KURULU DÜZENİMİZ

Büyüklerimden biri vaktiyle idarecisiyle yaşadığı bir sohbeti nakletmişti. İdarecisine okuldaki işleyişten dert yanıyor, insanların iş bilmezliğinden şikâyet ediyormuş. Hararetle konuşurken lafı ikide bir kurumsallığa, kurumlaşmaya getiriyormuş. Kurum şöyle kurum böyle derken sohbet epey uzamış. Müdür bey kendisini sonuna kadar sükûnetle dinlemiş ve bizimkinin cephanesi tükenip de harareti düşünce ona meşhur mafya dizisinden bir replikle mukabele etmiş: “Hocam şimdi bana kurum falan diyorsun. İyi diyorsun, güzel diyorsun. Ama kurum dediğin kim? Sen, ben… İnsanların haricinde kurum diye bir şey yok ki!” Bu anekdotu ara ara hatırlar ve kendime sorarım: Müdür söylediği söze gerçekten inanıyor muydu yoksa muhatabını ıskat için zekice bir hamleye mi başvurmuştu? “Tüzel kişilik” kavramı bizde hiç yerleşmiş miydi? Tüze ile kişiyi birbirine ezdirmeden nerede bitiştirip nerede ayrı tutuyorduk?

Devlet kültürümüz “kurumun şahıs, şahsın kurum olduğu” monarşik rejimlere dayanıyor. Kudret-adalet dengesinin görece iyi korunduğu klasik çağlarda bu rejimlerin nimetlerini devşirdik, bunlardan kurduna kuşuna varıncaya kadar çevremizi de faydalandırdık. 17. asırla birlikte denge adalet aleyhine bozulunca geriye sadece külfet üreten bir yapı kaldı. Üstelik çevre memleketlerin külfeti de sırtımıza bindi. Adaleti bir daha gören olmadı, kudret ise tamamen silinip gitti. Adaletsiz ve kudretsiz son birkaç yüzyılımız boyunca kurum-şahıs meselesini açıklığa kavuşturamadık. Tanzimat, Islahat ve Meşrutiyet dönemleri baştan aşağı bir yetki ve temsil karmaşasını yansıtır. Her müşkülden bir inkılâp darbesiyle kurtulmayı marifet sayan Kemalist kadrolar bile yetki ve temsil meselesini muallakta, giderek muğlak bırakarak çalıyı kenardan dolanmıştır. Saltanat, hilafet, şeyhülislamlık gibi kritik kurumlar hakkında nihaî kararlar alamamış; işleri belirsizliğe mahkûm ederek ve monarşik devletin yerine parti devletini ikame ederek aradan sıyrılmıştır. Klasik çağlarda ferdlerde müşahhas hâle gelen kudret ve adaleti modern tüzelliğin uhdesine devrederek kaçak güreşmiştir. 1945 sonrasının Amerikan hegemonyası gelip çattığında kurum-şahıs münasebetlerinin tesis edilmediği, ceberut ama kof bir rejimde yaşadığımız kabak gibi ortaya çıktı. Amerika’nın sihirli değneği bu kabağı süslü bir kupa arabasına çevirmeyecekti elbette. Bugün bile kurum nedir, şahıs kimdir, bunlar arasındaki münasebetin mahiyeti nasıldır sorularının cevabını bulamadığımız için kriz üstüne kriz yaşıyoruz. Aileden parlamentoya kadar.

Kurum-şahıs münasebetlerinin belirsizliği bizi içten ve dıştan çürüttü. Devlet, kişi hakkını kendi otoritesine yöneltilmiş bir tehdit olarak, millet ise vatandaşlık vazifesini başına sarılmış bir bela olarak görmeye başladı. 1923-1950 devresindeki devlet-millet kopuşu kişilik haklarının gaspı bakımından, 1950-1960 devresindeki devlet-millet flörtü vatanseverce vazifelerinin savsaklanması bakımından bugün bile Türk siyasallaşmasının krizini gözler önüne seren bir laboratuvar hükmündedir. Yaygın kanaate göre devletin ne olduğu konusunda anlaşabilirsek vatandaşın kim olduğu konusunda da uzlaşabilir ve böylece “kurulu tüze”yi ıslah edebilirdik. Osmanlı ve Cumhuriyet elitleri bu “kurulu tüze”nin devamından taraftı. Azınlıkta kalan kanaate göre ise uygun hareket seyri önce vatan ve vatandaş kavramlarının berraklaştırılması, ardından devletin “yeni bir tüze”yle yeniden tanımlanmasıydı. 27 Mayıs “yeni tüze” imkânını tahrip ederek bu tartışmaya son verdi. 27 Mayıs’tan sonra “evrensel demokratik(?) kurumların tesis edilmesi”yle toplumların özgün ve otantik yönetim mimarileri oluşturma hakları ellerinden alındı. Demokrasinin evrensel form olarak dayatılması dünyadaki bütün kurum-şahıs ilişkilerini eskisinden daha kötü biçimde çarpıttı, toplumları bu çarpıklığı sürdürmeye, yani kurumsallaştırmaya zorladı. Demokrasi bu bakımdan mağlupların rejimi oldu denebilir. Demokrasinin mağluplara boyun eğdirmesi meselenin bir yönüdür. Konuşulmayan yönü, Amerikan ihracı demokrasiye boyun eğenlerin bu yolda galip görünse de mağlup sayıldığıdır. “Demokrasinin beşiği” sayılan İngiltere’nin bile. 

Demokrasinin toplumcu tezlere de bireyci tezlere de sonuna kadar açık olması onu içi boş bir biçimden ibaret kılıyor. 20. asrın başlarında Wilson’ın ve Lenin’in demokrasi tanımlarını, İngiltere ile Fransa’nın demokrasi tecrübelerini ana hatlarıyla bile uzlaştırmak mümkün değil. Amerikan hegemonyası 1945’ten sonra bu sorunu da kökünden çözdü. Demokrasiyi insan hakları ve serbest piyasa ile birlikte paket program hâlinde satın alma şartını koştu. Parçalar her ne kadar Amerikan think tank fabrikalarından demonte geliyor idiyse de Avrupa toplumları o parçaları kendi ihtiyaçlarına göre monte etme esnekliğine kısmen sahipti. Amerika detaylarla ilgilenmiyordu, paketin satın alınması ve parçaların kullanılması yeterliydi. Aynı parçalardan bir ülkede televizyon koltuğu üretilirken, diğerinde elektrikli sandalye imal edilmesine şaşırmıyorduk. Biz demokrasi paketinden çıkan parçalarla ancak bir kıraathane taburesi yapabildik. 1945’ten beri demokrasi sanatını o tabureden icra ediyoruz. Uzun süredir ne kıraathane tarayan teröristler ne tabure üzerine çıkıp nutuk söyleyen kasaba siyasetçileri var hayatımızda. Buna rağmen tabure ve üzerinde oturan adam varlığını korumaktadır.

Türk usulü demokrasi yetki-temsil kaosunu azaltmak bir yana, düşük yoğunluklu kaosun hayat tarzı olarak iliklerimize kadar işlemesine sebep oldu. Kurumun ve şahsın nerede başlayıp bittiği üzerine hâlâ bir konsensüs yok. Şahsiyeti ezip yok saymayı kurumsallık sanmaya da şahsiyet sahibi olmayı kolektif şuurun reddi olarak anlamaya da eşit derecede yatkınız. Hayatı boyunca âmir-memur, ast-üst dışında insanî ilişkiler geliştirmemiş kişilerde kurumsallaşmanın duyguca katılaşıp taşlaşmak şeklinde tezahür ettiğini görürüz. Böyleleri son yıllarda “yönetişim” jargonunu ve medyatik kanalları kullanarak “yontulduklarını” göstermeye çalışmaktadır. Bunu tekâmül sayabilir miyiz, şüpheli. Şahsiyeti, bireysel hak ve özgürlükleri dillerinden düşürmeyenler ise bir yerden sonra kendilerini vazgeçilmez sanma hastalığına kaptırmış, pasif agresif bir ruh hâline bürünmüşlerdir. Bencilliklerini postmodern teorilerin muhaliflik pozuyla örtmeye çalışırlar. Kitleler iki güruh arasında kıstırılmıştır. Kıskaçtan ancak mesuliyet sahibi bir avuç bağımsız figür kurtulur.

102. yılı kutlanan Cumhuriyet önce İngiliz sonra Amerikan prensiplerini benimsediği ölçüde kurulu ve kurumsal sayıldı. Hâlbuki Osmanlı bittikten sonraki ve Türkiye başlamadan önceki en karanlık günlerde bile varlığı kesintiye uğratılamayan tek kurum olan ordu, başkasının onayına ihtiyaç duymadan kendini cümle âleme kabul ettirmişti. Mesuliyet sahipleri o gün ordunun yanında durmakta nasıl haklı idiyse sonrasında ona mesafeli durmakta da o kadar haklıydı. Çünkü Cumhuriyet’in “kurucu(?)”ları bağımsız figürlerin üzerine kurumsallaşma adına beton döküyordu. Bugün de böyledir. Dünya sistemi kitleleri şahıs ile kurum arasında bir seçim yapmaya zorlar. Acı gerçeği hepimiz biliyoruz. Kitleler bağımsız figürleri över ama günün sonunda “kurulu tüze”yi seçer.

Muhammed SARI (7 Cemaziyelevvel 1447 - 29 Ekim 2025)

HAYKULAR

yıl âdem’den sonra bilmem 
kaçıncı bin 
bozulmadı düzenin 
önce şimşek
sonra gürleme
sonunda yağmur

hayranlık 
haşyet 
hüsran sağnağı da ardından. 

* *

ormanda öperek uyandıran masallar…
öperler seni ve bir bakmışsın 
cam tabuta koymuşlar
öpülürsün ve bakarsın 
burası bir masal

peki ya o uyanan 
öpme isteği koruda?

* *

tamburdu sorduran: -hiç düşündün mü
melek nedir?
-gençken… evet 
çok gençken!


* *

elimde bir kilit taşı
öylece bekliyorum şehrin orta yerinde 
elimde kilit taşı 
şimdi ben bunu nereye?

* *

kısayken saçlar
ve parmaklarım
gezinirken arasında anladığım
düzdür dünya.

* *

bütün gün rehberdeki bir ölüye 
ulaşmaya çalışmış
görüntüsüzmüş neyse ki görüşme
kan gelirmiş kulağından 
ahize eninler neşrettikçe

* *

sonumuz sonsuzluksa günleri 
neden sayıyoruz bilmem
gölge sevgiler gölge dargınlıklar
diye mısra düşmüşüm takvim kenarına
zavallı şair hâmiş dememiş 
ps demiş 
intihar mektubunda.


30 Rebiülâhir 1447 - 22 Ekim 2025 

HAYATSIZLAR VE BÜYÜK HAYATLAR

"Bizim asıl rakibimiz uyku."
Ted Hastings (Netflix CEO'su)

Said Nursi’nin gençken dikkatimi çeken bir sözü vardı: “En uzak ve en büyük dairede en küçük işler, en yakın ve en küçük dairede en büyük işler vardır.” Bu sözü “Neden radyodaki Cihan Harbi haberleriyle hiç ilgilenmiyorsun? Bir zararı mı var? Yoksa bilmemiz gereken daha önemli bir hadise mi var?” sorusuna cevaben söylemişti. 20. Hıristiyan asrının ortalarında, tarihin bir bakıma en karanlık günlerinde, ama yine de uzak ile yakının, büyük ile küçüğün hâlâ birbirinden ayırt edilebildiği günlerde söylemişti. Durduğunuz yere göre ya çok isabetli ya çok hatalı görünebilen bir söz. Uzak ve yakın olan nedir, büyük ve küçük iş hangisidir sorularına isabetli cevap verebilmek bugün de önemini koruyor. İnsanın kendini çepeçevre kuşatan ilgilerin yörüngesinden çıkması, ayartıların cazibesinden sıyrılması zor. Ne yapalım ki aşılması gereken bir zorluk bu. Kendi yörüngesini çizmesi, hiç değilse çizgisini çekebilmiş insanları takip etmesi insan için hayatî bir vazife. Hepimizi yöresinde gezindiğimiz, “yürünge”sinde seyrettiğimiz meseleler şekillendiriyor. Prensipte herkes kapısının önünü süpürse bütün şehir temizlenirmiş gibi görünüyorsa da pratikte işler böyle yürümüyor. Mesafe ve öncelik ayarlarımızı güncellememiz gerekiyor. Sistemin hem kutuplara kadar götürdüğü hem kapımıza kadar getirdiği bir harp modeline karşı ancak ters orantılı ve asimetrik hareket tarzıyla mücadele edebiliriz. Bugün harp nerede cereyan ediyorsa en yakınımız orasıdır, en büyük işler oradadır. Evse ev, kutupsa kutup.

İç ve dış, uzak ve yakın gündelik hayatını sürdürebilmesi için zihnimizin ürettiği bir varsayım. Etrafını çitle, dikenli telle, duvarla çevirdiğimiz uzay parçasına zihin iç ve yakın, çevresine dış ve uzak diyor. Kurgusunu bu saymaca üzerine inşa ediyor. Sınır olmadan yaşayamıyor zihin. “Sınırda varlık” diye adlandırabileceğimiz insanın en tehlikeli girişimleri “sınır” kavramını ihlâle yönelik olanlardır. Ne kıtaların fethi ne uzayın keşfi. Modern iletişim araçları “uzakları yakın eder”ken ve dünyayı küreselleştirirken aynı zamanda “içimizi dışımıza çıkardı.” Her şey birden tersyüz olmadı ama toplumsal bünyedeki etkisi o kadar şiddetliydi ki kimse gardını alacak, neler olduğunu sorgulayacak mecali kendinde bulamamıştı. Bertolt Brecht sandalyesini ters çevirip sahneyi değil seyircileri seyrederek tersliği tersyüz etmeye giriştiğinde çok geç olmuştu. Bir farkındalık ânı yaratmakla kalmıştı. Kitle iletişim araçları mesafeleri, zaman dilimlerini ve bunlara bağlı kültürel farkları çoktan üst üste bindirmiş, neredeyse eritmişti. Eski radyolar, köyden kasabaya inecek parası olmayan insanlarda bile dünya başkentlerinin istasyonları arasında gezindiği duygusu uyandırmakta başarılıydı. 19. asrın sonlarındaki sinema devrimiyle deneyimlerimiz duygudan öte bir anlam kazandı, sinematografik deneyim adeta gerçek yaşantılarımıza eklemleniyordu. Televizyon bu yaşantı ortaklığını ve çoğullaşmasını pekiştirdi. Yine de bu nesiller mekanik çağın alışkanlıklarını sürdüren, yani açma-kapama tuşuyla iş gören nesillerdi. Kendilerince bir gerçeklik sınırını muhafaza ediyorlardı. Bugün elli yaş üzerindeki radyo-sinema-televizyon nesillerinin insanları yayınlanan dünyayı gerçek dünyaya benzediği kadar benimsiyor, kahramanlarını “içimizden biri” olduğu için seviyordu. Onların ekran başındaki ağlayıp gülen, kendilerini kaptırmış hâlleri torunlarına komik geliyor. Ancak bütün sıcakkanlılıklarına rağmen cihazın dünyasıyla gerçek dünya arasına bir sınır çekebiliyordu bu nesiller. Yakınlaşma arzulanıyordu elbet ama bir aynîleşme yanılsamasına pek düşmüyorlardı. Yayın kapandığında kendi dünyalarına dönmekte zorlanmıyor, bir mahrumiyet hissine kapılmıyorlardı. O günlerin dünyasında Brecht’in “yabancılaştırma efekti”nin bir anlamı vardı. Bugün neye yarar? 

Dijital çağın çocukları kendi gerçeklikleri ile yayının gerçekliği arasında denge kurmalarını sağlayacak çizgilerden mahrum. Yayın kesintisiz ve bir kapatma düğmesi de yok! Doğar doğmaz gözlerini “yayınlanan gerçek”e açıyorlar. Kendi gerçekleri zannettikleri şeyler de yayınlarda inşa olunmuş, neredeyse onlarla eşzamanlı oluşmuş yansımalardan ibaret. Ekran karşısındaki “kapılmış” hâllerine hayret ettikleri eski nesillerden tamamen farklı bir konumdalar. Şimdikiler seyrettiklerine kapılmıyor, çünkü seyrin ve yayının bir parçası konumundalar. Ekranın karşısında olmak ile ekranda olmak arasındaki çizgi varla yok arası onlar için. O yüzden zihinleri en az yayınların kendisi kadar yayından yayılan yan süreçlerle de korkunç derecede meşgul, ilgileri had safhada ayartılmış durumda. Yayının kendi değil “yayından yayılanlar” sistemin asıl kârı elde ettiği, endüstrileştiği alandır. Ahtapotlaştığı ve kılcallaştığı aşamadır. Her içerik bir kereye mahsustur ama tekrarları, yankıları, yansımaları sayısızdır. Kârdan kâr edilmesi, zincirleme vurgunlar yapılması, yani kazancın viralleşmesi bugünkü yayıncılığın esasını oluşturuyor. Bu arka alanı iptal ettiğinizde sistemin kendiliğinden radyo-sinema-televizyon çağına döndüğünü görürsünüz. Çoğu insana göre bu taş devrine dönmekten beter! Taş devriyle dijital çağ arasında bu kadar ince bir çizgi olması şüphe uyandırmıyor mu?

Evet, kimse sırtında taş taşıyarak inşa ettiği dijital dünyayı bırakıp taş devrine dönmek istemiyor. Aksine herkes karakterini ve hayat tarzını düzeni tahkim edecek yönde ayarlıyor. En uzak dairedeki işlere el atıp en yakın dairedeki işleri savsaklıyoruz. En basitinden “etkileşim vermek” suretiyle sistemi besliyoruz. Bir tür yatırım bu. Dönerse ne âlâ yatırımı. Geri dönmeyen etkileşimi “gift economy” prensibince zarar hanesine yazıyoruz. Bu riskin sebep olacağı motivasyon kaybını erken fark eden mühendisler sistemi beslemekte sebat gösterdiğimiz takdirde kâr edeceğimiz, yani önünde sonunda etkileşim alacağımız bir algoritma düzenine geçtiler. Dijital sistem tarihsel materyalizmin bir türü. Ama buhar ve elektrik düzeninin ötesinde, soyut nesnelerin tüketimi üzerinden işleyen sofistike bir materyalizm. Duygular ve dürtüler ekonomisi. Uzağı yakın eden, içi dışa çıkaran teknolojinin soyuttan en somut kârı elde etmesi kimseyi şaşırtmamalı. Şaşırtıcı bulmamız, en azından rahatsız edici saymamız gereken insanların bu değirmene su taşıma performansıdır. Futbolseverler topun çizgiyi geçip geçmediğini günlerce tartışmaları yetmezmiş gibi sevdikleri futbolcunun oğlunun doğum günü kutlamasındaki saç stilini kendinde denemeden edemiyor artık. Magazinseverler esas kızın esas oğlana finalde çektiği rest kadar, kıyafet ve takılarının hiç değilse imitasyonlarını bulabilecekleri sitenin linkini “pin”leri arasına ekleme telaşına kapılıyor. Siyasetseverler devletler arasındaki mücadelelerin esas dinamiklerini öğrenmekten çok siyasetçilerin birbirlerini nasıl tuşa veya tufaya getirdiğinin mafyatik ve medyatik detaylarını öğrendikçe şevke geliyor. Hâsılı, yayının çeşitliliği ve kesintisizliği, yayın akışına kendini kaptırmış insanın gerçekliğini elinden alarak onu hayatsızlığa mahkûm ediyor. Gözünü hapiste açmış çocuklara dış dünyayı kelimelerle anlatmak ne kadar zorsa “yayında doğmuş” hayatsızlara başka bir dünya olduğunu, olabileceğini, olması gerektiğini anlatmak da o kadar zor. Aralıksız yayın, hayatı yutup kendine benzettikçe, boşluk bırakmadıkça “yabancılaşma efekti”ni duyumsamak, kendini yayının dışına atmak sıradan zihinler için zorlaşıyor. Yine de öngörülemeyen kesintiler, planlardaki aksamalar, kapsama alanının erişemediği kuytu köşeler her zaman olur ve “yayın” ötesinden berisinden boşluklar, fireler verir. Fire biz olmalıyız. Firar etmeliyiz. Kendimizi sahil-i selamete atmak için bu şart.

İnsan sadece hafıza değil hayat iklimi bakımından da balığa benzer. “Derya içre” oluş genel bilinç durumumuzu yansıtır. Kimi balıklar kazara kıyıya vurur, kimi balıklar bile isteye kıyıya çıkar. Kıyıya kazara vuran balık sudan çıkmışa dönmenin paniğini ve suyun dışında bir dünya olduğunu anlamanın şokunu iç içe yaşar. Sonunda ya ölür gider ya da çırpına çırpına gövdesini tekrar suya atmanın yolunu bulur. Kıyıya bile isteye vuran balıkların durumu farklıdır. Çoğunlukla büyük balıklardır bunlar. Haberciler onların depresyonda olduğunu ve intihar etmeye çalıştıklarını söyler nedense. Suya dönmeyi reddeden balık... Ölmesi neredeyse kaçınılmaz… Neredeyse… Eski bir rivayette karaya vuran büyük bir balığın zamanla nefes almayı öğrendiği, hatta ayaklanıp yürümeye başladığı nakledilir. Çok çok daha eski bir rivayette ise karaya vuran büyük balığın kendisinin değil de karnından çıkan bir adamın macerası anlatılır. Adamın denize son kez baktığı ve arkasını dönüp kara içlerine doğru yürüyerek gözden kaybolduğu anlatılır. Güzel hikâye, değil mi? Hayatsızlar “Şu adamın filmini yapsalar da izlesek.” diyecektir. Büyük hayatların aklından geçen başkadır. Onlar “Bunlar hikâye değil, el hak yaşandı!” derler.

Muhammed SARI (24 Rebiülâhir 1447 - 16 Ekim 2025)

ESSAH.. HAKKAT.. RAST

Dürüstlük mü cesaret mi oyununu bilirsiniz. Çocukken oynamakta çok zorlandığım, başladığında ortamdan hemen sıvıştığım bir oyundu. Sırlarım olduğu veya korkak olduğum için değil, sonrasında ilişkiler bir daha asla eskisi gibi kalamadığı için beni rahatsız eden bir oyundu. Oyun değil işkenceydi âdeta. O âna kadarki ilişkilerin tamamen sahtelik üzerine kurulduğu iması taşıyordu çünkü. Kavgasız, rezaletsiz bittiğini pek hatırlamıyorum. Özellikle de ibre dürüstlüğü gösterince. Yıkıcıydı. Yıkayıcı değildi. İnsanların kirli çamaşırları ortaya dökme tecessüsü temizlik sorumluluğunu almalarına manidir. O yüzden ifşa ve itiraf kültürünün bu topraklara uğramamasını çok tabiî bulmuşumdur. Öte yandan bunun “kol kırılır yen içinde kalır” zihniyetinin yerleşmesi için bahane edilmesini de asla onaylamadım. Yenisi daha beter olacak diye eskisine övgüler dizmedim. Yıkmanın da yapmanın da mevcudu korumanın da bir töresi olsun istedim hep.

“Yüzleştirme” gerçekten yapılacak başka hiçbir şey kalmadığında, bütün sonuçlarına katlanarak ve en son başvuracağımız hamle olmalı. “Üzerini örtme, görmezden gelme” ise reddedeceğimiz ilk tavır. Mümkünse her şeyi ânında görmeli ama gereğini yapmak için mutlaka vaktini beklemeliyiz. Bu iki hassasiyeti şiar edinebilirsek ilişkilerin kendiliğinden muhteva kazandığını, karakterlerin kolay kolay kir tutmadığı bir irtifaya çıktığını göreceğiz. Yüzleşmeyi sona bırakmak bazılarınca cesaret noksanlığına, görmezden gelmeyi reddetmek ise dürüstlükten ziyade geçimsizliğe hamledilebilir. Yanlış anlaşılmalar kaçınılmazdır. Birbirimizi gerçekten anlayana kadarki anlaşmaların hepsi yanılsamanın farklı dereceleri değil midir zaten? Hele konu dürüstlük ve cesaret gibi bıçak sırtı kavramlar ise boşuna uğraşmayın, yanlış anlamaktan ve anlaşılmaktan kurtulamazsınız. Dolayısıyla bu aşamada ancak şu kadarı söylenebilir: Dürüstlük ve yalancılık, cesaret ve korkaklık uç noktalardır, fakat bu uçlar arasında insanın her türden davranışına dayanak teşkil eden oldukça geniş bir değer yargısı spektrumu vardır. Öyle ki uç dediğimiz noktalar bile bundan masun değildir, kişiden kişiye farklı yorumlanabilirler. Birinin cesaret dediğine başkası “zamansız” bir kahramanlık gösterisi gözüyle bakabilir, berikinin dürüstlük saydığına diğeri “yersiz” bir doğrucu davutluk etiketi yapıştırabilir. Gerçekten de fiillerimizin etkisi vaktindelikle, sözlerimizin anlamı yerindelikle merbuttur. Bu incelik gözetilmediğinde umulanın aksi neticelerle karşılaşmak kaçınılmazdır. İncelikleri gözetmediğimizde ne olduğunu anlayamadan sınır aşımı noktasına varırız. Nefsimize hoş gelen dürüstlük ve cesaret gösterileri yaparken ihlal ettiğimiz o sınırda bizi nahoş bir kelime bekler: Enayilik. 

“Ene” kökünden yani “ben” zamirinden türeyip zamanla anlam genişlemesine uğramış bir kelime enayilik. “Kolay kandırılan, aklı pek çalışmayan, kendini kendi eliyle zarara uğratan veya zarardan koruyamayan, kendi hayrına olacak işleri bilemeyen” anlamına geliyor. Bana kalırsa kelimenin anlamı kökünden kopacak kadar genişleyip dağılmamış. Aksine, dürüstlük ve cesaret bağlamında vurgulamaya çalıştığımız sınır aşımının sonuçlarını gayet isabetli biçimde özetliyor. Haddini aşanın zıddına inkılâp etmesi gibi, yerini bulmayan her söz ve vaktini bilmeyen her fiil enayiliğe dönüşüyor. Nefsimize uyarak sergilediğimiz cesaret ve dürüstlük gösterileri enayilikten başka anlam taşımıyor. “Enaniyet”e kapılarak yaptığımız işlerden sadece “ene”mizin istifade edemeyişine “enayilik” diyoruz. Cehaletin katmerlisi. İşte kavramın özü!.. Elbette şuna dikkat etmek gerek: İnsanların yerleşik anlayışları meselelere fazlasıyla menfaatçi bakmalarına sebep olmaktadır. Yani insanlar kendilerine kısa vadede somut menfaat sağlamayan, görünüşte kendilerini zora sokan söz ve eylemlere enayilik diyor. Bu sathî bakışla deliyle veliyi birbirinden tefrik mümkün değildir. Bu yüzden dürüstlük ve cesaret bahsi “aklı gözlerine inmiş” kimselerle konuşulamaz. Kavramların ve değer yargılarının girift ilişkileri üzerine yalnızca bilgi ve tecrübe sahipleri söz almalıdır. Yine de biz sıradan insanların sıcağı sıcağına yaşadığımız sorunlara dair asgarî bir kavrayışa ulaşma sorumluluğundan kurtulacağımız anlamına gelmiyor bu. Aklımızın erdiği kadar konuştuğumuzun farkındaysak konuşmaktan zarar gelmez, aklımızın ermediği yerde susabilme faziletine sahipsek sözlerimize güvenebiliriz. Konuşmaktan, ancak konuşmak zorunda olduğumuz için konuşuyorsak bir hayır umabiliriz. Neyin gerçekten enayilik, dürüstlük veya cesaret sayılabileceğini anlamak için konuşuyoruz.

Enayilik de cesaret de insan hayatında merkezî yer tutmaz. Çünkü cesaret herkesten beklenen bir meziyet değildir. Enayilik ise meziyet değildir zaten, arızî durumdur, tercih değil sonuçtur. Kaç okka çektiğimizi gösteren bu üç kefeli terazide anahtarın dürüstlük olduğuna inanıyorum. Herkese emredilen yalnızca dürüstlüktür. Çocukken oyunu benim için oynanamaz kılan da buydu. Kendisiyle oyun olmayacak tek şeyi oyuna çevirdiğimizi hissediyordum, yan yana duramazlardı. Dürüstlük lafla da olmaz. Bir söz değildir, edebiyat hiç değildir. Öyleyse benim gibi burada sürekli dürüstlükten bahsedenlere temkinli yaklaşmak gerek. Fakat durun! Kendi kellemi öne sürerek dürüstlük namına en büyük sahtekârlığı yapmadığım nereden belli? Belli değil. Bilemezsiniz. Bazen ben bile bilemem. Ama şu kesin olarak bilinebilir: Dürüstlük kendisinden söz edildikçe insandan uzaklaşan bir haslet, öyle ele gelmez bir mahlûk. Mevzumuzun geldiği yer bana Mithat Cemal’in Âkif hakkındaki bir anekdotunu hatırlattı. Mithat Cemal dürüstlük bakımından Âkif’i Rousseau’ya benzetince şairimiz buna itiraz eder. “Her insan evladı kabahatini anlatırken utanıp küçülür; ama Rousseau İtiraf’larında kendini küçülttükçe büyütmenin yolunu bulmuştur. Ne sahte heriftir o!” der. Dürüstlüğün oyuna, söze, gösteriye konu olamayacağını; kişinin kabahatlerini ortaya saçmasının dürüstlüğe en zıt hâl olduğunu bir kez de Âkif’ten öğreniriz. Demek ki kabahatini bilmesi, unutmaması ve ortalığa saçmaması kişiye dürüstlük sermayesi olarak yeter. Artması gerekmeyen, ama mutlaka bulunması gereken bir sermaye bu. Kefenin cebi olmasa da öte tarafa yalnız bu sermaye gider.

Rahmetli nenem ona şakayla bir söz söylediğimize, bize bir şeyi teyit ettirmek istediğinde veya kulaklarına inanamadığında gözlerini aça aça “Essah?.. Hakkat?.. Rast?..” diye sorardı. Yıllar sonra fark ettim ki dürüstteki “rast”tı bu. Özün özü gözümün önündeymiş. Gözümüzün önündeki göremiyorsak doğru dürüst bakmayışımızdan. İşlerimiz “rast” gitmiyorsa dürüstlükten yana zaafımız olduğu için. Dürüstteki “rast”ladır işimiz; rast gele deyip elini beytülmale daldıranlarla, hayatını rastgele yaşayanlarla alakamız yok. Üç kefeli teraziyi “rast”tan başkası doğru çalıştıramaz. Kefelerden biri doğru dürüst netice veriyorsa diğer ikisinin ölçümünü ölçmek zor değildir. Kefeler üçtür ama karşılaştığımız zorluklara “ikilem” demeyi tercih etmişiz. Ömrümüz boyunca sayısız kez bu dilemmayla karşılaşırız. Şartlar karşımıza dikilip bize en alaycı ses tonuyla sorar: Dürüstlük mü, cesaret mi? Enayilikten, o görünmeyen üçüncü kefeden hiç bahsetmez. Soru soran ses alaycı olduğu kadar acelecidir de. Kestane kebap, acele cevap!.. Hayır, dürüstlük aceleye gelmez.

Dürüst olmak gerekirse lafı geveliyorum, karnımdan konuşuyorum, evet. Çocuk oyunlarından kalma travmalar diyelim… Bugün semadan sihirli bir değnek inse ve herkes karnından konuşmayı bıraksa acaba dünya daha yaşanır bir yer mi olur yoksa hepten çekilmez hâle mi gelir? Sizi bilmiyorum ama bence sihirli değnek beklentisi ikisinden de kötü bir hâli işaret ediyor. İşler bu noktaya vardıysa bir şeyler bir yerlerden itibaren “rast” gitmemeye başlamış demektir. İşlerin baştan beri yalan yanlış yapıldığını iddia edersek enayilik etmiş oluruz. Etmeyelim. Yalanların ve yanlışların içimize sızdığı yeri bulmamız kâfidir.

Muhammed SARI (18 Rebiülâhir 1447 - 10 Ekim 2025)

KESİNTİSİZ, UCU AÇIK BİR ÇAĞ

Biz Müslümanlar sadece peygamberlerin sözlerini ve fiillerini kritik dışında tutarız. Tarihteki diğer her şey kritiğin rasatına girer. Girer ama doğrusu onların mutlak doğruluğuna, yanlışlığına hükmetme gücüne çoğu zaman sahip değilizdir. Yani tarih denince önümüzde sınırları oldukça geniş ancak gayet belirgin çizilmiş bir tarassut alanı açılır. Peygamberlere bakışımızda iman, diğer insanlar için insaf kriteri esastır. Bu kriter farkının basit bir yöntem tercihinden evvel bir niyeti yansıttığını özellikle vurgulamak istiyorum. Niyetler yöntemi ve sonucu doğrudan belirler. Maddeye yönelirken bile bu böyledir, tarihe bakarken niyetlerimizden bağımsız bir pozisyon alamayız. İlk modernler yöntem üzerine boşuna düşünmemişti ve kendi hesaplarına gayet başarılı da olmuştu. Başarı niyeti devreden çıkarmalarından değil, perdeleyebilmelerinden ileri geliyordu. Yöntemleri “hayatı kuran her unsurdan en az bir kere şüphe etmek” şartına dayanıyordu. Uzun 19. yüzyıl boyunca yöntemin bizatihi niyet olduğunu anlayamadan didinip durduk. Sadullah Paşa’nın “Mecâz oldu hakikat, hakikat oldu mecâz / Yıklıdı belki esâsından eski ma'lumât” diyerek kuyuya attığı taşı Âkif gibi âkil bir muvahhid bile çıkarmaya çalıştı zaman zaman. Biz yine de insaflı olalım; onlar gibi sıcak ateş hattında yaşamadığımızı unutmayalım. Bizim vazifemiz, dondurucu Batılılaştırma fırtınası altında kalıplaşmış, taşlaşmış önyargı duvarlarını aşmak, hiç olmazsa aşındırmaktır.

Peygamberler tarihi, evrensel tarih denen keşmekeşin tam orta yerinde duruyor, cadde-i kebir vasfını koruyor. Gezinmek istiyorsak ara sokaklara, bir yere varmak istiyorsak ana caddeye yöneleceğiz. En geniş anlamıyla tarih idesini bu iç içe geçmiş ikilik üzerinden kavramamız gerekir. Okullarda öğretildiği gibi yaşananları geriye dönüp sebepler-sonuçlar diye kategorilere ayırarak tarihi anlayamayız. Ne peygamberler tarihi ne evrensel tarih denen keşmekeş bu tür okumaya ilanihaye imkân tanımaz. Tarih sebeplerin sonuçları doğurduğu determinist bir işlem veya o işlem boyunca yapılan doğrular-yanlışlar toplamı değildir. Determinist okuma modeller, şablonlar, şemalar aracılığıyla akademinin bilimsellik hevesini tatmin eder. Oportünist okuma da böyledir, reel politiğin retorik ihtiyacını karşılamak için en ideal yoldur. Tarihten içi boşaltılmış, kullanılmaya hazır figürler, semboller, sloganlar devşirmeye yarar. Hâlbuki bizim kelimenin en yalın manasıyla dinamik ve diyalektik bir tarih felsefesine ihtiyacımız var. Tarihyazımı temelde bir betimleme, bir sahne kurulumu, bir koreografi sorunudur. Perspektifin, derinliğin, orantıların, ışığın ve akışın ayarlanması meselesidir. Bu yüzden sebepleri ve sonuçları, insanları ve hadiseleri, nesneleri ve fikirleri bütünleşik varoluşlarıyla görmeye çalışmalıyız. Türkçesini söylersek: Günümüzde kapısına gideceğimiz bir peygamber olmadığı acı gerçeğini, bununla birlikte tarih dediğimiz şeyin ilk günden kıyamete kadar bir peygamberler tarihi olduğu kutlu gerçeğini bütün olarak kavramak durumundayız. Zaman ve mekân çıtalarını çattığımız ve merkezine özne olarak peygamberleri yerleştirdiğimizde, özetle “sahneyi kurduğumuzda” modern tarihyazımının tikelcilik-tümelcilik, pozitivizm-anakronizm gibi müzmin hastalıklarına düşmekten büyük oranda kurtulabiliriz.

Kendilerini hangi peygambere nispet ettilerse o türden bir tarihleri oldu toplumların. Peygambersiz tarih, dinozorlar çağından daha ıssız ve yabani bir dünya tasavvurudur. Tipik bir 19. yüzyıl doğa bilimleri icadıdır. Modernler İsa aleyhisselam üzerinden kendilerini “gelenek”le hesaplaşmış kabul etti, konuyu mitolojiye ve teolojiye havale ederek işi oldubittiye getirdiler. Kur’ân modernlerden bin küsur yıl önce böyle bir tasavvurun sebep olacağı kötülüğün önünü almak istercesine insanlığın bütün hikâyesini peygamberler üzerinden anlatır. Bu incelik herkesten önce bizi ilgilendiriyor. Biz âhir zaman insanlarıyız. Hem zatını görmeden kendimizi Muhammed Mustafa’ya (en uzak düne) nispet ediyoruz hem de kıyamete (en uzak yarına) kadar O’nun getirdiğinden başka sadık haberin gelmeyeceğini ikrar ediyoruz. Bu sayede, kıyamete bütün ümmetlerden daha yakın olsak da bir ıssızlık, bir sahipsizlik duygusuna kapılmıyoruz. Muhammed aleyhisselama kadar bütün ümmetler bir tür ardışıklık ve sonluluk duygusuyla, bir sonraki peygamberi (bağışlanmayı) beklemek intizarıyla ömür sürdüler. Kur’ân’la birlikte kesintisiz, ucu açık bir çağ başladı. Ucu açık, evet. Âhir zaman insanı inkâra da mucizelere de sonuna kadar açıktır. Taşınması zor bir yük bu. Ama her zorlukla beraber bir kolaylık var.

Kolaylık tarih idesine ve hayat denen armağana bakışımızı bağdaştırmaya bağlı. Bir düzenlilik içindeyiz ama bu mekanik bir düzen değil. Tarihi algoritmik bir işlem gibi, geriye doğru sağlaması yapılabilir, incelenecek bir dava dosyası gibi göremeyiz. Geriye baktığımızda başkalarının hatalarından ibret alarak o hatalarının çoğunu işlemekten kaçınabiliriz; fakat bu bizi kendi hayatımızı yaşarken kendi hatalarımızı işlemekten, hatta aynı hatalara düşmekten kurtarmayacak. Bu garip ve büyüleyici bir farkındalık ânıdır. Bilmek hayatı yaşamaya yetmiyor, hele anlamaya hiç yetmiyor ama hayat bilgisiz de olmuyor. Tarih bilgimiz ne kadar derin olursa olsun sabah gözümüzü açtığımızda kararı verecek olan biziz. Yalnız unutmayalım ki bu “biz” aynı zamanda tarihin bir parçasıdır. Şimdideki bütün özneler gün gelir tarihin nesnesi olur. Demek ki şöyle denebilir: Tarihte ve tarihle karar veririz. “Zamanda” olduğumuz kadar “zamanla”yızdır. Kendi hayatımızı ve hatalarımızı tecrübe etmedikçe geçmiş hayatlar ve hatalar üzerine konuşma hakkımız yoktur. İnsafsızlık olur bu. Yaşadıkça, yetişkinlikçe kendisine uyanabildiğimiz bir ide tarih. Herhalde bu yüzden çocukları en az ilgilendiren derstir. İnsanın ilk değil, son görevidir tarih. Bu sözüme bakarak, kişisel tarihine özen göstermemiş bir insanın sırf yetişkinlik çağına geldi diye tarih hakkında yetkince konuşabileceğini sanmayın. Hayat, hayatta olunduğunun farkına varılarak yaşanmamışsa yaş bakımından ilerlenmiş olması hiçbir kıymet ifade etmez. Zamanların en âhirinde yaşadığını idrak edene kadar bir insana yetişkin diyemeyiz. Böyle insanlar yine de ısrarla tarih adına söz alıyorlarsa dikkatli olmalıyız. Kişisel tarihlerindeki açıkları kapatmak için vitrinlerini determinist ve oportünist tarihçiliğin hazır gıdalarıyla süslüyorlar demektir. 

Hazır gıdalar ambalajlarıyla, üretim ve son kullanma tarihleriyle, hazım ve besin değerleriyle tüketiciye değil üreticiye hizmet eder. Tabiî ürün “benden sana zarar gelmez” dediği hâlde rağbet görmez. Birçok hazır gıda üzerindeki “sağlığınız için bu ürünü tüketmeyin” uyarısıyla satılır. Ve satın alınır da! Çünkü “hazırcılar” insanların çoğunun yaş alsa da çocuk kaldığını, akıllarının gözlerinde ve başka yerlerinde olduğunu iyi bilir. Raftaki hazır kavanoza da petekten henüz süzülmüşe de bal diyorsanız yazıyı buraya kadar boşuna zahmet edip okumuşsunuz. Hazırlanan ile hazır bulunan asla aynı değerde değildir. Getirdikleri kolaylık ve zorluklar da aynı olamaz. Başka başka hayat tarzlarının göstergesidirler. Burada biz âhir zaman insanlarını ilgilendiren başka bir incelik daha var: Petekte de olsa bal bir tür hazır gıdadır, doğada hazır bulunur. Çoğu zaman onu doğrudan yiyebilirsiniz. İstisnai hâller hariç şifa bulursunuz. Buradaki hazır oluş naklin akla takaddüm etmesine benzer bir hazır oluştur. İnsan türü için hayatî olan her unsur (hava, su, güneş, toprak, bitkiler, hayvanlar…) buraya vaktiyle konmuştur, doğan her insan yavrusu bunları hazır bulur. Tabiatı hazır bulduğumuz şekliyle istimal ettiğimizde nakledilenden faydalanmış, kültive ederek ürünü çeşitlendirdiğimizde aklımızı da kullanmış oluyoruz. Yan ürün çeşitliliği arttıkça aslî unsurların görünmez oluşu insanları aklı naklin önüne koyma, evrensel tarih ile peygamberler tarihini ayrı algılama, giderek peygamberler tarihini marjinal alana itme hatasına sürüklemiştir. Bugün markete girdiğinizde gördüğünüz ürünlerin onda dokuzu nasıl hayatî değil keyfî ise kurumsal aklın geçmişi suistimal ederek türettiği tarih yorumları da o denli keyfîdir, faydasızdır. Faydasız ilimin kötülüğü başka kötülüklere benzemez, örgün eğitim yoluyla doğrudan toplumsal genetiğe hücum eder.

Çocuklara kötünün ne olduğunu bildirene kadar alnımızın damarı çatlar. Asıl kötülüğün başka kötülüklerin kapısını açan küçük hatalarla başladığını anlatabilmek ise zorun zorudur. Belli bir olgunluğa erişmeden kimse tarihten ve ahlâktan nasip alamaz. Yetişkinlik kötü şeyleri yapmamakla değil, onun neden yapılmaması gerektiğini bilmekle, yani ileriyi görebilmekle başlar. Hadiselerin ne kadar ilerisine, âhirine bakarsanız bakın görebileceğiniz en son şey ilk şey olacaktır, yani Âdem aleyhisselam. İnsanın tarihi yahut tarihin insanı… İçerimleri birbirine açılan bu kümelerin fraktal yapısı bizi aynı anda hem tarihin ötesine hem tarihin ortasına fırlatıyor. Bu diyalektik akış izdüşümsel varlığımız aslına rücu edene kadar sürecek.

Muhammed SARI (14 Rebiülâhir 1447 - 6 Ekim 2025)

KAYDEDİN, LAZIM OLUR

Her şey kaydediliyor. Galaksiler arası hareketlilikten insanlar arası ayaküstü lakırdıya kadar her şey. Tarihte bu ilk kez oluyor. Tarihe bu ilk kez oluyor. Bu sabah cep telefonumun konumu açık kalmış. Açıkta kalmışım! Demek ki uydular arka mahalledeki semt pazarına gittiğimi, sonra bütün gün evden çıkmadığımı biliyor. Ne yapacaklar bu çöp bilgiyle? “Paslı çivi de olsa atma, gün gelir lazım olur.” mantığıyla yaşayanlar soruyu yersiz bulacaktır. Fakat konumuz tedbirsizlik değil; ben aleyhimize sürekli istihbarat toplayan, fazlasıyla kanıksanmış bir tehditten şikâyet ediyorum. Stokçuluk her zaman iyi bir vurgun yoluydu ama dijital çöpçülüğün trilyonlarca dolar değerinde bir sektöre dönüşeceğini, çöpü eşeleyenlerin dünyanın en zengin ve en tehlikeli insanları olacağını söylesek kim inanırdı? “Bit” pazarına hakikaten nur yağmış.

Her şey kaydediliyor. HER ŞEY! Hasan Sabbah fedailerini ve düşmanlarını hangi sözlerle büyülemişti bilmiyoruz. Fısıldadıkları onunla beraber mezara gitti. İrem bağlarının ve sütunlarının neye benzediğini gösteren bir fotoğraf ulaşmadı elimize, meraktan ölsek de öğrenemeyeceğiz. Rasulullah bütün münafıkların ismini Huzeyfe bin Yemân’a sır olarak vermişti ama Huzeyfe sırrı öğrenmekte ısrar eden Hz. Ömer’e isimleri söylememişti. Emrin hikmeti buradaydı. Dinozorlar, mamutlar, dodo kuşları; Atlantis, Eldorado, Şambala belki hiç var olmadılar yahut hep birlikte tarihe karıştılar. İyi ki karıştılar. Bizim düştüğümüz kafese düşmekten kurtuldular. Evet, biz kendi derdimize yanalım. Yeryüzündeki canlıların hayatını bir çırpıda sonlandırabilecek türlü belayı sığınaklarda, hangarlarda, veri bankalarında, laboratuvarlarda hazır bekletiyoruz. Hiçbir şeyin geçip gitmesine, tarihe karışmasına izin vermiyoruz. Yetmiyormuş gibi, geçip gitmişleri teknoloji yardımıyla bugüne getirmeye, “canlandırmaya” çalışıyoruz. Yazılı, analog, dijital fark etmez; sorumluluğu alınmayan, sonuçları hesaplanmayan her kayıt bir lanete dönüşecektir. Bazı şeylerin unutulması, terk edilmesi, yok olması gerekir. İnsanlık bugüne kadar geldiyse biraz da gidenlerin yer açmaları sayesindedir. Fakat bugün işler bambaşka boyutlara varmış durumda: İnsan türünü sürdürmenin önündeki en büyük engelin insanın kendisi olduğu tezi işleniyor.

Geçmişin bazı büyük hadiselerine dair elimizde üç beş parça tabletten, parşömenden fazlası yokken günümüzün en küçük sokak hareketleri hakkında bile ânında dağlar kadar enformasyon üretilmesi tarihe bugünden bakmayı hiç olmadığı kadar zorlaştırıyor. Büyük veriyi anlamlandırma çabası daha büyük ve karmaşık veri yığınlarına sebep oluyor. Bilgiye kendi cinsinden bir araçla yaklaşmanın kaçınılmaz sonucu bu. Bilgi işlem araçlarıyla kayıt altına aldığımız bilgiyi yine aynı araçlar üzerinden işleyerek köpürtüyoruz. Ben nakledilen bilginin bize ulaştığı kadarını gerekli ve yeterli, ulaşma ihtimali olan kısmını emeğe ve zamana bağlı, ulaşamamış ve örtülmüş kısmını ayartıcı ve tehlikeli kabul ediyorum. Bilmemiz istenseydi bildirilirdi, bilirdik. Bilmemiz istenirse bildirilecek, bileceğiz. Fakat bir de insanın bilebilirlik sınırları içinde kalan ama girilmemesi istenen bilgi alanları var. Yasaklı ağaç misali, Hârût ile Mârût’un ilmi misali imtihanlar bu. Modern insan büyük zararlara uğrayacağı o sulara hiç düşünmeden girdi ve hâlâ o sularda ilerlemeyi görevden öte hak biliyor. Yelkenlerini kâşiflik ruhu ve definecilik anlatısının şişirdiği bu bilme biçimine mesafeliyim. 

Ben evvela bildiğimiz kadarıyla ne yaptığımızı sorgulamayı daha dürüstçe buluyorum. Müslüman zihin yapısı bildiğiyle ne yaptığının hesabını vermeden bilmeye (yığmaya) devam etmenin yıkım getireceğini iyi bilir. Bilgiyi tek yönlü, yalnızca ehlinin açıp kapaması gereken bir kapı olarak görür. İlim kapısı Müslümanlarca amacına uygun kullanılmadığı için zamanla işlevini yitirdi, duvara dönüştü. Kapının/duvarın 17. yüzyıldaki bilimsel devrim dalgasıyla ağır hasar aldığını, 20. yüzyılın medyatik kasırgasıyla tamamen kırıldığını söyleyebiliriz. Artık o kadar büyük miktarda enformasyon akışı var ki insanın bilgiyi kuşatması şimdiden imkânsız hâle geldi. İroninin büyüğü de bu noktada belirdi: “Bilmeye cüret et!” nidasıyla dogmatik uykusundan uyandığı söylenen yeni insan, kendi eliyle veriye dayalı yeni bir din, bir enformasyon teolojisi yarattı. Yapay zekâ, büyük verinin insana mahsus bilme biçimi ve hızıyla işlenemeyeceği anlaşılınca yönelinen bir fikirdi. Fikirleri korku ve hayranlık objesine dönüştürüp tanrılaştırmakta Batı'nın üstüne yoktur. Batı daima, bildiklerinin yanında bilebileceklerinin büyüklüğüyle tetiklenip kamçılanan bir topluluk oldu. Bildiklerinin ve bilebileceklerinin, bilmedikleri ve bilemeyeceklerine nazaran hiç mesabesinde kaldığını kabullenmek istemedi, “Ben ne yapıyorum?” demedi. Bilgi akışının kendisi amaç katına yükselmişti bir kere. “Ben”, “ne” ve “yapmak” arasındaki organik bağlar kopma noktasına geldi.

Yapılanlardan nakledilenler kadarını bilme işine tarih diyoruz. Tanımı gereği noksanlıklar taşıyan bir bilgi alanı. Tarih boşlukları ve parçalılıklarıyla yararlı. İnsan o boşluklara yerleşerek, o parçaları başka parçalara uyumlayarak tanıyabiliyor kendini. Tarihin içinde yaşıyoruz ve tarih içimizde yaşıyor, bu organik geçişkenlik olmadan bilincimiz gelişemez. Geçişkenlik aynı zamanda tarihçiliğin bir şuur açıklığı ve yaşantı zenginliği meselesi olduğunu, dijital enformatiğin yaptığı gibi arşivcilik ve envantercilik işi olmadığını da işaret eder. Zihnimize ne girecekse, ıttılaımıza ne arz edilecekse bunun hacim ve malzeme açısından hem parçalı hem parçalanabilir olması gerekir. Ne insana ulaşan bilgi ne de bilgiyi işleyen insan zihni yekpâredir. Her şey ama her şey parçadan ibarettir. İnsan, parçaları iyice parçalayıp sonra birleştirerek yeni parçalar üretecektir; insan türü için bundan fazlası mümkün değildir. Devraldığımız noksanı yine başka türlü noksan bırakarak göçüp gideceğiz. Tarih biraz da bunun için var. Önü arkası olan bir hayatımız olsun diye. Tarihin “noksanlık” kabulüne mukabil enformasyon teolojisi “tamamlayıcılık” saplantısıyla her detayı kaydeder, tanımlar, tasnif eder, gerektiğinde geri çağırmak üzere stoklar. Her detayı kaydedilen bir çağ hâlâ tarih biliminin konusu mudur? Geleceğin tarihçisi boşlukları yoklamakla değil enformasyon yığını arasında kendine boşluklar açmaya çalışmakla uğraşacaktır. Radyo ve televizyonlar küresel kesintisiz yayına başlandığında düşünme eyleminin alanı hiç olmadığı kadar daralmıştı. Gerçekzamanlı internet yayınıyla birlikte bildiğimiz mânâda düşünme faaliyeti bitti. Hâlbuki insanın geçmiş veya gelecek hakkında düşünebilmesi için kendiyle baş başa kalmayı bilmesi (bütünden/bugünden ayrılabilmesi ve kendini boşluğa/teorik alana çekebilmesi) şarttır. Kendiyle baş başa kalabilmek gerçekle yüzleşebilmek demektir. Biz yüzsüzleşiyoruz.

Kendiyle baş başa kalamayan, sırrını saklayamayıp büyüsünü (mahremiyetini) kaybeden, bildirimsiz ve etkileşimsiz duramayan insanların hayatı son tahlilde enformatiğin konusudur. Enformasyona karşı mitoslar çağına dönelim mi diyoruz? Hayır. Sünnet-i Seniyye sır ve mahremiyet sahibi olmanın muğlaklık ve müphemiyete cevaz vermediğini, her şeyin kaydedilip ortalığa dökülmesinin şeffaflık ve cesaret anlamına gelmediğini bize vaktiyle öğretmişti. Gerçeklik, sahicilik, dengelilik kavramları tarihte ilk ve son kez O’nun yapıp etmelerinde tam karşılığını bulmuştu. Yaşanabilirlik ve yaşatabilirlik Sünnet’in esasıdır, insanî olan bu sayede ilahî olana temas edebilmişti. İslâm’a göre bizi her ân izleyen göz aynı zamanda bizi “gözeten göz”dür. Yaşananları kesintisiz kayıt altına alanlar ise sadece tanrıcılık rolü oynuyor. Yaptıklarına “gözetlemecilik” dışında bir ad verilemez. Onlar yaşamak ve yaşatmak sanatıyla ilgilenmiyorlar. Günü geldiğinde “kayıttan oynatılan” bir dünya düzenine (sessiz kıyamete) geçme hazırlıklarıyla meşguller. İşler gide gide geri dönülmez bir noktaya mı varacak yoksa en başa mı dönecek? Kıyamet ânında cihazlar kayıtta olacak mı? Cevabım kayda geçsin: Çok merak ediyorum ama asla bilmek istemiyorum.

Muhammed SARI (8 Rebiülâhir 1447 - 30 Eylül 2025)