AKILSIZ BAŞ, BAŞSIZ GÖVDE

Tarihte eşi görülmemiş bir bilişsel yüklemenin tazyiki altındayız. Kondisyon orta düzey beceri sayılıyor artık, kognisyona yükleniyoruz. GIF’teyiz. Zihinlerimiz bu döngüde çaresiz. Dünyayı kuşatan teknolojik gelişmeler aklımızı başımızdan aldı. Aklımızı aldı, satamadı ama geri de getirmedi. “Akılsız baş”ımızla yaklaşık üç yüz yıldır vaziyeti idare etmeye çalışıyoruz. Gazze’nin yakılıp yıkılmasını normalleştiren son hadiseler “akılsız baş” hiç yoktan iyiydi dedirtiyor, çünkü şimdiki halimiz “başsız gövde”den farksız. 

Bir toplum “nomos”unu kaybetmişse doğru ve yanlış diye dünya sisteminin kendine yutturduğu şeyleri bilir. Namus insanın kıymetli olanı tanıma ve koruma kabiliyetlerinin bir bileşkesidir ve insana sağlayacağı yarar yine tanıma ve koruma kabiliyetlerinin keskinleşmesi (yani namusunu korumak) olacaktır. Namus (iman) insana okuyup yazmakla bulunamayacak türden bir akıl (logos), bitip tükenmeyecek türden bir cesaret (epos) bahşeder. Namuslular başın bir yerde, gövdenin başka yerde durduğu bir hayatı tasavvur edemez. Edemezdi. Türklerin benlik, nesne ve âlem tasavvuru kısa sürede öylesine erozyona uğradı ki 18. asırda ayakların baş olması rezaletini 20. asırda başımızla gövdemizin ayrılması felaketi takip etti. Düşünceleriyle davranışları arasındaki bağ kopan hiçbir organizma bu kötü akıbete uğramaktan kurtulamadı. Elimizin işte gözümüzün oynaşta oluşu mahvetti bizi. Elimizden pek iş gelmiyor artık. Küntleştik. Oynaşabilmiş de değiliz; hatta o rezil açlık hissi, inkılâpların tamamlayıcısı olan askerî darbelerle birlikte yerini hınca bıraktı. Aldatıldığımızı anladık ama kabullenemedik. Hıncımızı bizi aldatandan değil bize sadakat gösterenden çıkardık, çıkarıyoruz. O gün bu gündür yârânımız yok, yaranabildiğimiz yok. Kapitalizm bizi dışlayarak yutmak istiyor, tarihimiz bizi kendi dışımıza koyvermiyor. Dışımızı dışlayamıyoruz, içimizin içine giremiyoruz. 

Arada kalmışlık ölümden beter. Muradımızı satır aralarına serpiştirerek konuşabiliyoruz çoğu zaman. Çok şeyi satır arasında söylemek zorunda kaldık. Konuşmanın zorlaştığı dönemlerde satır aralarının nasıl genişlediğini, ne kadar çok mânâyı yüklenebildiğini bilseniz şaşırırdınız. Edebiyat bu genişlemeden istifade edebilir ama hakikat açısından satır aralarının bu kadar şişmesi hayra alâmet değil. İçimizin şişmesi hayra alâmet değil. Gebelik ile gebeşlik arasındaki fark durumumuzu anlamaya yardımcı olacaktır. Hayır ve bereket, olursa namuslu bir gebenin sancısından hâsıl olur. Gebeşlerde namus aramayın. Gebeler hayatta kalarak doğurabilir, doğurmuşken ölebilir, düşük yapabilir. Müslümanın hayatında hepsinin yeri var. Gebeşler asla doğuramazlar ama şişip sıkışmaktan bir gün çatlayacakları muhakkak.

Aklımız başımızda, başımız gövdemizde, gövdemiz ayaklarımızın üzerinde, ayaklarımız vatanımızın üzerinde olsaydı mânâlar satır aralarında değil insanlar arasında gezinecekti. Bir ütopyadan mı bahsediyoruz? Bir düşünceyi vaktinden evvel dile getirmek acemilik sayılır. Diğer deyişle, ütopya vaktinden önce dile getirilmiş düşüncedir. Fakat biz vaktiyle olmuş olanın peşindeyiz. Olmamış gibi davranılmasına itiraz ediyoruz. Tekrar neden olmasın, hatta daha iyisi neden olmasın deyip duamızı buna göre yapalım diyoruz. Bizim bütün işimiz imkânla, potentia ile. Lehimize verilecek yepyeni bir “kün” emr-i İlâhîsi ile. Olguyu, olayı ve oluşu bir bütün olarak kavramak istiyoruz.

Taşın yerinde ağır olması gibi baş da yerinde ağır. Ve Türklerin ağırlığı davasının ağırlığı kadar. Türk aklını başına devşirdiği an davasını da “baş üstüne!” ünlemesiyle üstlenecektir. Fakat ortada hayat idamesi ve devlet idaresiyle bocalayan hatta hafife alınan bir toplum varsa onun Türklüğü şüphelidir. Üç yüz yıldır vaziyeti idare ettiğimiz için idame-i hayat edemiyoruz. “Dvr” masdarından müştak bir kelime idare. Akışta değil döngüdeyiz. Döngüde ilk ve son birdir, ayak ve baş yoktur. Kondisyonumuz düşük olsa da yeni bir yürüyüş hattına ihtiyacımız var. Bir mekânda, birim zamanda gerçekleştirilecek bir yürüyüş kurallar kitabının yeniden yazılmasını sağlayacak.

Muhammed SARI (14 Rebiülahir 1446 - 17 Ekim 2024)