Hicrî takvime göre 46 yaşımı doldurmak üzereyim. Ne birilerine laf atmaya hevesli çağımdayım ne kıçına şortunu çekmiş albay emeklisi havalarında âleme nizam verme niyetim var. Zamanımın ve mekânımın ayırdındayım. Biliyorum. Zaman hodbinliğin zamanıdır, mekân nobranların mekânı olmuştur. Farkındayım. Kadının körüklenip azdırılması suretiyle iğfali, erkeğin baskılanıp ehlileştirilmesi yoluyla iğdişi son sürat devam etmektedir. Fakat bütün bunlar benim için mazeret yerine geçmedi. Örneğin senelerce yanı başımızdaki parkta gece yarılarına kadar süren hırgüre tahammül etmemi kolaylaştırmadı. Evet, on yıl semt parkının bitişiğinde oturdum. Sık sık bıçaklı kavgalar olurdu, kamışına yeni su yürümüş oğlanlarla kızışmış el kadar kızlar en az elli dairenin görebildiği çimenliklerde yapacaklarını yapardı, grup hâlinde gelenler ana bacı söverek birbirlerine abuk sabuk, çoğu da kolpa hikâyeler anlatırlardı ve daha neler neler. Mahallelinin şikâyetiyle polis bazen şöyle bir kolaçana gelir, “genşler biraz sessiz olalım” yollu göstermelik ikazdan sonra çekip giderdi. Polis gidince şamata kaldığı yerden devam… Ta ki civardan biri artık delirip parktaki veletlerin arasına dalana kadar!
Fakat dikkatimi çeken başka bir şey daha vardı: “Genşlerin” playlistleri. Listemiz, nasıl diyelim, epey “çoğulcu ve eklektik” bir zevkin ürünüydü! Sibel can çakmak çakmak (cumartesi koğuş kalk şarkısıydı, nefret ederim), gazapizm, ezhel, şemame, mabel matiz, cengiz kurtoğlu, cem adrian, tarkan kuzu kuzu (gece nöbetine kalkış şarkısıydı, buna nefretim bambaşkadır), onuncu yıl marşı, cimilli ibo, diğer ibo, mariah carey, halimem yandan, neşet ertaş, tekno dımtıslar, dengbejler, manuş baba, elektro bağlamalı yılışık işler, trakya karşılamaları, kanye west, göğebakan veya kekilli, kuzeyin oğlu, doksanlar poptan birileri, yeni türkü, ahmet kaya, duman, “madafaka”lı anonim tas kafa hırıltıları… Hangi kafayla hazırlandığını çok merak ettiğim bu listenin sebep olduğu kulak fesadından uzun süre muzdarip oldum. Abarttığımı düşünenler için gösterebileceğim tek kanıt kendi semt parkları, okumuş taife için ise yirmili yaşlarının başlarındaki tıfıl müteşairlerin kitaplarıyla doldurduğu edebiyat alanı olacak. Yine de bu isimlerin günahı yok, samimiyetle söylüyorum. Parktaki serserilere ve tıfıl müteşairlere kızsam da aslında içten içe üzülüyorum. Serseri ve müteşairlerin yayınları, yani etrafa yaydıkları şeyler vaktiyle etraftan onlara yayılmış şeylerden ibaret. Anksiyete ve bipolar nöbetlerinin, duygusal doyumsuzluğun, düşünsel yönsüzlüğün kaçınılmaz sonuçları. Yani sorun polisiye değil kültüreldi. Bilhassa şehir kültürüydü.
Kültürün en rafine ürünü şiirse en somut görünümü de şehirdir. İlk ciddi şiirlerimi Erzurum'da yazmış olmak İstanbul'da doğup büyüyen biri olarak bana önceleri garip gelirdi ama şimdi iyi ki öyle olmuş diyorum. 90’ların sonundaki İstanbul bir şiiri sürdürmek için uygun bir şehir olabilirdi ama şiire başlamak isteyen genç biri için hiç elverişli değildi. Her şeyden evvel şehrin ve ülkenin tek gündemi siyasetin, ekonominin ve depremin geride bıraktığı sahipsizlik ve yıkımdı. Hayata şehrin hangi kapısından geçerek, hangi penceresinden bakarak varacaktım? Hepsi yıkılmıştı. İçimizde pop, caz, alaturka bütün müziklerin sesi kesilmişti; sadece deprem uğultusu ve protesto gürültüsü duyuluyordu. Aile evinde kendimle başbaşa kalabileceğim bir odacık bile yoktu. Evin dışı yıkıntı ve korkuyla, içi sıkıntı ve kaygıyla doluydu. Şiire başlamak isteyen genç biri için şartlar müsait değildi. Hangi şiire başlamak için?
Kul olarak karşısında olduğumuz imtihanlar ne kadar apaçıksa insan olarak içinde bulunduğunuz durumlar o kadar karmaşık. Benim için şiir bu ince çizgideki gelgitte var oluyor. Geliş ve gidiş arasındaki o boşlukta. Erzurum bana aradığım boşluğu verdi. Kara kara evden ayrılma planları kurarken birden üniversite kazanma piyangosuyla şehirden ayrılmanın bütün yaralara merhem olacağını nereden bilebilirdim? Boşluğu ilk kez Erzurum’da tattım, hatta boşverebilmeyi orada öğrendim. İstanbul’daki hayatım şiirin içeri girmesine izin vermeyecek kadar sıkış tıkıştı. Kendimi boşluğa attım, nefese almaya başladım. İlk özgür nefeslerin verdiği ciğer sızısını ve baş dönmesini hâlâ hatırlarım. Filozofun özgürlük ile baş dönmesi arasında kurduğu bağ isabetliydi. Ne var ki ailenin, şehrin, kültürün baskısından kurtulmak şiir yolunun ilk basamağıymış. Sadece teşâur ediyormuşum. Kendime alan açmayı bilmek kadar o alanı neyle dolduracağını bilmek de gerekiyormuş. İçini bir amaç ve eylemle doldurmadığınız her boşluk ya başıboş düşüncelerle ya da boşunalık duygusuyla dolar. İstemediğim, bilmediğim yeni duygularla, düşüncelerle doluyordum. Bir yandan İstanbul’dan kalan yükleri atarken diğer yandan İstanbul’da olmamanın yüklerini sırtlanmak tehlikesi belirmişti. Kalabalığın ezalarından kaçıp yalnızlığın belalarına tutulmuştum. Şiire başlamama vesile olan ortam birden şiire engel olmaya başlamıştı. Anadolu mayasının nadiren pırıldayan safveti dışında gördüğüm hep soğuk, kar, yalnızlık ve yoksulluktu. Yıllarca masallarını dinlediğim insanlar, mekânlar hızla anlamsızlaşıyordu. Birkaç ay içinde ya şiir ya Erzurum diyecek raddeye gelmiştim. Bana kilometrelerce boş alan açan bu yayla şehri ben farkında olmadan içimi boşaltmış gibiydi. Sonra birden anladım ki şehir beslenmiyordu! Ne tarihten ne edebiyattan ne paradan ne tabiattan faydalanabiliyordu. Beslenmediği için kendi insanını beslemiyordu, besleyemiyordu. Erzurumlu gençlerin neden memurluk veya hovardalık dışında bir hayat tarzı geliştiremediklerini, neden mahallî folklor veya muhafazakâr kitsch ötesinde bir sanat zevki edinemediklerini o zaman daha iyi anladım. Boşluk anlamla dolmuştu nihayet. En azından benim için.
Üzerinden 25 sene geçen bu küçürek hikâyenin ana fikrini bugün bütün Türk edebiyatına ve Türkiye’deki hayat tarzına teşmil edebiliriz. Akıl ve ruh felcinin yansıması olmayan, muhataplarını kulak ve göz fesadına uğratmayan bir sanat ve hayat yolu bulmak zorundayız. Omuzlarında böyle bir yükün ağırlığını hissedenimiz var mı? Genç müteşâirleri geçtim, adı şaire çıkmış, yaşını başını almış kimseler kendileriyle başlayıp biten tarihsiz ve fiktif bir evrende şiir yazıp çizmeye devam mı edecekler? Şehirlerimiz gavatça seslendirme ve ışıklandırmalardan kurtulup şehrâyin vasfını tekrar kazanacak mı?
Muhammed SARI (10 Safer 1447 - 4 Ağustos 2025)