KESİNTİSİZ, UCU AÇIK BİR ÇAĞ

Biz Müslümanlar sadece peygamberlerin sözlerini ve fiillerini kritik dışında tutarız. Tarihteki diğer her şey kritiğin rasatına girer. Girer ama doğrusu onların mutlak doğruluğuna, yanlışlığına hükmetme gücüne çoğu zaman sahip değilizdir. Yani tarih denince önümüzde sınırları oldukça geniş ancak gayet belirgin çizilmiş bir tarassut alanı açılır. Peygamberlere bakışımızda iman, diğer insanlar için insaf kriteri esastır. Bu kriter farkının basit bir yöntem tercihinden evvel bir niyeti yansıttığını özellikle vurgulamak istiyorum. Niyetler yöntemi ve sonucu doğrudan belirler. Maddeye yönelirken bile bu böyledir, tarihe bakarken niyetlerimizden bağımsız bir pozisyon alamayız. İlk modernler yöntem üzerine boşuna düşünmemişti ve kendi hesaplarına gayet başarılı da olmuştu. Başarı niyeti devreden çıkarmalarından değil, perdeleyebilmelerinden ileri geliyordu. Yöntemleri “hayatı kuran her unsurdan en az bir kere şüphe etmek” şartına dayanıyordu. Uzun 19. yüzyıl boyunca yöntemin bizatihi niyet olduğunu anlayamadan didinip durduk. Sadullah Paşa’nın “Mecâz oldu hakikat, hakikat oldu mecâz / Yıklıdı belki esâsından eski ma'lumât” diyerek kuyuya attığı taşı Âkif gibi âkil bir muvahhid bile çıkarmaya çalıştı zaman zaman. Biz yine de insaflı olalım; onlar gibi sıcak ateş hattında yaşamadığımızı unutmayalım. Bizim vazifemiz, dondurucu Batılılaştırma fırtınası altında kalıplaşmış, taşlaşmış önyargı duvarlarını aşmak, hiç olmazsa aşındırmaktır.

Peygamberler tarihi, evrensel tarih denen keşmekeşin tam orta yerinde duruyor, cadde-i kebir vasfını koruyor. Gezinmek istiyorsak ara sokaklara, bir yere varmak istiyorsak ana caddeye yöneleceğiz. En geniş anlamıyla tarih idesini bu iç içe geçmiş ikilik üzerinden kavramamız gerekir. Okullarda öğretildiği gibi yaşananları geriye dönüp sebepler-sonuçlar diye kategorilere ayırarak tarihi anlayamayız. Ne peygamberler tarihi ne evrensel tarih denen keşmekeş bu tür okumaya ilanihaye imkân tanımaz. Tarih sebeplerin sonuçları doğurduğu determinist bir işlem veya o işlem boyunca yapılan doğrular-yanlışlar toplamı değildir. Determinist okuma modeller, şablonlar, şemalar aracılığıyla akademinin bilimsellik hevesini tatmin eder. Oportünist okuma da böyledir, reel politiğin retorik ihtiyacını karşılamak için en ideal yoldur. Tarihten içi boşaltılmış, kullanılmaya hazır figürler, semboller, sloganlar devşirmeye yarar. Hâlbuki bizim kelimenin en yalın manasıyla dinamik ve diyalektik bir tarih felsefesine ihtiyacımız var. Tarihyazımı temelde bir betimleme, bir sahne kurulumu, bir koreografi sorunudur. Perspektifin, derinliğin, orantıların, ışığın ve akışın ayarlanması meselesidir. Bu yüzden sebepleri ve sonuçları, insanları ve hadiseleri, nesneleri ve fikirleri bütünleşik varoluşlarıyla görmeye çalışmalıyız. Türkçesini söylersek: Günümüzde kapısına gideceğimiz bir peygamber olmadığı acı gerçeğini, bununla birlikte tarih dediğimiz şeyin ilk günden kıyamete kadar bir peygamberler tarihi olduğu kutlu gerçeğini bütün olarak kavramak durumundayız. Zaman ve mekân çıtalarını çattığımız ve merkezine özne olarak peygamberleri yerleştirdiğimizde, özetle “sahneyi kurduğumuzda” modern tarihyazımının tikelcilik-tümelcilik, pozitivizm-anakronizm gibi müzmin hastalıklarına düşmekten büyük oranda kurtulabiliriz.

Kendilerini hangi peygambere nispet ettilerse o türden bir tarihleri oldu toplumların. Peygambersiz tarih, dinozorlar çağından daha ıssız ve yabani bir dünya tasavvurudur. Tipik bir 19. yüzyıl doğa bilimleri icadıdır. Modernler İsa aleyhisselam üzerinden kendilerini “gelenek”le hesaplaşmış kabul etti, konuyu mitolojiye ve teolojiye havale ederek işi oldubittiye getirdiler. Kur’ân modernlerden bin küsur yıl önce böyle bir tasavvurun sebep olacağı kötülüğün önünü almak istercesine insanlığın bütün hikâyesini peygamberler üzerinden anlatır. Bu incelik herkesten önce bizi ilgilendiriyor. Biz âhir zaman insanlarıyız. Hem zatını görmeden kendimizi Muhammed Mustafa’ya (en uzak düne) nispet ediyoruz hem de kıyamete (en uzak yarına) kadar O’nun getirdiğinden başka sadık haberin gelmeyeceğini ikrar ediyoruz. Bu sayede, kıyamete bütün ümmetlerden daha yakın olsak da bir ıssızlık, bir sahipsizlik duygusuna kapılmıyoruz. Muhammed aleyhisselama kadar bütün ümmetler bir tür ardışıklık ve sonluluk duygusuyla, bir sonraki peygamberi (bağışlanmayı) beklemek intizarıyla ömür sürdüler. Kur’ân’la birlikte kesintisiz, ucu açık bir çağ başladı. Ucu açık, evet. Âhir zaman insanı inkâra da mucizelere de sonuna kadar açıktır. Taşınması zor bir yük bu. Ama her zorlukla beraber bir kolaylık var.

Kolaylık tarih idesine ve hayat denen armağana bakışımızı bağdaştırmaya bağlı. Bir düzenlilik içindeyiz ama bu mekanik bir düzen değil. Tarihi algoritmik bir işlem gibi, geriye doğru sağlaması yapılabilir, incelenecek bir dava dosyası gibi göremeyiz. Geriye baktığımızda başkalarının hatalarından ibret alarak o hatalarının çoğunu işlemekten kaçınabiliriz; fakat bu bizi kendi hayatımızı yaşarken kendi hatalarımızı işlemekten, hatta aynı hatalara düşmekten kurtarmayacak. Bu garip ve büyüleyici bir farkındalık ânıdır. Bilmek hayatı yaşamaya yetmiyor, hele anlamaya hiç yetmiyor ama hayat bilgisiz de olmuyor. Tarih bilgimiz ne kadar derin olursa olsun sabah gözümüzü açtığımızda kararı verecek olan biziz. Yalnız unutmayalım ki bu “biz” aynı zamanda tarihin bir parçasıdır. Şimdideki bütün özneler gün gelir tarihin nesnesi olur. Demek ki şöyle denebilir: Tarihte ve tarihle karar veririz. “Zamanda” olduğumuz kadar “zamanla”yızdır. Kendi hayatımızı ve hatalarımızı tecrübe etmedikçe geçmiş hayatlar ve hatalar üzerine konuşma hakkımız yoktur. İnsafsızlık olur bu. Yaşadıkça, yetişkinlikçe kendisine uyanabildiğimiz bir ide tarih. Herhalde bu yüzden çocukları en az ilgilendiren derstir. İnsanın ilk değil, son görevidir tarih. Bu sözüme bakarak, kişisel tarihine özen göstermemiş bir insanın sırf yetişkinlik çağına geldi diye tarih hakkında yetkince konuşabileceğini sanmayın. Hayat, hayatta olunduğunun farkına varılarak yaşanmamışsa yaş bakımından ilerlenmiş olması hiçbir kıymet ifade etmez. Zamanların en âhirinde yaşadığını idrak edene kadar bir insana yetişkin diyemeyiz. Böyle insanlar yine de ısrarla tarih adına söz alıyorlarsa dikkatli olmalıyız. Kişisel tarihlerindeki açıkları kapatmak için vitrinlerini determinist ve oportünist tarihçiliğin hazır gıdalarıyla süslüyorlar demektir. 

Hazır gıdalar ambalajlarıyla, üretim ve son kullanma tarihleriyle, hazım ve besin değerleriyle tüketiciye değil üreticiye hizmet eder. Tabiî ürün “benden sana zarar gelmez” dediği hâlde rağbet görmez. Birçok hazır gıda üzerindeki “sağlığınız için bu ürünü tüketmeyin” uyarısıyla satılır. Ve satın alınır da! Çünkü “hazırcılar” insanların çoğunun yaş alsa da çocuk kaldığını, akıllarının gözlerinde ve başka yerlerinde olduğunu iyi bilir. Raftaki hazır kavanoza da petekten henüz süzülmüşe de bal diyorsanız yazıyı buraya kadar boşuna zahmet edip okumuşsunuz. Hazırlanan ile hazır bulunan asla aynı değerde değildir. Getirdikleri kolaylık ve zorluklar da aynı olamaz. Başka başka hayat tarzlarının göstergesidirler. Burada biz âhir zaman insanlarını ilgilendiren başka bir incelik daha var: Petekte de olsa bal bir tür hazır gıdadır, doğada hazır bulunur. Çoğu zaman onu doğrudan yiyebilirsiniz. İstisnai hâller hariç şifa bulursunuz. Buradaki hazır oluş naklin akla takaddüm etmesine benzer bir hazır oluştur. İnsan türü için hayatî olan her unsur (hava, su, güneş, toprak, bitkiler, hayvanlar…) buraya vaktiyle konmuştur, doğan her insan yavrusu bunları hazır bulur. Tabiatı hazır bulduğumuz şekliyle istimal ettiğimizde nakledilenden faydalanmış, kültive ederek ürünü çeşitlendirdiğimizde aklımızı da kullanmış oluyoruz. Yan ürün çeşitliliği arttıkça aslî unsurların görünmez oluşu insanları aklı naklin önüne koyma, evrensel tarih ile peygamberler tarihini ayrı algılama, giderek peygamberler tarihini marjinal alana itme hatasına sürüklemiştir. Bugün markete girdiğinizde gördüğünüz ürünlerin onda dokuzu nasıl hayatî değil keyfî ise kurumsal aklın geçmişi suistimal ederek türettiği tarih yorumları da o denli keyfîdir, faydasızdır. Faydasız ilimin kötülüğü başka kötülüklere benzemez, örgün eğitim yoluyla doğrudan toplumsal genetiğe hücum eder.

Çocuklara kötünün ne olduğunu bildirene kadar alnımızın damarı çatlar. Asıl kötülüğün başka kötülüklerin kapısını açan küçük hatalarla başladığını anlatabilmek ise zorun zorudur. Belli bir olgunluğa erişmeden kimse tarihten ve ahlâktan nasip alamaz. Yetişkinlik kötü şeyleri yapmamakla değil, onun neden yapılmaması gerektiğini bilmekle, yani ileriyi görebilmekle başlar. Hadiselerin ne kadar ilerisine, âhirine bakarsanız bakın görebileceğiniz en son şey ilk şey olacaktır, yani Âdem aleyhisselam. İnsanın tarihi yahut tarihin insanı… İçerimleri birbirine açılan bu kümelerin fraktal yapısı bizi aynı anda hem tarihin ötesine hem tarihin ortasına fırlatıyor. Bu diyalektik akış izdüşümsel varlığımız aslına rücu edene kadar sürecek.

Muhammed SARI (14 Rebiülâhir 1447 - 6 Ekim 2025)