Büyüklerimden biri vaktiyle idarecisiyle yaşadığı bir sohbeti nakletmişti. İdarecisine okuldaki işleyişten dert yanıyor, insanların iş bilmezliğinden şikâyet ediyormuş. Hararetle konuşurken lafı ikide bir kurumsallığa, kurumlaşmaya getiriyormuş. Kurum şöyle kurum böyle derken sohbet epey uzamış. Müdür bey kendisini sonuna kadar sükûnetle dinlemiş ve bizimkinin cephanesi tükenip de harareti düşünce ona meşhur mafya dizisinden bir replikle mukabele etmiş: “Hocam şimdi bana kurum falan diyorsun. İyi diyorsun, güzel diyorsun. Ama kurum dediğin kim? Sen, ben… İnsanların haricinde kurum diye bir şey yok ki!” Bu anekdotu ara ara hatırlar ve kendime sorarım: Müdür söylediği söze gerçekten inanıyor muydu yoksa muhatabını ıskat için zekice bir hamleye mi başvurmuştu? “Tüzel kişilik” kavramı bizde hiç yerleşmiş miydi? Tüze ile kişiyi birbirine ezdirmeden nerede bitiştirip nerede ayrı tutuyorduk?
Devlet kültürümüz “kurumun şahıs, şahsın kurum olduğu” monarşik rejimlere dayanıyor. Kudret-adalet dengesinin görece iyi korunduğu klasik çağlarda bu rejimlerin nimetlerini devşirdik, bunlardan kurduna kuşuna varıncaya kadar çevremizi de faydalandırdık. 17. asırla birlikte denge adalet aleyhine bozulunca geriye sadece külfet üreten bir yapı kaldı. Üstelik çevre memleketlerin külfeti de sırtımıza bindi. Adaleti bir daha gören olmadı, kudret ise tamamen silinip gitti. Adaletsiz ve kudretsiz son birkaç yüzyılımız boyunca kurum-şahıs meselesini açıklığa kavuşturamadık. Tanzimat, Islahat ve Meşrutiyet dönemleri baştan aşağı bir yetki ve temsil karmaşasını yansıtır. Her müşkülden bir inkılâp darbesiyle kurtulmayı marifet sayan Kemalist kadrolar bile yetki ve temsil meselesini muallakta, giderek muğlak bırakarak çalıyı kenardan dolanmıştır. Saltanat, hilafet, şeyhülislamlık gibi kritik kurumlar hakkında nihaî kararlar alamamış; işleri belirsizliğe mahkûm ederek ve monarşik devletin yerine parti devletini ikame ederek aradan sıyrılmıştır. Klasik çağlarda ferdlerde müşahhas hâle gelen kudret ve adaleti modern tüzelliğin uhdesine devrederek kaçak güreşmiştir. 1945 sonrasının Amerikan hegemonyası gelip çattığında kurum-şahıs münasebetlerinin tesis edilmediği, ceberut ama kof bir rejimde yaşadığımız kabak gibi ortaya çıktı. Amerika’nın sihirli değneği bu kabağı süslü bir kupa arabasına çevirmeyecekti elbette. Bugün bile kurum nedir, şahıs kimdir, bunlar arasındaki münasebetin mahiyeti nasıldır sorularının cevabını bulamadığımız için kriz üstüne kriz yaşıyoruz. Aileden parlamentoya kadar.
Kurum-şahıs münasebetlerinin belirsizliği bizi içten ve dıştan çürüttü. Devlet, kişi hakkını kendi otoritesine yöneltilmiş bir tehdit olarak, millet ise vatandaşlık vazifesini başına sarılmış bir bela olarak görmeye başladı. 1923-1950 devresindeki devlet-millet kopuşu kişilik haklarının gaspı bakımından, 1950-1960 devresindeki devlet-millet flörtü vatanseverce vazifelerinin savsaklanması bakımından bugün bile Türk siyasallaşmasının krizini gözler önüne seren bir laboratuvar hükmündedir. Yaygın kanaate göre devletin ne olduğu konusunda anlaşabilirsek vatandaşın kim olduğu konusunda da uzlaşabilir ve böylece “kurulu tüze”yi ıslah edebilirdik. Osmanlı ve Cumhuriyet elitleri bu “kurulu tüze”nin devamından taraftı. Azınlıkta kalan kanaate göre ise uygun hareket seyri önce vatan ve vatandaş kavramlarının berraklaştırılması, ardından devletin “yeni bir tüze”yle yeniden tanımlanmasıydı. 27 Mayıs “yeni tüze” imkânını tahrip ederek bu tartışmaya son verdi. 27 Mayıs’tan sonra “evrensel demokratik(?) kurumların tesis edilmesi”yle toplumların özgün ve otantik yönetim mimarileri oluşturma hakları ellerinden alındı. Demokrasinin evrensel form olarak dayatılması dünyadaki bütün kurum-şahıs ilişkilerini eskisinden daha kötü biçimde çarpıttı, toplumları bu çarpıklığı sürdürmeye, yani kurumsallaştırmaya zorladı. Demokrasi bu bakımdan mağlupların rejimi oldu denebilir. Demokrasinin mağluplara boyun eğdirmesi meselenin bir yönüdür. Konuşulmayan yönü, Amerikan ihracı demokrasiye boyun eğenlerin bu yolda galip görünse de mağlup sayıldığıdır. “Demokrasinin beşiği” sayılan İngiltere’nin bile.
Demokrasinin toplumcu tezlere de bireyci tezlere de sonuna kadar açık olması onu içi boş bir biçimden ibaret kılıyor. 20. asrın başlarında Wilson’ın ve Lenin’in demokrasi tanımlarını, İngiltere ile Fransa’nın demokrasi tecrübelerini ana hatlarıyla bile uzlaştırmak mümkün değil. Amerikan hegemonyası 1945’ten sonra bu sorunu da kökünden çözdü. Demokrasiyi insan hakları ve serbest piyasa ile birlikte paket program hâlinde satın alma şartını koştu. Parçalar her ne kadar Amerikan think tank fabrikalarından demonte geliyor idiyse de Avrupa toplumları o parçaları kendi ihtiyaçlarına göre monte etme esnekliğine kısmen sahipti. Amerika detaylarla ilgilenmiyordu, paketin satın alınması ve parçaların kullanılması yeterliydi. Aynı parçalardan bir ülkede televizyon koltuğu üretilirken, diğerinde elektrikli sandalye imal edilmesine şaşırmıyorduk. Biz demokrasi paketinden çıkan parçalarla ancak bir kıraathane taburesi yapabildik. 1945’ten beri demokrasi sanatını o tabureden icra ediyoruz. Uzun süredir ne kıraathane tarayan teröristler ne tabure üzerine çıkıp nutuk söyleyen kasaba siyasetçileri var hayatımızda. Buna rağmen tabure ve üzerinde oturan adam varlığını korumaktadır.
Türk usulü demokrasi yetki-temsil kaosunu azaltmak bir yana, düşük yoğunluklu kaosun hayat tarzı olarak iliklerimize kadar işlemesine sebep oldu. Kurumun ve şahsın nerede başlayıp bittiği üzerine hâlâ bir konsensüs yok. Şahsiyeti ezip yok saymayı kurumsallık sanmaya da şahsiyet sahibi olmayı kolektif şuurun reddi olarak anlamaya da eşit derecede yatkınız. Hayatı boyunca âmir-memur, ast-üst dışında insanî ilişkiler geliştirmemiş kişilerde kurumsallaşmanın duyguca katılaşıp taşlaşmak şeklinde tezahür ettiğini görürüz. Böyleleri son yıllarda “yönetişim” jargonunu ve medyatik kanalları kullanarak “yontulduklarını” göstermeye çalışmaktadır. Bunu tekâmül sayabilir miyiz, şüpheli. Şahsiyeti, bireysel hak ve özgürlükleri dillerinden düşürmeyenler ise bir yerden sonra kendilerini vazgeçilmez sanma hastalığına kaptırmış, pasif agresif bir ruh hâline bürünmüşlerdir. Bencilliklerini postmodern teorilerin muhaliflik pozuyla örtmeye çalışırlar. Kitleler iki güruh arasında kıstırılmıştır. Kıskaçtan ancak mesuliyet sahibi bir avuç bağımsız figür kurtulur.
102. yılı kutlanan Cumhuriyet önce İngiliz sonra Amerikan prensiplerini benimsediği ölçüde kurulu ve kurumsal sayıldı. Hâlbuki Osmanlı bittikten sonraki ve Türkiye başlamadan önceki en karanlık günlerde bile varlığı kesintiye uğratılamayan tek kurum olan ordu, başkasının onayına ihtiyaç duymadan kendini cümle âleme kabul ettirmişti. Mesuliyet sahipleri o gün ordunun yanında durmakta nasıl haklı idiyse sonrasında ona mesafeli durmakta da o kadar haklıydı. Çünkü Cumhuriyet’in “kurucu(?)”ları bağımsız figürlerin üzerine kurumsallaşma adına beton döküyordu. Bugün de böyledir. Dünya sistemi kitleleri şahıs ile kurum arasında bir seçim yapmaya zorlar. Acı gerçeği hepimiz biliyoruz. Kitleler bağımsız figürleri över ama günün sonunda “kurulu tüze”yi seçer.
Muhammed SARI (7 Cemaziyelevvel 1447 - 29 Ekim 2025)