Eğitimden sorumlu devlet dairesi mutadı üzre geçtiğimiz aylarda müfredatı baştan aşağı değiştirdi. Niçin ve nasıl değiştirdiği bahs-i diğer. Ama ciğer yakan bir bahis bu. Bahs-i ciğer! Gerekçesiz bir kararla milyonlarca ders malzemesi çöp oldu. Zaten çöptü denebilir. Doğrudur. Fakat yenisi de çöp. En azından edebiyat müfredatı. Çöpleşmenin tarihi bizde epey gerilere uzanır, bugünkü mesele değildir. Birilerinin aklıyla bazılarının menfaati bir araya gelince ortaya çıkan lobiler herkesi etkileyecek bir güç odağına kolayca dönüşebiliyor memleketimizde. Türkiye böyle bir yer. Etkiye açık. Açıktan da öte: Etkiye aç ve muhtaç! Dışarıdan ve yukarıdan birileri onu sevk ve idare etmezse yürüyebileceğine kendi bile ihtimal vermiyor. Yaşıyor ama ne için yaşadığını bilmiyor. “Kendinde şey” diyorlarmış buna. Kendi’den şey’e doğru seyrediyoruz.
Yeni ders kitabını açtığımda karşılaştığım ilk metin Faruk Nafiz’in meşhur San’at şiiri olunca sanatsız(tır)laşmayla ilgili izlenimlerim pekişti. Bizler edebiyat, sanat, felsefe diye bunların en kabuklaşmış, en dışlaşmış, en olmuş bitmiş hâllerini sunuyoruz talebeye. Lisede de lisansta da. Edebiyat, sanat, felsefe eğitimlerinin birer kendini keşif yolculuğu olması gerekirken meslekî öğretim formasyonundan ileri gidememesinin sebep olduğu hasar istatistikle ölçülebilecek cinsten değil. Aslında bunlar en az maddî külfetle bir milletin geleceği adına en büyük kazancı sağlayabileceği alanlar. Ne var ki bu kazanç da istatistiğe konu olacak cinsten değil. Edebiyat, sanat, felsefe eğitimlerinin maddî külfeti pek az ama serpilmek için ihtiyaç duyduğu manevî olgunluğu sağlamanın bedeli oldukça büyük. Bir asırlık cumhuriyet devri eğitiminin sayılar üzerinden şişirildiği resmî raporlara göz atarsanız istatistikçileri kurnazlığa sürükleyenin bu manevî külfet korkusu olduğunu görebilirsiniz. Tabiîdir. Kendini kolay kolay ölçtürmeyen ama insana boyunun ölçüsünü şıp diye veren ilimlerin karşısında hangi bilim dalı olsa tedirginlik hisseder.
San’at şiirine bakınca kuvvetli bir şairin bile bu manevî külfetin altından kalkamayabileceğini görüyoruz. 1926’da, inkılâpların hızlandığı yıllarda yazılmış San’at şiiri. Diğer deyişle, ikbal dalgasını yakalamayı bilmiş, o dalga üzerinde uzun süre yol almayı başarmış bir şiir. Şairin kendini “memleket şiirleri” fikrine vakfettiğini ilan yılı 1926. Oldubittilerin bir devlet politikasına dönüşmeye başladığı o yıl Âkif Mısır’a gitmek zorunda bırakılmıştı. Maarif Teşkilatı Kanunu’nun çıkarılmasıyla okullardan hadis, fıkıh, kelam gibi dersler o yıl kaldırılmıştı. Bir asır geçti; inkılâp dalgasının altında kalanlar ile ikbal dalgasının üzerinde kalanların hesaplaşmasına şahit olmadık. Daha kötüsü, Faruk Nafiz gibi mühim şairlerin bile kendi kıymetlerine kıyan sipariş şiirler döşendiğine şahit olduk. O günün politik ihtiyaçlarına cevap verme kaygısı taşıyan ve doğu-batı karşıtlığı gibi yavan bir teze dayalı, yani sığ bir sanat tarifi yapan bu şiir millî gururu okşayan retoriği sayesinde eleştiriye konu edilmeden şöhretini bugüne kadar korudu. Biz-onlar, doğu-batı, köy-şehir retoriğini sipariş edip destekleyen de şairi kullanıp kenara atan da aynı inkılâpçı kadrolardı. 1926’da altı zaten boş olan şiirin 1937’deki Altı Ok'la içi de boşaltılmış oldu.
İbretlik akıbete uğramış metinler bizde pek çoktur. Fakat zannedilenin aksine uzun yaşarlar. Uzun ömürlerini altı ve içi boşaltılmış kültürel ortama borçludurlar çünkü. Yoksa normalde politik tarihin bir dönemine ışık tutması bakımından anlamlı olan bir metnin, tutup bir asır sonra gençlere sanat mefhumunu, o mefhum üzerinden kimlik meselesini anlatmak için örnek bir edebî metin olarak sunulması tuhaflığını başka nasıl açıklayabiliriz? Yazan neyi niçin yazdığını iyi kötü biliyordu ama o metin üzerinden sanatı ve kimliği anlatabileceğini zannedenler ne yaptıklarını kesinlikle bilmiyor. Bu metnin olsa olsa “(Bence) San’at” bağlamında okutulabileceğini, hatta sadece o bağlamda okutulması gerektiğini ise hiç bilmiyor. Geçmişi neredeyse söylenceden ibaret hâle getirilen bir milletin sanat neyine? Retorik yeter!
Kimlikten mi sanata gitmeli? Sanattan mı kimliğe varmalı? Kimlikten sanata gitmek ilk elde mümkün ve makul görünüyor. Fakat biraz dikkat edilirse, bunu savunmak sanatın katkısı olmadan da bir topluluğun kimlik sahibi olabileceğini, hatta bir millet olabileceğini kabul etmek anlamına gelir. Ortada sanatsızca oluşmuş bir kimlik vardır ve o doktriner kimlik artık kendini ifade edecek “sanatsal vasıtalar”a ihtiyaç duymaktadır. Bu formülde sanat (yani ruhun pedagojisi) her zaman eklentiden ibaret kalacak, zor zamanda terk edilecekler listesinin başında yer alacaktır. Tarihte sanatsız toplumlar olagelmiş ama bunlar bir millet karakteri gösteremeden silinip gitmiştir. 2024’ün muhafazakârlarını 1926’nın Kemalistlerinin devamı kılan şey sanatsızlıktır. İdeolojinin tahakkümü ile reelpolitiğin omurgasızlığı sanatsızlıkta birleşirler.
Sanattan kimliğe varmak zahmetlidir ama kalıcı olan da budur. Kimlik “kim olduğunu bilmek” demek. Ve “bilmek” de din ile, sanat ile olur. Bilimle bilemezsin, çünkü o nesnelerin bilgisidir. Bildirecekse özneyi din ve/veya sanat bildirir. Özneyi nesneleştirmeden ve fail-i mutlaklaştırmadan elbette. Felsefe de bu şartlara riayet ettiği kadar özne ve kimlik adına sahih bir araştırma imkânı sunar. “Sanattan kimliğe varmak” ibaresindeki sıralılık izlenimi bizi yanıltmasın, kâinatta hiçbir oluş tek bir faktöre bağlı değildir ve tarih çizgisel bir seyirde meydana gelmez. Burada bir zaman veya önem sıralaması yok. Örneğin “Türk sanatı” ibaresinde ne Türk’ü ne sanatı birbirinin önüne koyabilirsiniz. Bir şey “Türk sanatı” olarak adlandırılmayı hak etmişse orada Türk ve sanat aynı şey olmuştur. Sıralama gramer gereğidir, hakikat daima grameri aşar.
Bizim edebiyat, sanat ve felsefe eğitimimiz sanatsız kimliğin ve kimliksiz sanatın var olamayacağı hakikatini 1923’te paranteze almış, 1960’tan sonra ise sağ-sol fark etmeksizin bu hakikate tamamen düşman bir pedagojik cendereye sıkışmıştır. “Paid” ve “agogos”… Pedagoji “çocuğu bir yere götürmek için yapılan kılavuzluk, onu yönlendirmek” demek. Daha sarih bir ifadeyle çocuğun istikametini, dolayısıyla başını ve gözlerini bir yönden başka bir yöne çevirme işi. Toplumun sevk ve idaresinin sıfır noktası yani. Başımızdakiler başımızı bir o yana bir bu yana çevirdi durdu. Bize yeni bir akıl, yeni bir nazar vadedenler çocuklarımızı eldeki baştan, baştaki gözden de etti.
Muhammed SARI (1 Rebiülevvel 1446 - 4 Eylül 2024)