Türkiye’de İslâm’ın artık kendine mahsus bir sosyal hayatı kalmadığı fikrine ne dersiniz? Alt tarafı bir tespittir denilip geçilebilir mi? Yakın tarihi esas alırsak gerçekten de Türklerin ölmeye, bitmeye, can çekişmeye, ölüp ölüp dirilmeye yabancı olmadığını görür, yirmi birinci asrın ilk çeyreği biterken yine can derdine düşmelerini şaşırtıcı bulmayabiliriz. Bu bakımdan yukarıdaki önermenin bir tespit değeri taşıdığı kabul edilebilir. Fakat bize asıl lazım olan tespitin hangi bağlamda, hangi niyetle, hangi tonlamayla, hangi jest ve mimikler eşliğinde söylendiğidir. “Türkler artık İslâm’a göre yaşamıyor.” dediğimizde bir tenkidi mi bir temenniyi mi dile getiriyoruz?
Kötülüğün her türlüsüne şahit olunan bir çağda tenkit veya temenniye dayanmadan siyasî tespitler yapılabileceği inancı çocukçadır. Çağ ve şahitliklerimiz bizi taraf seçmeye, gerektiğinde üçüncü taraf olmaya zorluyor. İslâm’ın Türkiye’deki yeri istisnasız herkesi etkilediği için insanların bu tespitin öncesinde ve sonrasında nasıl pozisyon aldığını takip etmeliyiz. Tespiti tenkit amacıyla yapanlar bozulmayı geriletmek için neler yapıyor? İslâm’a mahsus yaşama tarzının gerilemesini temenni edenler işlerin bu noktaya varması için neler yaptı? Bu iki ucu tutabilir ve birleştirebilirsek işe yarar bir hareket noktası elde edebiliriz. Yani: Tarafları bileceğiz. Taraflardan birini tutup tutmadığımızı göstereceğiz. Tarafların dışında konumlanmanın imkânını yoklayacağız.
1923’te yeni bir rejime geçildiği halde yönetim anlayışı bakımından hiçbir ciddi değişiklik yaşamadık. Monarşik dalavereyi bürokratik ve oligarşik yapılar devraldı. Öte yandan, İslâm’ın Türkiye’deki tarihsel önemi hiç azalmamasına rağmen 1923’ten sonra ülke içinde birçok dinî, mezhebî ve etnik grubun varlığından söz edilir oldu. Lozan’da sadece müslim-gayrımüslim ayrımı esas alınsa da devletin gayrımüslimlik içinde yuvalanan anasırı muhatap alması bu tuhaflığın başlıca müsebbibi oldu. Özetle: Devlet şekilden şekile girse de özünde değişmeyi daima reddetti ve uluslararası koruma altındaki unsurlar İslam’ın yerinin değişmediğini asla kabul etmedi. Durum “herkesin herkese karşı savaşı”nı andırıyorsa da gerçek tam olarak böyle değil. Çünkü ne devlet ne İslâm ne de anasırın tanımı üzerine bir uzlaşı söz konusu. Ayrıca devlete göre İslâm, anasıra göre devlet, İslâm’a göre devlet ve anasır da farklı tanımlara sahip. Yani sorunu bu denklemin içinde kalarak çözmek imkânsız. Kimlik tanımımızı kendimiz yapamadığımız müddetçe bırakın İslâm’a mahsus hayat tarzını korumayı, mürted bir Batılı olarak bile bu topraklarda kimsenin yaşamasına müsaade edilmeyeceği açıktır.
Türklük tarih sahnesine bir sürpriz olarak çıkmıştır. Mevcut denklemi bozup yeni denge noktası olarak çıkmıştır. Hem 13. hem 20. asırda. Türk’ün sürpriz oluşu nevzuhur oluşu anlamına gelmiyor. Bilakis, Türk hep orada olan ve en son başvurulan olduğu için sürprizlik vasfını korumuştur. Türklük; Osmanlı nizamı boyunca yaşanan din, devlet ve toplum arasındaki çekişmeleri denge noktasına kavuşturan konsensüsün adıdır. Türk kendini İslâm ordusu olarak tanımlamış, ordu-devletler kurarak tecessüm etmiş, ordu-millet denen kavramı hayata geçirerek toplumsal hayatın kanı ve iliği olmuştur. Hem tartı hem tartan hem tartılan olmak onun varoluşunun mütemmim cüzleri olduğu için Türklüğü modern siyaset, ilahiyat ve sosyoloji teorileriyle açıklamak hayli zordur. Bu sebeple 17. asırdan sonra görülen toplumsal çözülmeler, devlet organizasyonundaki bozulmalar, İslâm’ın temsilindeki zaaflar Türklüğün değil bu dengenin aleyhine iş görmeye başlayan Osmanlılık mantığının hanesine yazılmak durumundadır. Batılılaşma fırtınası 19. asırdan itibaren kadim yapıları, bakir bitki örtüsünü hatta yüzeydeki mümbit toprağı bile söküp götürmüş ve ana kaya gün yüzüne çıkmıştır. Böyle olmasaydı Türklüğün 20. asırdaki dirilişi açıklanamazdı.
1923’ten sonrakiler hiçbir kimlik tanımını kabul etmeyip ne anlama geldiği meçhul “biz bize benzeriz” yolunu seçtiler. 1960’tan sonrasının muktedirleri Batılılarca tanımlanmaya öncekilerden daha teşneydi. 27 Mayısçılar Türkiye’de İslâm’ın yeri olmadığı fikrinin temennikârlarıydı. Hâlbuki Türkler ne kaçak dövüşerek ne düşüklüğe rıza göstererek varlık gösterebilirdi. Bugüne kadar gösterdiğimiz şey neydi öyleyse, varlık değil miydi? Bütün olan biten, “var mısınız” sorusuna korkarak evet, “yok musunuz” sorusuna yine korkarak hayır demekten ibarettir. 2002’den sonraki AKP döneminde bütün sorulara yüksek sesle cevap verilir olması birilerinin gözünü boyamaya yetti. Akılda yüksek volümün çınlamaları kaldı, cevapların manasını kimse sorgulamadı. Daha ilginci, varlık-yokluk sorularını ortaya atan da AKP’nin kendiydi. Artık dışarıdan bir müstemlekecinin bize beka tehdidi fısıldamasına gerek kalmamıştı, kendi beka endişemizi kendimiz üretip satacak kapasiteye ve iç pazara erişmiştik. İslâmcılık vaktiyle sistem tarafından tanımlanmayı reddedip teorik açıdan millet odaklı bir fikri merkeze alarak gelişebilseydi Müslümanlar böyle bir düzende hükûmet etmeyi bir başarı olarak görmeyecekti. AKP kafalarda böyle bir cehdin hiç olmadığının somut delilidir. AKP iş başına gelene kadar siyasetteki İslâmcılık ile sivil alanda siyasi faaliyet gösteren İslâmcılar arasında bir fark vardı. Bu fark eleştirinin sıhhat şartıydı, eğri kılıcın eğrilikleri düzeltme imkânıydı. Sivil odaklar iktidara göbekten bağımlı kılındıktan sonra bu imkân ortadan kalktı.
Bir kapı kapanır, diğeri açılır. Çaresizlik duygusu yenilgiden yıkıcıdır. Dönüp dolaşıp Türklük bahsine varmamızın sebebi bu. “Her şeyin devletleşmesi” karşısında tek teklifin (başta millet olmak üzere devletin ve sair unsurların İslâm’ı yeniden ve bu kez itikadî bir zenginlik olarak keşfetmesine dayalı hayat tasarısının) Türklükten gelmesi onu sahici kılıyor. İsmet Özel’in tanımladığı şekliyle Türklük, bu kimliği taşımaktan memnuniyet duyanlar tarafından ciddi bir tahkik ve eleştiriye tabi tutulabilirse büyük bir kazanç elde edeceğiz. Tenkidin hakkını veren müdafaa-i hukukçular kazanacak, el ovuşturan muhipler ve temenniciler müstahakkını bulacak.
Kötümserliğine yenildiği günlerden birinde Turgut Uyar “Tarihe gömülen koca koca atlar / Tarihe gömülür o kadar” demiş. Böyle olduğuna inansaydım hayatım boyunca tek kelime okuyup yazamazdım. Tarihe sığmayacak cesamette gerçekler vardır. Güneşin altında yeni bir şey olup olmaması önemli değil, önemli olan yazdıklarımızın bu cesamete temas etmesidir. İlla yeni şeyler söylemek iptilasındaysanız Türk’ün iktisadî mantığı üzerine, tabiat ve maddeyle kurduğu ilişki üzerine düşünün derim. Ben Mithat Cemal’in “Ölmez bu vatan, farz-ı muhal ölse de hatta / Çekmez kürrenin sırtı bu tabût-ı cesîmi.” deyişini esas alıyorum. Hamaseti aşan bir hakikat var bu mısralarda. Evet, Türk bugün hâlâ hayattaysa biraz da mematının sebep olacağı tüyler ürpertici kıyamet sebebiyledir.
Muhammed SARI (7 Rebiülahir 1446 - 9 Ekim 2024)