. Platon’un filozof-kral karakterinin çözüme kavuşturamadığı akıl-ihtiras denklemi Marx’ın keşiş-militan tipiyle daha karmaşık bir hâl aldı. Geldiğimiz noktada bilmek iddiasının mı yapmak iddiasının mı insanlığı daha büyük felaketlere sürüklediğini tahlil etmekte hepimiz zorlanıyoruz.
Bilenlerin yapmadığı, yapanların bilmediği bir hayat düzeninde akıl ile ihtiras arasındaki dengeyi bulmak muhaldir. Böyle bir dünyada varlığımızın anlamı dahi karartmaya maruz kalmıştır çünkü. Batılılara inanırsanız insanlık “karışmıyorum öyleyse varım” çizgisinden “karışıyorum öyleyse varım” merhalesine kadar ilerlemiştir. Melekleşme iddiasını hayvanlaşma tehlikesinin takip ettiği yuvarlanışa onlar medeniyet diyorlar. Bir süredir de android meleklerin çağının başlamasından medet umuyor Batılılar. Android meleklerin insanlığı akıl-ihtiras kıskacından kurtarmasını bekliyorlar. Peki biz Türkler? Bizim dünyaya karıştığımız söylenemez. Karışmamaktan memnuniyet duyduğumuz da. Tüm yaptığımız şu: Kaşınıyoruz! Eylemlerin ve eylemsizliğin kısırdöngüsünden rahatsız olduğumuzu izhar anlamında. Tatlı tatlı değil. Kanatırcasına değil. Akıl ile ihtiras arasında. Ne ödül beklentisi içinde ne kaçış hazırlığı içerisinde. Kaşınıyoruz öyleyse varız!
Muhammed SARI (30 Rebiülahir 1446 - 2 Kasım 2024)