- Aristoteles mi Platon mu?
- Sokrates!
- Platon mu Sokrates mi?
- Homeros!
- Pekiy, Homeros mu…
- Boşver!
Nasıl düşünebiliyoruz? Bilmiyoruz. Nasıl konuşabiliyoruz? Orası da muamma. İnsanı diğer mahlûkattan ayıran en temel belirtilere dair bildiklerimiz çoğunlukla zandan, yakıştırmadan ibaret. Yine de düşünmeye, konuşmaya devam ediyoruz. Hayatî meseleler hayatın akışı içinde üzerine kafa yormadığımız meselelerdir, çünkü kendi düzenlilikleri içinde işleyip gitmektedirler; işleyişleri aksadığında ise ölümcül tuzaklara dönüşüverirler. Tuzaklara düşmemek için parantezlerin korumasına ihtiyacımız var. Düşünmek ve konuşmak üzerine konuştuğumuzda hep bir parantez içinde olduğumuzu bilmeliyiz. Düşünmek veya konuşmak üzerine düşündüğümüzde parantez biraz daha genişler ama hepsi o kadar. Burada dikkat edilmesi gereken husus dilin konumudur. Düşünceye göre belki daha dar bir çapa ama kesinlikle daha kritik bir role sahiptir dil. Dil olmadan düşünceden de bahsedemiyoruz çünkü. Dilden bahsetmek için bile dile muhtacız.
Sonradan edindiğimiz bir beceri olduğu halde dilsiz bir hayat düşünemiyoruz. Öte yandan dilin hayatın kendisi olmadığını da biliyoruz. İster benliğin tadılmasında ister bizliğin tanınmasında olsun elimizdeki ortak zemin dildir. Teoriden varsayıma, zanndan yakîne bütün bilme biçimlerimizde dilin imkânları içinde hareket ederiz. Fakat dilin sınırları varlığın sınırlarını kuşatamaz. Dile gelmediği hâlde dil-öncesi ve dil-ötesi şeylerin varlığından eminizdir. Dile uğramayan varlıkları tanı(mla)yamıyoruz fakat varlığımızın dille sınırlandırılmasına da rıza gösteremiyoruz. Dil-öncesi ve dil-ötesi yapılar kişiliğimizin bizim bile farkında olmadığımız uç noktalarına dair semboller üzerinden sinyaller gönderirken dil-içi yapılar kimliğimizin yani herkesçe bilinmesini istediğimiz tercihlerimizin tutarlı bir dışavurumu olarak okunabilir.
Dil-öncesi ve dil-ötesi bilme biçimleri ile dil-içinde ve dil-ile tesis edilen bilgilerin kesiştiği sınır kend’özümüzü tanıma ufkudur. Bu ufukta “öte-önce, iç-dış” gibi nitelemeleri sadece acziyetin ifadesi olarak ve mecazen kullanırız. Dille ilişkimiz esasen dile bir “iç” veya “dış” atfetmemize manidir; çünkü dille ilişkimiz iliştirme bir şey değidir. Dil kemiğin iliğidir aksine. Ayrıca kend’özümüzü tanıma ufkuna inildiğinde karşılaşılacak şeye artık dil denip denemeyeceği de tartışmalıdır. O ufuklarda hakkıyla gezinen Yûnus Emre şöyle der:
Sayru olmuş iniler, Kur'ân ünini dinler
Kur’ân okıyan kendü, kendü Kur’ân içinde
Bu beyitte oyunbaz bir dille ifadesini bulan şey dilin oyun ile gerçek arasındaki ufku temsil etmesi olsa gerek. Yalçın hakikatlerin yalın ifadesi ilk anda kimine amentü dedirtebileceği gibi kimilerini daha derin şüphelere gark edebilir. Dilin bir ufuk, bir sınır oluşunun, aynalayıcı ve bakışık karakterinin tabiî sonuçlarıdır bunlar. Yine de acele karar vermeyip Yûnus’un beyitteki sıralamasına dikkat kesilmekte fayda var: Yûnus’a göre kişi önce dilsiz/hasta olduğunu bilmelidir. Buna bilgisizliğin kabulü de diyebiliriz. Kişi hastalığı sebebiyle doğal olarak ağlayıp inler, daha doğrusu söyledikleri acıdan inleyip sayıklamaktan farksız olur. İnlemesi bir isyandan çok bir yakarış olur, bilginin talep edilmesi anlamı taşırsa muradına ermeye yaklaşır. Şöyle ki hastanın samimi inlemelerine cevaben nihayet karşı bir ünleme işitilir. Hasta yükselen bu sesi can kulağıyla dinlemelidir. Böylece dilin âhenksiz (inlemeli, sayıklamalı) istîmali yerine âhenkli bir dilin istimâına yönelmiş olur. Manasız sesler çıkararak inleyen benliğini, âhenkten ibaret olan o ünlemeye göre ayarlayıp akort ederek iyileşme yoluna girebilir. Şifanın harfte/konuşmakta değil seste/dinlemekte olduğunu anlayabilir. Şairin varmak istediği yer çok açık: İnsanın bir dil sahibi olması dilin gramerine vakıf olmasıyla değil, o dilde kendi şarkısını söyleyebilmesiyle, mümkünse o dilde şakımasıyla belli olur. “Elhân duyulmadıkça belâgat giran gelür” demesi bundandır Yahya Kemal’in. Verili dili konuşmak hakiki bir konuşmak sayılmaz. Dilin seninle konuştuğu, hatta dilin seni konuştuğu frekansı duymakla başlar sayrılıktan uyanış. Birçok kendiler Kur’ân’ı yüzünden okuyabilmektedir fakat Kur’ân’da kendi yüzünü okuyabilen pek azdır. Yüzümüzü özümüze yöneltmemiz ve özümüzün gürleşmesi ancak böyle mümkündür.
Akıl sağlığımızı korumak için dil parantezini parçalamamak fakat özümüzü gürleştirmek için dil parantezinin dışına taşmak zorundayız. Her zorlukla gelen bir kolaylık vardır diyor âyet. Kolaylık şurada: Dilin tabanına inmek ve sınırlarına ulaşmak için gösterilen bütün çabalar son tahlilde onun bir işaretler sistemi olduğunun tekrar tekrar anlaşılmasıyla sonuçlanacaktır. Diğer ifadeyle, dil kendinin hücceti değildir. İşaret eder sadece. İşaret kelimesini fiilleştirmek istediğimizde o kelimenin önüne daima gizli bir “işaret olunan” geliverir. Türkçede işaret etmek “-i işaretlemek” veya “-i işaret etmek” kalıplarıyla kullanılır. Türkçe daima Kur’ân’ı işaret eder. Bir ayağımızı Türkçeye yani parantezin içine sabitlediğimiz takdirde diğer ayağın dışarı taşıp pergel misali Kur’ân hakikatlerinde seyrüsefer etmesi kolaylaşır. İşaretleri anlamadan işaret olunanı anlamak mümkün değildir.
Muhammed SARI (5 Rebiülevvel 1446 - 8 Eylül 2024)