SÖZÜN BAŞI, KİTABIN ORTASI, YOLUN SONU

Hakan Fidan 21 Ekim’de “Gülenciler yol yakınken dönsün.” dedi. Arkasından Devlet Bahçeli 22 Ekim’de “Bugün kitabın ortasından konuşacağım.” dedi. Öyleyse biz de sözün başındayken kitabın ortasından konuşalım ve bir yolun sonuna geldiğimizi söyleyelim. Yolun sonu sözü size ne çağrıştırıyor bilmiyorum. İyi yolda olduklarını düşünenler bu tabirden endişe duyacaklardır. Gidişatın kötü olduğunu düşünenlerse betere doğru gittiklerine kanaat getirip daha iç karartıcı düşüncelere dalacaklardır. Zaten yolumuz yol değildi, belki bu vesileyle yeni bir yola gireriz diye düşünenler de vardır mutlaka. Bir yol olsun da nasıl olursa olsun diyenlerin sayısı hiç de az değildir.

Türkiye’de siyasetin etki alanı, gündemi belirleme kapasitesi ne kadar yüksekse bu gücü elinde bulunduran odakların sayısı o kadar az. Bu durum, devlet gücünü arkasına alan gizli bir azınlığın topluma her istediğini dayatmasına sebep oluyor. Öte yandan, siyasî meseleler hakkında herkesin yorum yapabilme serbestisi ile gerçek bir siyasî katılım gösterme sorumluluğu arasındaki uçurum gittikçe derinleşiyor. Bu durumda ise safdil ve tecrübesiz kimselerin siyasî alana tedbirsizce girip harcandığına şahit olabiliyoruz. Devletle millet, resmiyetle sivillik birbirinden koptukça ve gri bölgeler genişledikçe zihinlere belirsizlik, kargaşa ve sanrılar hâkim oluyor. 

Griyi açık siyah olarak mı, kirli beyaz olarak mı tanımlayacağız? Konjonktüre göre değişir, cevabını verecektir çoğu insan. İlkeler yerine menfaatler üzerinden konum almanın tabii neticesi olarak. Gri alanda konumlanan aktör ve grupların gerçek renklerini anlamak hakikaten zordur. Fakat ilk elde şu kadarını bilsek bile bir başlangıç noktası yakalayabiliriz: Gri oluşumlar meşruiyetlerini tabandan (halktan), ehliyetlerini tavandan (seçkinlerden) almaya çalışır. Griler hem yönetenlerin bazı imtiyazlarına ortak olma fırsatını kovalar hem de yönetilenlerin itirazlarının sözcülüğünü yapma onurunu kimseye kaptırmazlar. Ölü evinin yasçısı, düğün evinin tefçisi bunlardır. Ömürlerinin uzunluğu bu dengeyi koruyabilmelerine bağlıdır. Bu nedenle Türkiye’deki siyasal alan ve sivil alan bir açıdan bakıldığında birbirine karışıp sınırları kaybolmuş gibi görünürken bir açıdan bakıldığında en keskin çizgilerle birbirinden ayırılmış görünmektedir. Griler ne mutlak karışmayı ne mutlak ayrışmayı ister. 

Grilik üçüncü bir taraf gibi algılansa da aslında siyah ve beyazların zaman zaman içine dalıp gizlenmelerini, araziye uyarak doğru zamanı beklemelerini sağlayan geçici duruma verilen addır. Bu bakımdan Türkiye’de belli bir etki alanına erişmiş bütün de facto yapılar (holding, dernek, vakıf, tarikat, cemaat, cemiyet, lonca, kooperatif, sendika, ajans, lobi, mafya, çete…) vakti geldiğinde etkilerini de jure yetkilerle taçlandırmak, gelirlerini sağlama almak niyetindedir. Bu süreç boyunca “sivil bir parti” ve “sivil bir hükûmet unsuru” gibi hareket ederler. Tersi de olur: Partiler veya hükûmetler bazen manevraları ve söylemleriyle kâr amacı gütmediği söylenen kuruluşları taklit eder. Amaçları sürecin sonunda yetkilerini arttırmak veya yetkilerinin toplumdaki etkisini arttırmaktır. Yani de jure statünün yetmediği yerde de facto durumlar yaratarak kendi lehlerine kaldıraç etkisi oluşturmaya çalışır. İki taraf gri bölgede karşılaştıklarında çatışmak yerine kaynaşmayı tercih eder. Dolayısıyla mevcut Türkiye şartlarında AKP bir şirkettir, CHP bir tarikattir, MHP bir ajanstır, FETÖ ve PKK sistem içre birer de facto partidir… dediğimizde yanlış bir söz söylemiş olmayız. Kimileri gücü ele geçirebilmek için sivil görünümlü alandan resmî makamlara doğru uruç halindeyken kimileri elindeki gücü koruyabilmek için sivillerle dolu festival alanında akrobatik gösteriler yaparak puan toplamaktadır. 

PKK cinayet makinası ve Gülenciler Türkiye’nin savunma mekanizmasını yenemedi. Yenmeye yaklaşamadılar bile. Kozları patronlarının kendilerine teoride ve pratikte sınırsız yedek parça tedarik etmesiydi. Kürtçülük ve Gülencilik son 40 yılda de facto pozisyondan de jure statüye geçmek stratejisine bu sayede büyük oranda sadık kalabildi. Türkiye’nin tek kozu tek başınalığıydı, seçeneksizliğiydi, ölümüneliğiydi. Fakat Türk devletinin başındakiler ne hukukî ne fiilî ne ahlâkî üstünlüklerini hakkıyla kullanabildi, buna niyetlenilmedi bile. Neticede varılan yer, yüz yıl önce memlekete dışarıdan sokulan nifakın bugün yine dış tehditler gerekçesiyle ittifak tekliflerine muhatap olmasıdır. Akla birçok soru geliyor: Öcalan, Osmanlıda asilere pâye verilip sulh edilmesi kabilinden bir anlaşmayla uluslararası bir statü mü kazanacak? Gülen’e intisap edenler “yol yakınken” etkin pişmanlık yasasından faydalandırılıp topluma mı kazandırılacak? Devlet açık ve örtülü ittifak teklifi (tehdidi?) yoluyla örgütlerin içinde çatlaklar oluşturmayı mı amaçlıyor gerçekten? Öcalan mecliste konuşsun, Gülenciler yol yakınken dönsün demek zorunda kalan devlet aklının, alacağı cevap ne olursa olsun Edirne’de, Diyarbakır’da, Irak’ta, Suriye’de özellikle de İsrail’e karşı aktif ve kararlı bir politika izleyeceğine güvenilebilir mi? Hem Türkiye hem muarızları CENTCOM’dan izinsiz adım atabilecek durumda mı? Yakın denilen yol hangi yoldur? Şu ortasından konuşulan kitap hangi kitaptır? Soruları çoğaltmanın faydası yok. Dünya sistemi cevapları asla verilmeyecek sorularla oyalanmamızdan istifade ediyor. Tehdidin boyutunu teklifin şok ediciliğine bakarak kestirmeye çalışmak eleştirel düşünme melekemizi köreltiyor.

İslâm’ın siyasetsizleştirilmesi, siyasetin İslâmsızlaştırılması ve üstelik bunların iki ayrı alan olarak var olmaya zorlanmaları Türk toplumunda derin yarıklar açtı. Bizim için takdir modernlik projesi bu ameliyatın gerçekleştirilmesinden ibaretti, başarıldı. Ayrılıkçı, takiyeci, menfaatçi unsurlar bu yarıklarda yuvalandı. İslâm itikadı sünepe bir görüntüye hapsedildi. Siyaset kurumu sansasyonel çıkışlar yapmadan yol alamaz hâle geldi. Siyasetin elindeki tabanca başından beri kurusıkıydı ama patlama sesini duyar duymaz kendi rızanızla ölmek zorundaydınız. Güzellikle ölmediğinizde sizi kabzayla dövüle dövüle gerçekten öldürülme tehlikesi bekliyordu çünkü. Bugün ise ölülerin ve ölmüş gibi yapanların ittifakı siyaset kurumunu bir teklife zorlamış görünüyor. Anlaşılan o ki hata katmerlenerek devam ediyor. Ahlâk sorunuyla hukuk sorununun birbirinden ayrılamayacağını kabule hâlâ kimse yanaşmıyor.

Muhammed SARI (20 Rebiülahir 1446 - 23 Ekim 2024)