CELİLE GÖLÜ KURUDU, GALİLE DENİZİ KAYNIYOR

Atlasları getirin! Tarih atlaslarını! 
En geniş zamanlı bir şiir yazacağız
Ece Ayhan

Geçen hafta ekranlara Fırat nehrinin kuruduğu ve tabanında altın bulunduğu haberleri yansıdı. Bu tür haberleri daha önce de duymuştuk, fakat insanız, kayıtsız kalamıyoruz. Özellikle de meşhur hadisin bu kez tahakkuk edip etmediğinin merakı ve endişesiyle. Sanırım benim gibi meraklı insanlar sayesinde haber siteleri ekstradan birkaç milyar tık alarak altını bulan asıl taraf oldu. Çünkü haber yalanlandı, çıkan madenin altın olmadığı söylendi. Haberin etkisi çabuk sönümlense de benim dikkatimi okur yorumları çekmişti. Konu altın olunca mı yoksa hadisten dolayı mı bilinmez ama her türden yoruma rastlamak mümkündü. Batılıların altınları kimseye kaptırmayacağını, söylenti doğruysa Suriye’nin asıl şimdi yandığını yazanlar vardı. İsrail çoktan olay yerine varmıştır diyenleri, o altınlarda Türkiye’nin herkesten çok hakkı olduğunu söyleyenleri de gördüm. Epey okudum. Gazzeliler açlıktan kırılıp bir avuç un için katledilirken altına hücum eden Suriyelileri kınayan yorumlara geldiğimde artık merak yerini utanca bırakmıştı. Bir yanda bir avuç un diğer yanda bir avuç altın… 

Altını tenekeye, unu kana çevirecek kadar güçlü tek simya utançtır. Bu duyguyla baş edemeyeceğimi anlayınca kendimi haritalara vurdum. (Çocukken de böyleydim. Ödev yapmak istemediğimde saatlerce atlas karıştırırdım.) Bulabildiğim bütün dijital haritalardan, uydu görüntülerinden, uçaktan çekilmiş askerî fotoğraflardan Ortadoğu denen yerin dağını taşını uzun uzun seyredip durdum. Ve sonunda bir şey buldum! Bir şey aramıyordum ama buldum. İnternet biraz böyle bir mecradır zaten. Haritada “Sea of Galilee” isimini görünce çağrışımlar ardı ardına geldi. Asıl adı Emrullah İlhan Birsen olan meşhur şair İlhan Berk’in modern şiirimizin dönüm noktalarından biri sayılan "Galile Denizi" (1958) kitabının adı oradan geliyordu. Celile Gölü veya Taberiye Gölü dediğimiz yerden. Zaten bildiğiniz bir şeyi bambaşka bir bağlamda yeniden anlamlandırmak zihni canlandırıyor gerçekten. İbranî ve Hıristiyan tarihinin kırılma noktasıydı burası. Onların kaynaklarına göre İsa’nın tebliğe başladığı, havarilerini seçtiği, mucizeler gösterdiği ve dirildikten sonra son kez görüldüğü yer Galile Denizi kıyılarıydı. Cumhuriyet sonrasının edebiyatında ve siyasetinde Kudüs’ün bir haber değeri bile yoktu. 1948’ten sonra ise uzun süre “dış işleri sorunu” muamelesi gördü. Buna rağmen İkinci Yeni’nin öncüsü sayılan isimlerden biri tutup şiirimizin orta yerine Celile kasabasının hikâyesini getirivermişti. “Yeni İnsan”ı yeni bir sözle anlatmak gerektiğini söyleyen şairimiz kendine yeni bir “origin” bulmuştu. Ama bir terslik vardı. Şair aynaya bakıp kendine sesleniyordu: “Ecce homo!”

İlhan Berk elbette hiçbir zaman bir dünya görüşüne bağlanabilecek şairlerden olmadı. 1958 tarihli "Galile Denizi" eleştirmenlerce uzun süre bir ilginçlik, bir deformasyon deneyi olarak algılandı. Sonraki kitaplarında da “tarihsel biçimleri özlerinden boşaltıp yeni estetik bağlamlarda kullanma” tavrını sürdürdü şair. Ebu Hanife, Kubilay Han, Saint Antoine, Sait Faik hatta kendisi bile bir şiir kişisinden ibaretti onun için. Kullanıp geçiyordu. İlhan Berk her çiçekten bal alırdı, çiçekle ve balla ilgilenmeksizin. Ne ki İbranî-Hıristiyan kültürüne dair göndermelerinin yoğunluğu ve kritikliği diğer kültürel dikkatlere oranla çok ilerideydi. Bunun birçok açıklaması olabilir. Kendisinin de kabul ettiği evrensel panthéona girme isteği, ölçüsüz iştah, deney merakı… gibi açıklamalardan birini seçebilirsiniz. Bizce meseleye daha geniş bakmak, yani meseleyi "Galile Denizi"yle sınırlamamak gerekiyor. Türkiye Cumhuriyeti denen yapının kuruluşundan itibaren gelen İbranî-Hıristiyan etkilerin kendini 40’lı yıllarda ilk kez açıkça gösterdiğini, bu etkinin 60’ların sonunda zirveye ulaştığını düşünmek için birçok sebep var. 

Sadece savaşların değil modern şiirimizin de başladığı yer Ortadoğu’dur diyebilir miyiz? Bu adlandırmayı doğru, bu coğrafyayı bizim dışımızda bir yer olarak kabul ediyorsak evet modern şiirimizin de oryantalist bir temeli olduğunu söylememiz gerekir. Şayet adlandırma yanlıştır ve o topraklar bizimdir diyorsak modern şiirimizin oldukça politik bir damardan doğduğunu kabul etmiş oluruz. Vakıalar her zaman kabullerimizin üzerindedir ve kabullerimizden daha karmaşıktır. Hele konu Türk şiiri ve Türk siyasetiyse çok düşünüp az söylemek en hayırlısı olabilir. Bugünün şairi ve siyasetçisinin hayırdan pek nasibi yokmuş gibi görünüyor. Gazze ve Batı Şeria (ki ikincisi yokmuş gibi davranılır) konusunda yazar çizerlerin, hassaten şairlerin içinde bulundukları şuursuzluk yüz kızartıcı. İlk ve en sahici duruşu sergilemeleri gerekirken “farkındalık” eylemleriyle ilk uyutulanlar şairler oluyor. Türk şairi asılsız ve astarsız işlerin parçası olmadığı kadar Türk şairidir. Şunu diyebilirsiniz: Şairler siyaset bahsinde ilk kez feci vaziyete düşmüyor. Doğrudur. Fakat tarih boyunca şiirde yol başlarını tutanlar politikasıyla poetikasını birbirinden ayırt edemeyeceğimiz şairlerdir. Hiza buradan alınır. Kendini politik görünmeye zorlayan şair çehresine fiyakalı bir astar çektirme peşine düşmüştür. Kendini politikadan soyutlayan şair daha esaslı işlerle uğraştığını zannederken asılsız kalma riskiyle karşı karşıya kalmıştır. 

Estetik beğeninin sınırını varoluşsal kabullerden ayırmak da mümkün değil ikisini birbirine eşitlemek de. Edebiyatı, hassaten şiiri siyasetin gölgesinde okumak bize yarardan çok zarar getirecektir. Eşitlemeden ve birini diğerinin kuyruğuna takmadan, bıçağı kemiğe de deriye de vurmadan ilerlemek zorundayız. “Galile Denizi” ismi sanat-siyaset-din katmanlarının üst üste binmesi sebebiyle bize bu hareket kolaylığını sağlıyor. Öyleyse İsrail’in Gazze’yi yok etme harekâtıyla tekrar rağbet gören “teopolitik” tabirini de kullanarak, aşağıdaki soruları ve daha nicelerini kapsayacak şekilde bakış açımızı genişleterek soralım: İlhan Berk’in İncil’i okuyunca “dünyaya ilk geliyormuşum gibi oldu” deyip "Galile Denizi"ni İncil üzerine kurması; kendine “cumhuriyetin ilk Hıristiyan şairi” diyen Ece Ayhan’ın “Kudüs farelerinden, gizli yahudiden, ortodoksluklardan” bahsettiği için statüko gözünde heterodoks ilan edilmekten kurtulamayışı; Turgut Uyar’ın modernliğe gözünü Tevrat tercümeleriyle açması; Edip Cansever’in yabancılaşmış, materyalist görünümlü ve negatif yüklü (“Çağrılmayan Yakup”) Eski Ahit ilahiyatı varyasyonları; Cemal Süreya’nın “Afrika dahil” diyerek din, coğrafya ve politikayı bedenleştirme eğilimi; Sezai Karakoç’un önceleri kendisinin de kullandığı İsevî tonu sonra Hızır ve Taha motiflerine dönüştürmesi; nihayet İsmet Özel’in yirminci asrın sonlarında “Of Not Being a Jew” üst başlığıyla bu yekûna bir çizgi çekmesi bizi nereden nereye getirdi? Bu şairlerden bazılarının ve daha birçok edebiyatçının Yahudi sermayesinden ödül alması kimseyi işkillendirdi mi? Modern Türk şairleri ülkelerindeki İbranî-Hıristiyan tahakkümü karşısında hangi tutumu takınmışlardı?

Sorular çok, cevaplar uzun. Kimse böylesi bir yükün altına girmek istemediği için tartışmalar bir noktadan sonra yer altına iniyor, apaçık vakıalar sis perdesinin arkasında kayboluyor. Türkiye Cumhuriyeti kuruluşu, seyri ve geldiği nokta itibariyle tepeden tırnağa bir muamma görüntüsü veriyor. “Muamma” çünkü gerçekleri gözümüzle görüp onlara elimizle dokunabilecek bir durumda değiliz. Baş aşağıyız ve gözlerimiz kapalı. Her şey göz önünde cereyan etse de göremiyoruz, çünkü gözümüzü sımsıkı kapatmak konusunda ihtar edildik. Gözümüzü gizlice açar gibi olsak bile sahneyi doğru algılayamıyoruz, çünkü her şey tepetaklak görünüyor. Seslerini ve kokularını alıyoruz ama onlara bakmamız ve dokunmamız yasak. “Hâlâ” yasak değil, “eskisinden daha şiddetli biçimde” yasak.

Muhammed SARI (16 Safer 1447 - 10 Ağustos 2025)