HAYATSIZLAR VE BÜYÜK HAYATLAR

"Bizim asıl rakibimiz uyku."
Ted Hastings (Netflix CEO'su)

Said Nursi’nin gençken dikkatimi çeken bir sözü vardı: “En uzak ve en büyük dairede en küçük işler, en yakın ve en küçük dairede en büyük işler vardır.” Bu sözü “Neden radyodaki Cihan Harbi haberleriyle hiç ilgilenmiyorsun? Bir zararı mı var? Yoksa bilmemiz gereken daha önemli bir hadise mi var?” sorusuna cevaben söylemişti. 20. Hıristiyan asrının ortalarında, tarihin bir bakıma en karanlık günlerinde, ama yine de uzak ile yakının, büyük ile küçüğün hâlâ birbirinden ayırt edilebildiği günlerde söylemişti. Durduğunuz yere göre ya çok isabetli ya çok hatalı görünebilen bir söz. Uzak ve yakın olan nedir, büyük ve küçük iş hangisidir sorularına isabetli cevap verebilmek bugün de önemini koruyor. İnsanın kendini çepeçevre kuşatan ilgilerin yörüngesinden çıkması, ayartıların cazibesinden sıyrılması zor. Ne yapalım ki aşılması gereken bir zorluk bu. Kendi yörüngesini çizmesi, hiç değilse çizgisini çekebilmiş insanları takip etmesi insan için hayatî bir vazife. Hepimizi yöresinde gezindiğimiz, “yürünge”sinde seyrettiğimiz meseleler şekillendiriyor. Prensipte herkes kapısının önünü süpürse bütün şehir temizlenirmiş gibi görünüyorsa da pratikte işler böyle yürümüyor. Mesafe ve öncelik ayarlarımızı güncellememiz gerekiyor. Sistemin hem kutuplara kadar götürdüğü hem kapımıza kadar getirdiği bir harp modeline karşı ancak ters orantılı ve asimetrik hareket tarzıyla mücadele edebiliriz. Bugün harp nerede cereyan ediyorsa en yakınımız orasıdır, en büyük işler oradadır. Evse ev, kutupsa kutup.

İç ve dış, uzak ve yakın gündelik hayatını sürdürebilmesi için zihnimizin ürettiği bir varsayım. Etrafını çitle, dikenli telle, duvarla çevirdiğimiz uzay parçasına zihin iç ve yakın, çevresine dış ve uzak diyor. Kurgusunu bu saymaca üzerine inşa ediyor. Sınır olmadan yaşayamıyor zihin. “Sınırda varlık” diye adlandırabileceğimiz insanın en tehlikeli girişimleri “sınır” kavramını ihlâle yönelik olanlardır. Ne kıtaların fethi ne uzayın keşfi. Modern iletişim araçları “uzakları yakın eder”ken ve dünyayı küreselleştirirken aynı zamanda “içimizi dışımıza çıkardı.” Her şey birden tersyüz olmadı ama toplumsal bünyedeki etkisi o kadar şiddetliydi ki kimse gardını alacak, neler olduğunu sorgulayacak mecali kendinde bulamamıştı. Bertolt Brecht sandalyesini ters çevirip sahneyi değil seyircileri seyrederek tersliği tersyüz etmeye giriştiğinde çok geç olmuştu. Bir farkındalık ânı yaratmakla kalmıştı. Kitle iletişim araçları mesafeleri, zaman dilimlerini ve bunlara bağlı kültürel farkları çoktan üst üste bindirmiş, neredeyse eritmişti. Eski radyolar, köyden kasabaya inecek parası olmayan insanlarda bile dünya başkentlerinin istasyonları arasında gezindiği duygusu uyandırmakta başarılıydı. 19. asrın sonlarındaki sinema devrimiyle deneyimlerimiz duygudan öte bir anlam kazandı, sinematografik deneyim adeta gerçek yaşantılarımıza eklemleniyordu. Televizyon bu yaşantı ortaklığını ve çoğullaşmasını pekiştirdi. Yine de bu nesiller mekanik çağın alışkanlıklarını sürdüren, yani açma-kapama tuşuyla iş gören nesillerdi. Kendilerince bir gerçeklik sınırını muhafaza ediyorlardı. Bugün elli yaş üzerindeki radyo-sinema-televizyon nesillerinin insanları yayınlanan dünyayı gerçek dünyaya benzediği kadar benimsiyor, kahramanlarını “içimizden biri” olduğu için seviyordu. Onların ekran başındaki ağlayıp gülen, kendilerini kaptırmış hâlleri torunlarına komik geliyor. Ancak bütün sıcakkanlılıklarına rağmen cihazın dünyasıyla gerçek dünya arasına bir sınır çekebiliyordu bu nesiller. Yakınlaşma arzulanıyordu elbet ama bir aynîleşme yanılsamasına pek düşmüyorlardı. Yayın kapandığında kendi dünyalarına dönmekte zorlanmıyor, bir mahrumiyet hissine kapılmıyorlardı. O günlerin dünyasında Brecht’in “yabancılaştırma efekti”nin bir anlamı vardı. Bugün neye yarar? 

Dijital çağın çocukları kendi gerçeklikleri ile yayının gerçekliği arasında denge kurmalarını sağlayacak çizgilerden mahrum. Yayın kesintisiz ve bir kapatma düğmesi de yok! Doğar doğmaz gözlerini “yayınlanan gerçek”e açıyorlar. Kendi gerçekleri zannettikleri şeyler de yayınlarda inşa olunmuş, neredeyse onlarla eşzamanlı oluşmuş yansımalardan ibaret. Ekran karşısındaki “kapılmış” hâllerine hayret ettikleri eski nesillerden tamamen farklı bir konumdalar. Şimdikiler seyrettiklerine kapılmıyor, çünkü seyrin ve yayının bir parçası konumundalar. Ekranın karşısında olmak ile ekranda olmak arasındaki çizgi varla yok arası onlar için. O yüzden zihinleri en az yayınların kendisi kadar yayından yayılan yan süreçlerle de korkunç derecede meşgul, ilgileri had safhada ayartılmış durumda. Yayının kendi değil “yayından yayılanlar” sistemin asıl kârı elde ettiği, endüstrileştiği alandır. Ahtapotlaştığı ve kılcallaştığı aşamadır. Her içerik bir kereye mahsustur ama tekrarları, yankıları, yansımaları sayısızdır. Kârdan kâr edilmesi, zincirleme vurgunlar yapılması, yani kazancın viralleşmesi bugünkü yayıncılığın esasını oluşturuyor. Bu arka alanı iptal ettiğinizde sistemin kendiliğinden radyo-sinema-televizyon çağına döndüğünü görürsünüz. Çoğu insana göre bu taş devrine dönmekten beter! Taş devriyle dijital çağ arasında bu kadar ince bir çizgi olması şüphe uyandırmıyor mu?

Evet, kimse sırtında taş taşıyarak inşa ettiği dijital dünyayı bırakıp taş devrine dönmek istemiyor. Aksine herkes karakterini ve hayat tarzını düzeni tahkim edecek yönde ayarlıyor. En uzak dairedeki işlere el atıp en yakın dairedeki işleri savsaklıyoruz. En basitinden “etkileşim vermek” suretiyle sistemi besliyoruz. Bir tür yatırım bu. Dönerse ne âlâ yatırımı. Geri dönmeyen etkileşimi “gift economy” prensibince zarar hanesine yazıyoruz. Bu riskin sebep olacağı motivasyon kaybını erken fark eden mühendisler sistemi beslemekte sebat gösterdiğimiz takdirde kâr edeceğimiz, yani önünde sonunda etkileşim alacağımız bir algoritma düzenine geçtiler. Dijital sistem tarihsel materyalizmin bir türü. Ama buhar ve elektrik düzeninin ötesinde, soyut nesnelerin tüketimi üzerinden işleyen sofistike bir materyalizm. Duygular ve dürtüler ekonomisi. Uzağı yakın eden, içi dışa çıkaran teknolojinin soyuttan en somut kârı elde etmesi kimseyi şaşırtmamalı. Şaşırtıcı bulmamız, en azından rahatsız edici saymamız gereken insanların bu değirmene su taşıma performansıdır. Futbolseverler topun çizgiyi geçip geçmediğini günlerce tartışmaları yetmezmiş gibi sevdikleri futbolcunun oğlunun doğum günü kutlamasındaki saç stilini kendinde denemeden edemiyor artık. Magazinseverler esas kızın esas oğlana finalde çektiği rest kadar, kıyafet ve takılarının hiç değilse imitasyonlarını bulabilecekleri sitenin linkini “pin”leri arasına ekleme telaşına kapılıyor. Siyasetseverler devletler arasındaki mücadelelerin esas dinamiklerini öğrenmekten çok siyasetçilerin birbirlerini nasıl tuşa veya tufaya getirdiğinin mafyatik ve medyatik detaylarını öğrendikçe şevke geliyor. Hâsılı, yayının çeşitliliği ve kesintisizliği, yayın akışına kendini kaptırmış insanın gerçekliğini elinden alarak onu hayatsızlığa mahkûm ediyor. Gözünü hapiste açmış çocuklara dış dünyayı kelimelerle anlatmak ne kadar zorsa “yayında doğmuş” hayatsızlara başka bir dünya olduğunu, olabileceğini, olması gerektiğini anlatmak da o kadar zor. Aralıksız yayın, hayatı yutup kendine benzettikçe, boşluk bırakmadıkça “yabancılaşma efekti”ni duyumsamak, kendini yayının dışına atmak sıradan zihinler için zorlaşıyor. Yine de öngörülemeyen kesintiler, planlardaki aksamalar, kapsama alanının erişemediği kuytu köşeler her zaman olur ve “yayın” ötesinden berisinden boşluklar, fireler verir. Fire biz olmalıyız. Firar etmeliyiz. Kendimizi sahil-i selamete atmak için bu şart.

İnsan sadece hafıza değil hayat iklimi bakımından da balığa benzer. “Derya içre” oluş genel bilinç durumumuzu yansıtır. Kimi balıklar kazara kıyıya vurur, kimi balıklar bile isteye kıyıya çıkar. Kıyıya kazara vuran balık sudan çıkmışa dönmenin paniğini ve suyun dışında bir dünya olduğunu anlamanın şokunu iç içe yaşar. Sonunda ya ölür gider ya da çırpına çırpına gövdesini tekrar suya atmanın yolunu bulur. Kıyıya bile isteye vuran balıkların durumu farklıdır. Çoğunlukla büyük balıklardır bunlar. Haberciler onların depresyonda olduğunu ve intihar etmeye çalıştıklarını söyler nedense. Suya dönmeyi reddeden balık... Ölmesi neredeyse kaçınılmaz… Neredeyse… Eski bir rivayette karaya vuran büyük bir balığın zamanla nefes almayı öğrendiği, hatta ayaklanıp yürümeye başladığı nakledilir. Çok çok daha eski bir rivayette ise karaya vuran büyük balığın kendisinin değil de karnından çıkan bir adamın macerası anlatılır. Adamın denize son kez baktığı ve arkasını dönüp kara içlerine doğru yürüyerek gözden kaybolduğu anlatılır. Güzel hikâye, değil mi? Hayatsızlar “Şu adamın filmini yapsalar da izlesek.” diyecektir. Büyük hayatların aklından geçen başkadır. Onlar “Bunlar hikâye değil, el hak yaşandı!” derler.

Muhammed SARI (24 Rebiülâhir 1447 - 16 Ekim 2025)