DOLDUR BOŞALTLA OLMAZ

Uş dikdiler kefen tonum
Hazret'e gönüldi yolum
Bunda kalan nemdür benüm
Allâh sana sundum elüm
Yûnus Emre

Kimi arkadaşlarım yine yaşlanmadan hatırat yazıyorsun demeyecekse söze bir anekdotla başlayacağım. Takım tutmayı orta ikide bıraktığım hâlde lise bitene kadar okulu kırıp futbol idmanı seyretme alışkanlığımı sürdürdüm. Eve en yakın tesis Dereağzı olduğu için Fenerbahçe idmanlarına giderdim. Doksanların sonuna doğruydu, kadroyu hatırlayamıyorum. Bir keresinde epey tatsız bir idmana denk gelmiştik. Sahadaki kaosa yarım saat tahammül eden kenardaki yöneticilerden biri sonunda dayanamayıp patlamıştı. Gırtlağını yırtarak tesisi inlettiğini unutmuyorum: “Olmaz! Böyle olmaaz! Doldur boşaltla olmaaaz!” Adam su şişesini yere çalıp sahayı terk etmişti. Doğrusu niye kızdığını pek anlamamıştık. Çünkü futbol, özellikle Türk futbolu o zamanlar böyle oynanan bir oyundu. Doldur boşalt!

Böyledir. Bazı sıradan anlar, önemsiz bazı cümleler bende kırk yıl yankılanır. O kadar çok yankılanır ki zamanla gerçek bağlamlarından kopar, zihnimde senelerce yüzergezer hâlde dolaşırlar. Ta ki yerlerini bulana kadar. Ruhbilimciler takıntılı kişilik bozukluğuna yoruyor böyle aşırılıkları. Bilemiyorum, olabilir. Fakat bu anekdotta bana ilginç gelen başka bir şey var: Yankıların yaş ilerledikçe kuvvetlenmesi… Yaşlanmayı böyle tarif edebiliriz sanırım, iç yankıların kuvvetlenmesi olarak. Yankı seni senle sağır eden şeydir. O yüzden hayat tecrübesi denen, yaşantı denen birikmeler zamanla bir yüke, hapishaneye dönüşebiliyor. Sanırım bu çelişkinin kesin çözümü yok. Kesin olan şu: Ne sağır odalarda ne de sağır eden yankılar altında insanca bir ömür sürmek mümkündür. Bunu bildiğim için odağımı kaybettiğim, yankılardan veya yankısızlıktan bunaldığım anlarda kendime küçük bir ayar çekiyorum. Sorunu çözemiyor veya kabullenemiyorsam dikkatimi sorunun neden önüme çıktığı, çıkarıldığı sorusuna yöneltmeye çalışıyorum. Talihliysem kırk yıl, yüz yıl, bin yıl geriden yankılanan seslerin ve dillendirilmemiş gerçeklerin bizimle farklı bir frekansta sürekli konuştuğunu duyabiliyor; yeni bağlamlarda yepyeni çağrışımlar kazanabildiğini, bu sayede kavrayışımı bir nebze de olsa ileriye taşıdığını fark ediyorum. “Doldur boşaltla olmaz!” da bu yankılardan biri benim için. Bağlamlararası yolculuk eden bir cümle.

Bütün yolculuklar ileriye ve geriye doğrudur. İleri ve geri dışında yön yoktur. Sağ-sol, aşağı-yukarı dediğimiz ileri ve gerinin türevleridir. Algılayışımızdaki bu çizgisellik, çocukken küresel formlu kâinatı basitleştirir ve bizim için yaşanabilir kılar; fakat aynı çizgisellik yetişkinlikte kâinatı bütüncül bakışla görmeye mani olur. Doğal yönlülüğümüz ileriye ve geriyedir, bir engelle karşılaşmadıkça diğer yönlere hareket etmeyiz; buna en başta fizyolojimiz müsait değildir. Zihnimiz de hayatın büyük bölümünde fizyolojinin kendisine aktardığı örüntüyü veri alarak çalışır. Gerçek anlamıyla zihinsel hayat, ileri-geri mekaniğinden kurtulunup bir sebeple (travmalar, çatışmalar, ölüme ilişkin deneyimler…) çokboyutlu hareket prensibine geçildiğinde başlar. Fark edilebileceği gibi “doldur boşalt” da sınırlı fizyolojik yönlülüğümüzün ve ona bağımlı zihinsel işleyişimizin, yani ileri ve gerinin görünümlerinden biridir. Çoğu zaman semeresiz kalan, kaçmaya çalıştığımız ama onsuz da yapamadığımız hayat rutinimizin ifadesidir “doldur boşalt.” Böylece bu küçük anekdot bir metafor niteliği kazanmış, parazitli sinyal anlamlı bir mesaja dönüşmüş oluyor benim için.

Metafordan devam edelim: Hayatta daima iki taraf varsa birinin ilerleyişi (dolduruşu) diğerinin gerileyişinden (doluşundan) bağımsız olamaz. Hayatın anlamı bu sarkacın salınımlarında duyumsanır. İki taraf da aynı anda ilerlemez, çünkü çarpışma öngörülemez hasarlara sebep olabilir. İki taraf aynı anda gerilemez, yoksa oyun (hayat) başlamadan biter. O yüzden genellikle olan, taraflardan birinin diğerini doldurmaya, diğerinin geleni boşaltmaya çalışmasıdır. Bir yanda boşluk bir yanda doluluk varsa hayat tabii seyrinde ilerliyor demektir. Ne var ki doldurma girişimi her zaman gerçek bir doluluk taşımayabiliyor. Dolduran dolu değilse doldurma girişimine blöf veya “şişirme” deriz. Savunmadaki taraf “şişirme”leri kolayca patlatıp boşa çıkarabilir. Fakat blöfü fark edemezse “dolduruşa gelmiş” olur. Dolduruşa gelende de doluluk olduğu söylenemez, çünkü yuttuğu bir balondan ibarettir. İki taraf da boş olduğunda oyun enlemesine oynanmaya başlar, seyir zevki düşer, yan çizişler karşısında ıslıklar yükselir. Kör bıçakla yumuşak domates kesmeye benzeyen asap bozucu bir durumdur bu. Zaten sürdürülmesi zor olan ileri-geri mekaniği, amaçsız ve sonuçsuz “doldur boşalt”lar yüzünden “iki ileri bir geri”ye dönüşmüş ve tıkanmıştır. “Doldur boşaltla olmaz!” diye haykıran adamın öfkesi bunadır: Dolu isen neden karşı tarafı gerçekten doldurup sonuç almıyorsun? Doluluğun hakkını vermemek suç değil mi? Dolu değilsen karşı tarafı dolduruşa getirerek kazanç koparmaya çalışmak başarı sayılır mı? Papaz her el pilav yer mi? Karşı tarafın boşa çıkarma becerisinin senin doldurma kapasitenden yüksek olduğu anlaşıldığı hâlde seni destekleyenleri kandırmaya ne kadar devam edeceksin? Bu gidişin sonu var mı? Yarın karşı taraf da doldurma gücüne erişir ve konumlarınız değişirse seni doldurmalarını veya dolduruşa getirmelerini nasıl engelleyeceksin? Savunma planının var mı?

Hayatın “doldur boşalt”la geçiştirilişi amel defterimizde büyük boşluklar bırakıyor. Doluluk da boşluk da aslında yaşamanın, yani oyunun bir parçasıdır; ama “doldur boşalt” sadece bir oyalanmadır. Doluyu boşaltarak her şeyi mahvetme tehlikesi beşer olarak hep başımızda. Dikkatimizi doluyu boşaltmamaya ve mümkünse boşluktan doluluk damıtmaya yöneltmeliyiz. Ama bazen bir şeyleri doldurmak için başka şeyleri boşaltma ikilemi de belirir önümüzde. Bu durumda önem sıralaması yapamayan, seçme cesareti gösteremeyen kaybedecektir. Ölmeden önce amel defterimizin neye benzediğini görmek istiyorsak hayatta neyi doldurmak uğruna neyi boşalttığımıza bakalım. Maddi ve manevi keselerimiz bize bu ömrü israf değil sarf edelim, yani tasarruf edelim diye verildi. Tasarruf, anlam kaymasına uğramış hâlini ve sözlükteki hâlini birlikte kullanabildiğimiz kelimelerden. Öyleyse kelimenin ikili kullanımına istinaden şunu söyleyebiliriz: Türkçede hayat harcayarak biriktirme sanatıdır. Kalbimiz, kafamız, midemiz, er bezlerimiz ve yumurtalıklarımızın dolu veya boş oluşları amel defterimizin akıbetini belirler. Kulluğumuzun kabulü bunları nasıl kullandığımızın hesabını vermekten geçiyor.

İnsanların amel defterini bir tür banka hesabı gibi tasavvur edişleri çok yenidir. Buna modernizmin başka bir “doldur boşalt” enstrümanını öne çıkarıp mutlaklaştırması sebep olmuştur: Cep. Vücudumuzun bir parçası olmadığı hâlde delindiğinde öleceğimizi düşündüğümüz cep. Kefende bulunmadığı ısrarla hatırlatılan cep… Keynes, kapitalizmi “doldur boşalt”la ayakta tutmuştu. Gerçek olması gerekmiyordu; piyasanın her yerinde doluluk (hareket) izlenimi uyandırılması herkese boşlukların doldurulduğu hissi (bereket) verecek ve çark dönecekti. 1950-1970 arasında dediği gibi de oldu. Peki yaklaşık yarım asırdır cebi doldurmanın güven vermediği ve cebi boşaltmanın tatmin etmediği, yani aslında çarkın dönmediği aşikâr olduğu hâlde kapitalizmi yıkılmaktan kurtaran nedir? Basit: “Doldur boşalt” mekanizmasını hayatın doğal akışı, tarihin mecburi istikameti kabul etmemiz. Doluluğu ve boşluğu ceplere, buzdolaplarına, kart ekstrelerine bakarak tanımlamamız. Fırsat buldukça boş atıp dolu tutmaya çalışmamız. Paranın cebimize bizi borçlandırabilmek için konulduğunun görülmemesi. Nihayet, cebimizdeki paranın kandan, meniden, idrardan yapıldığını görmek istemeyişimiz.

Muhammed SARI (4 Rebiülâhir 1447 - 26 Eylül 2025)