Vuruşmalar durdu, duruşmalar dönemindeyiz. “Mahkeme etmek”in uydurukçadaki karşılığı anlamında değil, taraflar bir masanın etrafında öylece oturup duruyorlar manasında. Durup bekliyorlar. Komisyon safhasındayız. İş aracılara devredilmiş görünüyor. Böyle söyleyince sanki iş önceden asıl sahiplerince ele alınıyormuş intibaı uyanıyor. Hayır, işin asıl sahiplerini hiç göremedik. PKK hep bir vekâlet savaşı yürüttü. Fakat vekâlet savaşı başlatılan süreç üzerinden aslî savaş statüsüne yükseltilmeye, en azından uluslararası kamuoyunda bu algının yerleşmesine çalışılıyor. Yani PKK ne için kurulduysa o işi yapmaya devam ediyor. Acaba diyor insan Türkiye Cumhuriyeti de vekâlet savaşı mı yürütüyordu? Soruyu tersyüz edelim: Türkiye Cumhuriyeti kendini ve bizi temsil edebiliyor mu?
Vuruşurken düşünmezsin, fakat dururken insanın aklına türlü şey geliyor. Mesela Körfez Savaşları’nın ve Arap Baharı’nın sebep olduğu otorite boşluğu ilk günden beri Mîsâk-ı Millî haritasını getiriyor akıllara. Mîsâk-ı Millî’nin güney sınırları Batı’nın Kürt nüfusu sıkıştırıp tampon bölge oluşturduğu topraklara tekabül ediyor. Bir zamanların proto-İsrail topraklarına. Bu tamponun aradan kaldırılma, tarihin bu kaçınılmaz çağrısının karşılık bulma ihtimali (bu ihtimal çok çok zayıf da olsa) ufukta görünür gibi olduğu an 7 Ekim’e göz yumularak Gazze yok edildi, Suriye rejimi ve askerî alt yapısı imha edildi, Lübnan Hizbullah’ı pasifize edildi, İran’ın stratejik isim ve kurumları vuruldu, Körfez sermayesinin sisteme bağlılıkları pekiştirildi. Uluslararası politikanın yazılı olmayan bir ilkesidir: Türkiye’ye yarım adım attırmamak için on adım atmak zorundasın. Türkiye’nin yarım adımı muarızlarının on adımına bedel bir tarihsel çarpan gücü taşır. Öcalan bunu göremeyecek biri değil. Hemen tutumunu değiştirdi, Mîsâk-ı Millî’nin güneyi için komisyoncu rolünü üstlendi. İsrail köleleştireceğine kardeşlerinize siz sahip çıkın argümanıyla gurur okşayıcı sözler söyledi. Irak’tan yıllar sonra İran ve Suriye’de de yeni şartlar oluşunca gecikmeden Türkiye’ye teklifini yaptı. Fakat önceki temas girişimlerinde olduğu gibi teklifin kendisinden gelmesi müzakerede düşük bir pozisyon anlamına geleceği ve güvenlik bürokrasisinden veto yeme ihtimali yüksek olduğu için teklifin reddedilemeyecek bir yerden, içeriden ve en tepeden gelmesi gerekiyordu. Bu görevi çeyrek asırdır yaptığı gibi Bahçeli üstlendi. Böylece PKK üst perdeden, kuyruğunu dik tutan bir üslûpla, “eşitler olarak” konuşabilme fırsatı buldu. Gelinen noktada PKK bir anlaşma koparsa da masadan kalksa da artık taraf kabul edildiğini ve örgüt içi emir-komuta zincirinin hâlâ çalıştığını dünyaya göstermenin psikolojik üstünlüğünü kazandı. Eksiden artıya bir çırpıda geçmiş oldular.
Yarım asırlık çatışmanın sonunda büyük devletler için köleleştirilmeye hazır milyonlarca Kürt yaratıldığını en iyi Öcalan biliyor. Hareketin köleleşmeye ve özyıkıma gittiği ta 90’larda görüldü. “Dörde bölünmüş coğrafya”nın bir propaganda retoriğinden öteye gidemeyeceği, Batı’nın buraları Kürtlere “yedirmeyeceği” görüldü. O yüzden PKK’nın Türkiye’deki yeni stratejisi “sistem içinde anayasal teminat kazanmak” olarak belirlendi. PKK, İsrail’in doğrudan kölesi olma tehlikesini bize Türkiye’nin kardeşi olmak şeklinde pazarlayabildi. “Süreç” belli ki birilerinin son şansı. Tarihe adını “katil” değil “havari” olarak yazdırabilmek için. Fakat bu, Türkiye Cumhuriyeti’nin son şansı olabillir mi? İlki sonu bir yana, Türkiye’nin öteden beri tek şansı vardı ve hâlâ var: Devlet-millet bütünleşmesinden doğacak kuvvet. Devlet içinde bir kliğin öbürünü bertaraf ederek ilerlediği hiçbir seçenek Türk milletinin lehine olmayacak. Millet içindeki kimlik karmaşasının çoğulculuk olarak sunulduğu hiçbir seçenek Türk devletinin lehine olmayacak. Bütünleşmesi gereken iki unsur evvela kendi içinde parçalı görünüm arz ediyor. Yapı parçalı olmasaydı PKK devletin bir kesimiyle, devlet de PKK’nın bir kesimiyle görüşemezdi. Parçalılık görüşmeyi mümkün kılıyor, ama görüşmelerde bütüncül kararlar alınmasını da engelliyor. İlginçtir, bütünleşme fikrinden ısrarla bahsedenler yalnızca Bahçeli ve Öcalan. Yılların etnik politika güdücüleri “sosyal ve siyasal entegrasyon” fikrinde buluşmuş görünüyor. Sadece bu gösterge bile ispat ediyor ki Türkiye hakkındaki kararlar gündelik siyasî aktörlerin elinin ve aklının ermediği bir bölgede alınıyor. Bu gerçeği dikkate almadan üretilen bütün enformasyonun temelsizliği de acıklı biçimde ortaya çıkıyor.
Buraya kadar söylediklerim ne “vuralım” demeye yorulabilir ne “duralım” demeye. İtirazımız kavram ve kimliklerin baştan iğdiş edilmesine, manzaranın bizim irademizle şekillenmeyişine. Savaştırıldık ve barıştırılıyoruz! Bu kadar. Şuursuzca savaştırılmak bir bela, onursuzca barıştırılmak başka bir bela, barıştırılamayacaksa eskisinden daha çaresizce savaştırılmak tehdidi bambaşka bir bela. Savaşın ve barışın ne olduğunu bilmiyoruz; çünkü kendimizin kim olduğunu bilememekten dolayı dost ve düşman tanımlarımızı yapamadık. Kim olduğunu bilmeyen dostunu düşmanını tanı(mla)yabilir mi? Ne için savaştığını bilmeyen ne için barıştığını bilebilir mi? Gerekçesizlik sadece argümanlarımızın içini değil varlığımızın içini de boşaltıyor. Gerekçelerimizi açık seçik bilmek zorundayız, tepedeki adamdan sokaktaki adama kadar. Bahçeli bu süreci öyle tepeden inme, damdan düşme tarzda başlattı ki istenen neticenin alınamaması için bu dayatmacı tavır bile yeter. Acaba bunu mu istiyor? Öcalan açısından sürecin nasıl başladığı pek fark etmiyor, başlamış olması bir kazanç. Şayet süreç istedikleri gibi neticelenmezse PKK yine en iyi bildiği işe, taşeron cinayetlere geri döneceğini zaten açıkça söylüyor. İtildiğimiz yer açık: Anayasal ve etnik milliyetçiler tarihimize bulaştırdıkları pislikleri temizlemek yerine bizi gelecekteki daha büyük bir pislikten kurtardıklarına inandırmak istiyorlar.
Yakın tarihimizde tek bir siyasî karar yoktur ki dışarıdan dayatma, tepeden inme olmasın. Bu yüzden Türk siyasetçisinin baskın karakteri “tabansızlık”tır. Başımızdakiler başımıza iş açar ve ortalıktan toz olurlar. Tabansızlar yüzünden olan tabandakilere olur, onların feraset ve fedakârlığına kalır iş. Öyleyse ferasetsiz feda oluşlardan ve fedakârlığa yanaşmayanların ferasetli pozlarından uzak duralım. İlk elde, fizik ve metafizik anlamda sınır kavramını yeniden ele almalıyız. Sınırların belliyse onu savunmanın yordamına kafa yorarsın. Yordamın temel ilkesi bellidir: Sınırlarını savunmaya sınırlarının ötesinden başlarsın. Ayakların sınır çizgisinde olsa da gözlerin ufuk çizgisinde olmak zorunda. Gerektiğinde ufuk çizgisine de ayak basmaya hazır olmalısın. Hatay’ın korumasını Mekke-Medine’den, İstanbul’un korumasını New York’tan Brüksel’den başlatmak zorundasın. Bütün kavgaların, didinmelerin, polemiklerin ötesinde sarsılmaz bir iman varsa onun uğruna çekilen çileler güzeldir. Dünyayı cennete çevirmeye gelmedik ama cehenneme çevirmeye çalışanların tepesine binmek vazifemiz. Vatanımız bizim için cennet-âsâ da olsa hepimiz ölünce cennet-mekân olmak, daha doğrusu Cennet-Vatan’a uçmak için yaşıyoruz. İçimizde Cennet-Vatan özlemi, karşımızda çölleşen yeryüzü... Çölleşme yayılmacıdır. Sınırı namus bilmediğinde seni istila eder. İşte siyasetle ilgilenmemizin itikaden en yalın gerekçesi.
Muhammed SARI (2 Rebiülevvel 1447 - 25 Ağustos 2025)