Dürüstlük mü cesaret mi oyununu bilirsiniz. Çocukken oynamakta çok zorlandığım, başladığında ortamdan hemen sıvıştığım bir oyundu. Sırlarım olduğu veya korkak olduğum için değil, sonrasında ilişkiler bir daha asla eskisi gibi kalamadığı için beni rahatsız eden bir oyundu. Oyun değil işkenceydi âdeta. O âna kadarki ilişkilerin tamamen sahtelik üzerine kurulduğu iması taşıyordu çünkü. Kavgasız, rezaletsiz bittiğini pek hatırlamıyorum. Özellikle de ibre dürüstlüğü gösterince. Yıkıcıydı. Yıkayıcı değildi. İnsanların kirli çamaşırları ortaya dökme tecessüsü temizlik sorumluluğunu almaya manidir. O yüzden ifşa ve itiraf kültürünün bu topraklara uğramamasını çok tabiî bulmuşumdur. Öte yandan bunun “kol kırılır yen içinde kalır” zihniyetinin yerleşmesi için bahane edilmesini de asla onaylamadım. Yenisi daha beter olacak diye eskisine övgüler dizmedim. Yıkmanın da yapmanın da mevcudu korumanın da bir töresi olsun istedim hep.
“Yüzleştirme” gerçekten yapılacak başka hiçbir şey kalmadığında, bütün sonuçlarına katlanarak ve en son başvuracağımız hamle olmalı. “Üzerini örtme, görmezden gelme” ise reddedeceğimiz ilk tavır. Mümkünse her şeyi ânında görmeli ama gereğini yapmak için mutlaka vaktini beklemeliyiz. Bu iki hassasiyeti şiar edinebilirsek ilişkilerin kendiliğinden muhteva kazandığını, karakterlerin kolay kolay kir tutmadığı bir irtifaya çıktığını göreceğiz. Yüzleşmeyi sona bırakmak bazılarınca cesaret noksanlığına, görmezden gelmeyi reddetmek ise dürüstlükten ziyade geçimsizliğe hamledilebilir. Yanlış anlaşılmalar kaçınılmazdır. Birbirimizi gerçekten anlayana kadarki anlaşmaların hepsi yanılsamanın farklı dereceleri değil midir zaten? Hele konu dürüstlük ve cesaret gibi bıçak sırtı kavramlar ise boşuna uğraşmayın, yanlış anlamaktan ve anlaşılmaktan kurtulamazsınız. Dolayısıyla bu aşamada ancak şu kadarı söylenebilir: Dürüstlük ve yalancılık, cesaret ve korkaklık uç noktalardır, fakat bu uçlar arasında insanın her türden davranışına dayanak teşkil eden oldukça geniş bir değer yargısı spektrumu vardır. Öyle ki uç dediğimiz noktalar bile bundan masun değildir, kişiden kişiye farklı yorumlanabilirler. Birinin cesaret dediğine başkası “zamansız” bir kahramanlık gösterisi gözüyle bakabilir, berikinin dürüstlük saydığına diğeri “yersiz” bir doğrucu davutluk etiketi yapıştırabilir. Gerçekten de fiillerimizin etkisi vaktindelikle, sözlerimizin anlamı yerindelikle merbuttur. Bu incelik gözetilmediğinde umulanın aksi neticelerle karşılaşmak kaçınılmazdır. İncelikleri gözetmediğimizde ne olduğunu anlayamadan sınır aşımı noktasına varırız. Nefsimize hoş gelen dürüstlük ve cesaret gösterileri yaparken ihlal ettiğimiz o sınırda bizi nahoş bir kelime bekler: Enayilik.
“Ene” kökünden yani “ben” zamirinden türeyip zamanla anlam genişlemesine uğramış bir kelime enayilik. “Kolay kandırılan, aklı pek çalışmayan, kendini kendi eliyle zarara uğratan veya zarardan koruyamayan, kendi hayrına olacak işleri bilemeyen” anlamına geliyor. Bana kalırsa kelimenin anlamı kökünden kopacak kadar genişleyip dağılmamış. Aksine, dürüstlük ve cesaret bağlamında vurgulamaya çalıştığımız sınır aşımının sonuçlarını gayet isabetli biçimde özetliyor. Haddini aşanın zıddına inkılâp etmesi gibi, yerini bulmayan her söz ve vaktini bilmeyen her fiil enayiliğe dönüşüyor. Nefsimize uyarak sergilediğimiz cesaret ve dürüstlük gösterileri enayilikten başka anlam taşımıyor. “Enaniyet”e kapılarak yaptığımız işlerden sadece “ene”mizin istifade edemeyişine “enayilik” diyoruz. Cehaletin katmerlisi. İşte kavramın özü!.. Elbette şuna dikkat etmek gerek: İnsanların yerleşik anlayışları meselelere fazlasıyla menfaatçi bakmalarına sebep olmaktadır. Yani insanlar kendilerine kısa vadede somut menfaat sağlamayan, görünüşte kendilerini zora sokan söz ve eylemlere enayilik diyor. Bu sathî bakışla deliyle veliyi birbirinden tefrik mümkün değildir. Bu yüzden dürüstlük ve cesaret bahsi “aklı gözlerine inmiş” kimselerle konuşulamaz. Kavramların ve değer yargılarının girift ilişkileri üzerine yalnızca bilgi ve tecrübe sahipleri söz almalıdır. Yine de biz sıradan insanların sıcağı sıcağına yaşadığımız sorunlara dair asgarî bir kavrayışa ulaşma sorumluluğundan kurtulacağımız anlamına gelmiyor bu. Aklımızın erdiği kadar konuştuğumuzun farkındaysak konuşmaktan zarar gelmez, aklımızın ermediği yerde susabilme faziletine sahipsek sözlerimize güvenebiliriz. Konuşmaktan, ancak konuşmak zorunda olduğumuz için konuşuyorsak bir hayır umabiliriz. Neyin gerçekten enayilik, dürüstlük veya cesaret sayılabileceğini anlamak için konuşuyoruz.
Enayilik de cesaret de insan hayatında merkezî yer tutmaz. Çünkü cesaret herkesten beklenen bir meziyet değildir. Enayilik ise meziyet değildir zaten, arızî durumdur, tercih değil sonuçtur. Kaç okka çektiğimizi gösteren bu üç kefeli terazide anahtarın dürüstlük olduğuna inanıyorum. Herkese emredilen yalnızca dürüstlüktür. Çocukken oyunu benim için oynanamaz kılan da buydu. Kendisiyle oyun olmayacak tek şeyi oyuna çevirdiğimizi hissediyordum, yan yana duramazlardı. Dürüstlük lafla da olmaz. Bir söz değildir, edebiyat hiç değildir. Öyleyse benim gibi burada sürekli dürüstlükten bahsedenlere temkinli yaklaşmak gerek. Fakat durun! Kendi kellemi öne sürerek dürüstlük namına en büyük sahtekârlığı yapmadığım nereden belli? Belli değil. Bilemezsiniz. Bazen ben bile bilemem. Ama şu kesin olarak bilinebilir: Dürüstlük kendisinden söz edildikçe insandan uzaklaşan bir haslet, öyle ele gelmez bir mahlûk. Mevzumuzun geldiği yer bana Mithat Cemal’in Âkif hakkındaki bir anekdotunu hatırlattı. Mithat Cemal dürüstlük bakımından Âkif’i Rousseau’ya benzetince şairimiz buna itiraz eder. “Her insan evladı kabahatini anlatırken utanıp küçülür; ama Rousseau İtiraf’larında kendini küçülttükçe büyütmenin yolunu bulmuştur. Ne sahte heriftir o!” der. Dürüstlüğün oyuna, söze, gösteriye konu olamayacağını; kişinin kabahatlerini ortaya saçmasının dürüstlüğe en zıt hâl olduğunu bir kez de Âkif’ten öğreniriz. Demek ki kabahatini bilmesi, unutmaması ve ortalığa saçmaması kişiye dürüstlük sermayesi olarak yeter. Artması gerekmeyen, ama mutlaka bulunması gereken bir sermaye bu. Kefenin cebi olmasa da öte tarafa yalnız bu sermaye gider.
Rahmetli nenem ona şakayla bir söz söylediğimize, bize bir şeyi teyit ettirmek istediğinde veya kulaklarına inanamadığında gözlerini aça aça “Essah?.. Hakkat?.. Rast?..” diye sorardı. Yıllar sonra fark ettim ki dürüstteki “rast”tı bu. Özün özü gözümün önündeymiş. Gözümüzün önündeki göremiyorsak doğru dürüst bakmayışımızdan. İşlerimiz “rast” gitmiyorsa dürüstlükten yana zaafımız olduğu için. Dürüstteki “rast”ladır işimiz; rast gele deyip elini beytülmale daldıranlarla, hayatını rastgele yaşayanlarla alakamız yok. Üç kefeli teraziyi “rast”tan başkası doğru çalıştıramaz. Kefelerden biri doğru dürüst netice veriyorsa diğer ikisinin ölçümünü ölçmek zor değildir. Kefeler üçtür ama karşılaştığımız zorluklara “ikilem” demeyi tercih etmişiz. Ömrümüz boyunca sayısız kez bu dilemmayla karşılaşırız. Şartlar karşımıza dikilip bize en alaycı ses tonuyla sorar: Dürüstlük mü, cesaret mi? Enayilikten, o görünmeyen üçüncü kefeden hiç bahsetmez. Soru soran ses alaycı olduğu kadar acelecidir de. Kestane kebap, acele cevap!.. Hayır, dürüstlük aceleye gelmez.
Dürüst olmak gerekirse lafı geveliyorum, karnımdan konuşuyorum, evet. Çocuk oyunlarından kalma travmalar diyelim… Bugün semadan sihirli bir değnek inse ve herkes karnından konuşmayı bıraksa acaba dünya daha yaşanır bir yer mi olur yoksa hepten çekilmez hâle mi gelir? Sizi bilmiyorum ama bence sihirli değnek beklentisi ikisinden de kötü bir hâli işaret ediyor. İşler bu noktaya vardıysa bir şeyler bir yerlerden itibaren “rast” gitmemeye başlamış demektir. İşlerin baştan beri yalan yanlış yapıldığını iddia edersek enayilik etmiş oluruz. Etmeyelim. Yalanların ve yanlışların içimize sızdığı yeri bulmamız kâfidir.
Muhammed SARI (18 Rebiülâhir 1447 - 10 Ekim 2025)