Her şey kaydediliyor. Galaksiler arası hareketlilikten insanlar arası ayaküstü lakırdıya kadar her şey. Tarihte bu ilk kez oluyor. Tarihe bu ilk kez oluyor. Bu sabah cep telefonumun konumu açık kalmış. Açıkta kalmışım! Demek ki uydular arka mahalledeki semt pazarına gittiğimi, sonra bütün gün evden çıkmadığımı biliyor. Ne yapacaklar bu çöp bilgiyle? “Paslı çivi de olsa atma, gün gelir lazım olur.” mantığıyla yaşayanlar soruyu yersiz bulacaktır. Fakat konumuz tedbirsizlik değil; ben aleyhimize sürekli istihbarat toplayan, fazlasıyla kanıksanmış bir tehditten şikâyet ediyorum. Stokçuluk her zaman iyi bir vurgun yoluydu ama dijital çöpçülüğün trilyonlarca dolar değerinde bir sektöre dönüşeceğini, çöpü eşeleyenlerin dünyanın en zengin ve en tehlikeli insanları olacağını söylesek kim inanırdı? “Bit” pazarına hakikaten nur yağmış.
Her şey kaydediliyor. HER ŞEY! Hasan Sabbah fedailerini ve düşmanlarını hangi sözlerle büyülemişti bilmiyoruz. Fısıldadıkları onunla beraber mezara gitti. İrem bağlarının ve sütunlarının neye benzediğini gösteren bir fotoğraf ulaşmadı elimize, meraktan ölsek de öğrenemeyeceğiz. Rasulullah bütün münafıkların ismini Huzeyfe bin Yemân’a sır olarak vermişti ama Huzeyfe sırrı öğrenmekte ısrar eden Hz. Ömer’e isimleri söylememişti. Emrin hikmeti buradaydı. Dinozorlar, mamutlar, dodo kuşları; Atlantis, Eldorado, Şambala belki hiç var olmadılar yahut hep birlikte tarihe karıştılar. İyi ki karıştılar. Bizim düştüğümüz kafese düşmekten kurtuldular. Evet, biz kendi derdimize yanalım. Yeryüzündeki canlıların hayatını bir çırpıda sonlandırabilecek türlü belayı sığınaklarda, hangarlarda, veri bankalarında, laboratuvarlarda hazır bekletiyoruz. Hiçbir şeyin geçip gitmesine, tarihe karışmasına izin vermiyoruz. Yetmiyormuş gibi, geçip gitmişleri teknoloji yardımıyla bugüne getirmeye, “canlandırmaya” çalışıyoruz. Yazılı, analog, dijital fark etmez; sorumluluğu alınmayan, sonuçları hesaplanmayan her kayıt bir lanete dönüşecektir. Bazı şeylerin unutulması, terk edilmesi, yok olması gerekir. İnsanlık bugüne kadar geldiyse biraz da gidenlerin yer açmaları sayesindedir. Fakat bugün işler bambaşka boyutlara varmış durumda: İnsan türünü sürdürmenin önündeki en büyük engelin insanın kendisi olduğu tezi işleniyor.
Geçmişin bazı büyük hadiselerine dair elimizde üç beş parça tabletten, parşömenden fazlası yokken günümüzün en küçük sokak hareketleri hakkında bile ânında dağlar kadar enformasyon üretilmesi tarihe bugünden bakmayı hiç olmadığı kadar zorlaştırıyor. Büyük veriyi anlamlandırma çabası daha büyük ve karmaşık veri yığınlarına sebep oluyor. Bilgiye kendi cinsinden bir araçla yaklaşmanın kaçınılmaz sonucu bu. Bilgi işlem araçlarıyla kayıt altına aldığımız bilgiyi yine aynı araçlar üzerinden işleyerek köpürtüyoruz. Ben nakledilen bilginin bize ulaştığı kadarını gerekli ve yeterli, ulaşma ihtimali olan kısmını emeğe ve zamana bağlı, ulaşamamış ve örtülmüş kısmını ayartıcı ve tehlikeli kabul ediyorum. Bilmemiz istenseydi bildirilirdi, bilirdik. Bilmemiz istenirse bildirilecek, bileceğiz. Fakat bir de insanın bilebilirlik sınırları içinde kalan ama girilmemesi istenen bilgi alanları var. Yasaklı ağaç misali, Hârût ile Mârût’un ilmi misali imtihanlar bu. Modern insan büyük zararlara uğrayacağı o sulara hiç düşünmeden girdi ve hâlâ o sularda ilerlemeyi görevden öte hak biliyor. Yelkenlerini kâşiflik ruhu ve definecilik anlatısının şişirdiği bu bilme biçimine mesafeliyim.
Ben evvela bildiğimiz kadarıyla ne yaptığımızı sorgulamayı daha dürüstçe buluyorum. Müslüman zihin yapısı bildiğiyle ne yaptığının hesabını vermeden bilmeye (yığmaya) devam etmenin yıkım getireceğini iyi bilir. Bilgiyi tek yöne açılan, yalnızca ehlinin açıp kapayabildiği bir kapı olarak görür. Kapı Müslümanlarca amacına uygun kullanılmadığı için zamanla işlevini yitirdi, duvara dönüştü. Kapının/duvarın 17. yüzyıldaki bilimsel devrim dalgasıyla ağır hasar aldığını, 20. yüzyılın medyatik kasırgasıyla tamamen kırıldığını söyleyebiliriz. Artık o kadar büyük miktarda enformasyon akışı var ki insanın bilgiyi kuşatması şimdiden imkânsız hâle geldi. İroninin büyüğü de bu noktada belirdi: “Bilmeye cüret et!” nidasıyla dogmatik uykusundan uyandığı söylenen yeni insan, kendi eliyle veriye dayalı yeni bir din, bir enformasyon teolojisi yarattı. Yapay zekâ, büyük verinin insana mahsus bilme biçimi ve hızıyla işlenemeyeceği anlaşılınca yönelinen bir fikirdi. Fikirleri korku ve hayranlık objesine dönüştürüp tanrılaştırmakta Batı'nın üstüne yoktur. Batı daima, bildiklerinin yanında bilebileceklerinin büyüklüğüyle tetiklenip kamçılanan bir topluluk oldu. Bildiklerinin ve bilebileceklerinin, bilmedikleri ve bilemeyeceklerine nazaran hiç mesabesinde kaldığını kabullenmek istemedi, “Ben ne yapıyorum?” demedi. Bilgi akışının kendisi amaç katına yükselmişti bir kere. “Ben”, “ne” ve “yapmak” arasındaki organik bağlar kopma noktasına geldi.
Yapılanlardan nakledilenler kadarını bilme işine tarih diyoruz. Tanımı gereği noksanlıklar taşıyan bir bilgi alanı. Tarih boşlukları ve parçalılıklarıyla yararlı. İnsan o boşluklara yerleşerek, o parçaları başka parçalara uyumlayarak tanıyabiliyor kendini. Tarihin içinde yaşıyoruz ve tarih içimizde yaşıyor, bu organik geçişkenlik olmadan bilincimiz gelişemez. Geçişkenlik aynı zamanda tarihçiliğin bir şuur açıklığı ve yaşantı zenginliği meselesi olduğunu, dijital enformatiğin yaptığı gibi arşivcilik ve envantercilik işi olmadığını da işaret eder. Zihnimize ne girecekse, ıttılaımıza ne arz edilecekse bunun hacim ve malzeme açısından hem parçalı hem parçalanabilir olması gerekir. Ne insana ulaşan bilgi ne de bilgiyi işleyen insan zihni yekpâredir. Her şey ama her şey parçadan ibarettir. İnsan, parçaları iyice parçalayıp sonra birleştirerek yeni parçalar üretecektir; insan türü için bundan fazlası mümkün değildir. Devraldığımız noksanı yine başka türlü noksan bırakarak göçüp gideceğiz. Tarih biraz da bunun için var. Önü arkası olan bir hayatımız olsun diye. Tarihin “noksanlık” kabulüne mukabil enformasyon teolojisi “tamamlayıcılık” saplantısıyla her detayı kaydeder, tanımlar, tasnif eder, gerektiğinde geri çağırmak üzere stoklar. Her detayı kaydedilen bir çağ hâlâ tarih biliminin konusu mudur? Geleceğin tarihçisi boşlukları yoklamakla değil enformasyon yığını arasında kendine boşluklar açmaya çalışmakla uğraşacaktır. Radyo ve televizyonlar küresel kesintisiz yayına başlandığında düşünme eyleminin alanı hiç olmadığı kadar daralmıştı. Gerçekzamanlı internet yayınıyla birlikte bildiğimiz mânâda düşünme faaliyeti bitti. Hâlbuki insanın geçmiş veya gelecek hakkında düşünebilmesi için kendiyle baş başa kalmayı bilmesi (bütünden/bugünden ayrılabilmesi ve kendini boşluğa/teorik alana çekebilmesi) şarttır. Kendiyle baş başa kalabilmek gerçekle yüzleşebilmek demektir. Biz yüzsüzleşiyoruz.
Kendiyle baş başa kalamayan, sırrını saklayamayıp büyüsünü (mahremiyetini) kaybeden, bildirimsiz ve etkileşimsiz duramayan insanların hayatı son tahlilde enformatiğin konusudur. Enformasyona karşı mitoslar çağına dönelim mi diyoruz? Hayır. Sünnet-i Seniyye sır ve mahremiyet sahibi olmanın muğlaklık ve müphemiyete cevaz vermediğini, her şeyin kaydedilip ortalığa dökülmesinin şeffaflık ve cesaret anlamına gelmediğini bize vaktiyle öğretmişti. Gerçeklik, sahicilik, dengelilik kavramları tarihte ilk ve son kez O’nun yapıp etmelerinde tam karşılığını bulmuştu. Yaşanabilirlik ve yaşatabilirlik Sünnet’in esasıdır, insanî olan bu sayede ilahî olana temas edebilmişti. İslâm’a göre bizi her ân izleyen göz aynı zamanda bizi “gözeten göz”dür. Yaşananları kesintisiz kayıt altına alanlar ise sadece tanrıcılık rolü oynuyor. Yaptıklarına “gözetlemecilik” dışında bir ad verilemez. Onlar yaşamak ve yaşatmak sanatıyla ilgilenmiyorlar. Günü geldiğinde “kayıttan oynatılan” bir dünya düzenine (sessiz kıyamete) geçme hazırlıklarıyla meşguller. İşler gide gide geri dönülmez bir noktaya mı varacak yoksa en başa mı dönecek? Kıyamet ânında cihazlar kayıtta olacak mı? Cevabım kayda geçsin: Çok merak ediyorum ama asla bilmek istemiyorum.
Muhammed SARI (8 Rebiülâhir 1447 - 30 Eylül 2025)