GIRTLAĞIMIZA SOKULAN GORDİON DÜĞÜMÜ

Gençliğimden bu yana odamın duvarlarına kimsenin, hiçbir şeyin fotoğrafını asmadım. Arkadaşlarımın duvarlarında daima birtakım askılar olurdu. Örneğin 90’lardaki her üniversiteli gibi (!) ben de cemaatin evlerinde kaldım. Sekiz ay. Bir duvarda muhakkak Gülen’in fotoğrafı, şiir posterleri olurdu. Başka eve çıktıktan sonra beraber kaldığım arkadaşlarım da odalarının duvarlarını doldurmayı severdi. Şairler, şarkıcılar, türkücüler, futbolcular, siyasetçiler, din adamları… Bense odamın düz duvarlarına baktım yıllarca. Gölge-ışık geçişlerine, sıva çatlaklarına, çivi yaralarına. Şikâyetim yoktu. Doğrudanlık ve yalınlık bana daha salim bir hâlet-i ruhiyenin eseri gibi görünüyordu. Düşüncelerimin estetize edilmiş bir figürle, bir idolün pozu üzerinden dolayımlanması hoşuma gitmiyordu. Hâlâ gitmiyor. Zaman zaman asılıp kaldırılan ucuz nesneleri saymazsak evimin duvarları boş sayılır. Bu konuda bir zevk geliştirmeyi bilinçli biçimde reddettim. Zevk-i selim söylemine sığınıp hayallere dalmaktansa hatasıyla sevabıyla salim bir hayat yaşamaya çalışmanın kusurlu güzelliğini tercih ettim.

İnsan estetik tercihlerinin milliyetine mensuptur. Bu sözün aşırı geleceğini biliyorum. Daha aşırısını söyleyeyim: İnsan tercihlerinin dinine mensuptur. Tercihimiz neyse biz oyuz. Evimizi nasıl bina ettiğimiz, içini nasıl tefriş ettiğimiz, içinde nasıl eğleştiğimiz bilinç durumumuzu birebir yansıtır. Bana göre pencerenin doğru yerde olması aynanın doğru yere konulmasına takaddüm eder. Berbat boyanmış bir duvarın şık aydınlatma cihazlarıyla güzelleşebileceği iddiasını çocukça bulurum. Evin gündelik hayatında selam ve kanaat yoksa duvara asılacak bir hat levhasıyla gökten bereket ummak bana göre değildir. Tersi de olur, neden olmasın diyenlerdenseniz içinde bulunduğunuz hazin vaziyeti görmek istemiyor, göz boyamacılığa devam edilsin istiyorsunuzdur. Aynen şöhretli isimlerin posterlerine bakarak iç geçiren, mutezil hayatlarını unutup hayallere dalmayı isteyenler gibi. İtiraf etmek gerekirse gençken o kült isimler benim de aklımdan çıkmıyordu. O kadar ki suretlerini zihnimdeki mutena mevkilerinden kaldırıp odamın duvarına asmayı o ilişkiye ihanet gibi görüyordum. Benim olan bende kalsındı. İşin bir yanı buydu. Diğer yanı ise esaslı bir soruya dayanıyordu: Acaba farkında olmadan kendime küçük ilahlar mı ediniyordum? Bu soru yıllar içinde her zerreme sindi, karakterime tedbirlilik ve mesafelilik olarak yansıdı. Derdini, davasını kendine usta, üstat, efendi bellediği o yüce figür üzerinden anlatan herkese, dolayısıyla aslında sadece o figürü anmaya (evet, zikre) dönüşen hayranlık gösterilerine karşı ihtiyatı düstur edindim. O ustayı, üstadı, efendiyi gerektiğinde en çok ben takdir ediyordum, öyleyse en keskin tekdir hakkı da benim olmalıydı ki dengemi koruyabileyim. İpotekten, el koymacılıktan, tasalluttan nefret ediyordum.

Bugünün din, sanat, siyaset, spor gibi kitleleri sürükleyen faaliyet alanları ikonik figürler, kült isimler, karizmatik liderlerin idraklere tasallutu sayesinde ayakta duruyor. Kitlelerde “o adam” olduğunuz hissini örtülü ama etkili biçimde uyandırabiliyorsanız kapılar size açılıyor. Bu tür ilişkiler tek yönlü işler. Lider açıktan bir vaadde bulunmadığı için günün sonunda kimseye borçlu değildir. Kitleler zihin odalarının kıble duvarına o liderin suretini kendileri astığı için günün sonunda kazık yeseler de alacaklı değildir. Bu sembolik saadet zinciri bir yandan beklentilerin yönetilmesi diğer yandan korkuların diri tutulması mekaniğiyle çalışır. Öyle ki bu “hayali ihracat”ın dışında kalan fikirler sönükleştirilir, kenara itilir. Gövdesinden “şöyle duvara asmalık pozlar veren bir baş çıkaramadığı” ithamıyla çoğu görüş görmezden gelinir. Bugün sahipsizliğiyle maruf Türklük fikrinin bir önderi işaret etmemesi zaaf olarak görülüyor. İdeyi billurlaştırıp müşahhas hâle getireceği ve kitleyi harekete geçireceği düşünülen karizmatik bir figürün ortada olmayışı belki de Türklük fikrini diğer ideolojilerden ayıran en önemli, en güvenilir yanıdır. Bu bakımdan hasbî bir müminler hareketi olmaya belki hepsinden fazla layıktır. Ashabın gökteki yıldızlara teşbihi salihlerin hayatına dair mühim bir işarettir. Çünkü yerden bakınca yıldızlar sayılamayacak kadar çok ve benzerdir ama yaklaştıkça her birinin kendine mahsus kıymetleri olduğu anlaşılır. Rasulullah’ın keyfiyet ve kıyafetçe sahabeden tefrik edilememesi, Raşid Halifelerin bu yolu sürdürmesi bize imam-cemaat ilişkisinin esasına dair sağlam bir senet verir. Türkler öne çıkmanın değil safa girmenin kıymetini kavradığında düşünüş ve işleyişteki çarpıklıkların çoğu kendiliğinden hâl yoluna giriverir. Safa girenlerin bir kısmı zaruret hâlinde imamlık yapacak vasfı haizse endişeye mahal yoktur, o değirmen bir şekilde dönecektir.

Modern toplumun değirmeni dikkati bozukluğa ve çirkinliğe değil lüks ve konfora, yapısal bütünlüğe değil lokal iyileştirmelere çekmek suretiyle döner. Bu görevi “dikkat çekici” figürler üstlenir. Kimi ölü kimi henüz ölmemiş bu kült isimler temsil ettikleri söylenen toplum kesimini önce bütünden ayırmaya hizmet eder. Ardından kendi kitlelerinin bazen iç konsolidasyonunda bazen dış entegrasyonunda rol alırlar. Böylece her odasının ayrı bir âlem olduğu, çatıdan ve dış duvarlardan mahrum, garabet bir ev çıkar ortaya. Dünyanın en tuhaf arabistanı... Türkiye’de halkın bir kesimi Mustafa Kemal, bir kesimi Tayyip Erdoğan, bir kesimi Abdullah Öcalan kültünden kurtulmaya çalıştığı görüntüsü vermektedir. İşin ilginç tarafı, bu halk kesimlerinin birbirleriyle tarihsel, sosyolojik, genetik kesişmeleri karmakarışık hâldedir. (Bunlara bir de yeni dönemin Abdülhamidçilerini, Envercilerini ekleyin. Yetmedi “Arap ve Alevi kesimleri temsil edecek liderler belirleyelim.” teklifini ekleyin. Hesaplar hepten karışacaktır.) “Üç benzemez”in halk nezdinde benzer eleştirilere maruz kalması da enteresan. Halka göre Türklerin başına ne geldiyse Mustafa Kemal’in İngilizlerle uzlaşmasından, Müslümanların başına ne geldiyse Tayyip Erdoğan’ın Amerikalılarla uzlaşmasından, Kürtlerin başına ne geldiyse Abdullah Öcalan’ın İngiliz-Amerikan-İsrail ekseniyle uzlaşmasından gelmiştir. Bu isimleri bu kesimlerin başlarına kim lider seçti sorusunun cevabı yok. Türkler, Müslümanlar ve Kürtler diye neden deli saçması bir tasnif yaptığımı da sormayın çünkü izahı yok. Hem bu saçmalığın sorumlusu ben değilim. Dünya tarihinde böylesi kafa karışıklığının bir örneğini daha bulamazsınız. Kafa karışıklığını kafa yorarak çözebilir miyiz? Kimileri hayır diyor. Neresinden tutsanız elinizde kalacak bir yüz yıl yaşadık ve tıkanma noktasına geldik. Gırtlağımıza sokulan bu Gordion düğümü yine kesilerek mi “halledilecek?”

Muhammed SARI (11 Rebiülevvel 1447 - 3 Eylül 2025)

ALT KAT CEMAATİ

baktım baktım da 
beğenmedim halimizi
sıkıntı

aklı toptancıda 
evdekiyle limoni 
bitse de gitsekk.. töbe
kahve dükkân ev
çarşı banka dön dolaş kahve
nere gidecekse 
töbe tabi
yani yine de 

baktım baktım da 
bakamadım artık 
kulağıma tek söz girmedi hutbede
dalıp gitmiştim 
kavisler çizerek ruhumun 
kıvranışını görüyordum kavkılar bırakıyordu 
mukavvada halıflekste
ne bu şimdi doktor ruhbilim dedikleri mi
daldım fikre dalmak aşağıyadır uçmağ yukarlarda
üst kattakiler daha mı makbul şimdi
daha mı yakın.. 
peki 

töbe 

bilemezsin ki, dinle
duaya ıığmiğnn diye sızıltılı cevap
ey müslümanlar denince mızıltıyla mukabelat
yolsuz mu halsiz mi nedir
içinden hızlı dışa doğru yavaş namaz 
telaş olmaz namazı açacaksın böyle kat 
kat yavaş lavaş 
mı yesek bu öğle.. 
töbe

cihad olsa kaçarlar diye düşünme
en bol sadaka bu kattan gelir
muhtemelen son sünnetin kefareti
yahut özür beyanı olarak 
rabblerine

VURUŞMASIZ DURUŞMALAR

Vuruşmalar durdu, duruşmalar dönemindeyiz. “Mahkeme etmek”in uydurukçadaki karşılığı anlamında değil, taraflar bir masanın etrafında öylece oturup duruyorlar manasında. Durup bekliyorlar. Komisyon safhasındayız. İş aracılara devredilmiş görünüyor. Böyle söyleyince sanki iş önceden asıl sahiplerince ele alınıyormuş intibaı uyanıyor. Hayır, işin asıl sahiplerini hiç göremedik. PKK hep bir vekâlet savaşı yürüttü. Fakat vekâlet savaşı başlatılan süreç üzerinden aslî savaş statüsüne yükseltilmeye, en azından uluslararası kamuoyunda bu algının yerleşmesine çalışılıyor. Yani PKK ne için kurulduysa o işi yapmaya devam ediyor. Acaba diyor insan Türkiye Cumhuriyeti de vekâlet savaşı mı yürütüyordu? Soruyu tersyüz edelim: Türkiye Cumhuriyeti kendini ve bizi temsil edebiliyor mu?

Vuruşurken düşünmezsin, fakat dururken insanın aklına türlü şey geliyor. Mesela Körfez Savaşları’nın ve Arap Baharı’nın sebep olduğu otorite boşluğu ilk günden beri Mîsâk-ı Millî haritasını getiriyor akıllara. Mîsâk-ı Millî’nin güney sınırları Batı’nın Kürt nüfusu sıkıştırıp tampon bölge oluşturduğu topraklara tekabül ediyor. Bir zamanların proto-İsrail topraklarına. Bu tamponun aradan kaldırılma, tarihin bu kaçınılmaz çağrısının karşılık bulma ihtimali (bu ihtimal çok çok zayıf da olsa) ufukta görünür gibi olduğu an 7 Ekim’e göz yumularak Gazze yok edildi, Suriye rejimi ve askerî alt yapısı imha edildi, Lübnan Hizbullah’ı pasifize edildi, İran’ın stratejik isim ve kurumları vuruldu, Körfez sermayesinin sisteme bağlılıkları pekiştirildi. Uluslararası politikanın yazılı olmayan bir ilkesidir: Türkiye’ye yarım adım attırmamak için on adım atmak zorundasın. Türkiye’nin yarım adımı muarızlarının on adımına bedel bir tarihsel çarpan gücü taşır. Öcalan bunu göremeyecek biri değil. Hemen tutumunu değiştirdi, Mîsâk-ı Millî’nin güneyi için komisyoncu rolünü üstlendi. İsrail köleleştireceğine kardeşlerinize siz sahip çıkın argümanıyla gurur okşayıcı sözler söyledi. Irak’tan yıllar sonra İran ve Suriye’de de yeni şartlar oluşunca gecikmeden Türkiye’ye teklifini yaptı. Fakat önceki temas girişimlerinde olduğu gibi teklifin kendisinden gelmesi müzakerede düşük bir pozisyon anlamına geleceği ve güvenlik bürokrasisinden veto yeme ihtimali yüksek olduğu için teklifin reddedilemeyecek bir yerden, içeriden ve en tepeden gelmesi gerekiyordu. Bu görevi çeyrek asırdır yaptığı gibi Bahçeli üstlendi. Böylece PKK üst perdeden, kuyruğunu dik tutan bir üslûpla, “eşitler olarak” konuşabilme fırsatı buldu. Gelinen noktada PKK bir anlaşma koparsa da masadan kalksa da artık taraf kabul edildiğini ve örgüt içi emir-komuta zincirinin hâlâ çalıştığını dünyaya göstermenin psikolojik üstünlüğünü kazandı. Eksiden artıya bir çırpıda geçmiş oldular.

Yarım asırlık çatışmanın sonunda büyük devletler için köleleştirilmeye hazır milyonlarca Kürt yaratıldığını en iyi Öcalan biliyor. Hareketin köleleşmeye ve özyıkıma gittiği ta 90’larda görüldü. “Dörde bölünmüş coğrafya”nın bir propaganda retoriğinden öteye gidemeyeceği, Batı’nın buraları Kürtlere “yedirmeyeceği” görüldü. O yüzden PKK’nın Türkiye’deki yeni stratejisi “sistem içinde anayasal teminat kazanmak” olarak belirlendi. PKK, İsrail’in doğrudan kölesi olma tehlikesini bize Türkiye’nin kardeşi olmak şeklinde pazarlayabildi. “Süreç” belli ki birilerinin son şansı. Tarihe adını “katil” değil “havari” olarak yazdırabilmek için. Fakat bu, Türkiye Cumhuriyeti’nin son şansı olabillir mi? İlki sonu bir yana, Türkiye’nin öteden beri tek şansı vardı ve hâlâ var: Devlet-millet bütünleşmesinden doğacak kuvvet. Devlet içinde bir kliğin öbürünü bertaraf ederek ilerlediği hiçbir seçenek Türk milletinin lehine olmayacak. Millet içindeki kimlik karmaşasının çoğulculuk olarak sunulduğu hiçbir seçenek Türk devletinin lehine olmayacak. Bütünleşmesi gereken iki unsur evvela kendi içinde parçalı görünüm arz ediyor. Yapı parçalı olmasaydı PKK devletin bir kesimiyle, devlet de PKK’nın bir kesimiyle görüşemezdi. Parçalılık görüşmeyi mümkün kılıyor, ama görüşmelerde bütüncül kararlar alınmasını da engelliyor. İlginçtir, bütünleşme fikrinden ısrarla bahsedenler yalnızca Bahçeli ve Öcalan. Yılların etnik politika güdücüleri “sosyal ve siyasal entegrasyon” fikrinde buluşmuş görünüyor. Sadece bu gösterge bile ispat ediyor ki Türkiye hakkındaki kararlar gündelik siyasî aktörlerin elinin ve aklının ermediği bir bölgede alınıyor. Bu gerçeği dikkate almadan üretilen bütün enformasyonun temelsizliği de acıklı biçimde ortaya çıkıyor.

Buraya kadar söylediklerim ne “vuralım” demeye yorulabilir ne “duralım” demeye. İtirazımız kavram ve kimliklerin baştan iğdiş edilmesine, manzaranın bizim irademizle şekillenmeyişine. Savaştırıldık ve barıştırılıyoruz! Bu kadar. Şuursuzca savaştırılmak bir bela, onursuzca barıştırılmak başka bir bela, barıştırılamayacaksa eskisinden daha çaresizce savaştırılmak tehdidi bambaşka bir bela. Savaşın ve barışın ne olduğunu bilmiyoruz; çünkü kendimizin kim olduğunu bilememekten dolayı dost ve düşman tanımlarımızı yapamadık. Kim olduğunu bilmeyen dostunu düşmanını tanı(mla)yabilir mi? Ne için savaştığını bilmeyen ne için barıştığını bilebilir mi? Gerekçesizlik sadece argümanlarımızın içini değil varlığımızın içini de boşaltıyor. Gerekçelerimizi açık seçik bilmek zorundayız, tepedeki adamdan sokaktaki adama kadar. Bahçeli bu süreci öyle tepeden inme, damdan düşme tarzda başlattı ki istenen neticenin alınamaması için bu dayatmacı tavır bile yeter. Acaba bunu mu istiyor? Öcalan açısından sürecin nasıl başladığı pek fark etmiyor, başlamış olması bir kazanç. Şayet süreç istedikleri gibi neticelenmezse PKK yine en iyi bildiği işe, taşeron cinayetlere geri döneceğini zaten açıkça söylüyor. İtildiğimiz yer açık: Anayasal ve etnik milliyetçiler tarihimize bulaştırdıkları pislikleri temizlemek yerine bizi gelecekteki daha büyük bir pislikten kurtardıklarına inandırmak istiyorlar.

Yakın tarihimizde tek bir siyasî karar yoktur ki dışarıdan dayatma, tepeden inme olmasın. Bu yüzden Türk siyasetçisinin baskın karakteri “tabansızlık”tır. Başımızdakiler başımıza iş açar ve ortalıktan toz olurlar. Tabansızlar yüzünden olan tabandakilere olur, onların feraset ve fedakârlığına kalır iş. Öyleyse ferasetsiz feda oluşlardan ve fedakârlığa yanaşmayanların ferasetli pozlarından uzak duralım. İlk elde, fizik ve metafizik anlamda sınır kavramını yeniden ele almalıyız. Sınırların belliyse onu savunmanın yordamına kafa yorarsın. Yordamın temel ilkesi bellidir: Sınırlarını savunmaya sınırlarının ötesinden başlarsın. Ayakların sınır çizgisinde olsa da gözlerin ufuk çizgisinde olmak zorunda. Gerektiğinde ufuk çizgisine de ayak basmaya hazır olmalısın. Hatay’ın korumasını Mekke-Medine’den, İstanbul’un korumasını New York’tan Brüksel’den başlatmak zorundasın. Bütün kavgaların, didinmelerin, polemiklerin ötesinde sarsılmaz bir iman varsa onun uğruna çekilen çileler güzeldir. Dünyayı cennete çevirmeye gelmedik ama cehenneme çevirmeye çalışanların tepesine binmek vazifemiz. Vatanımız bizim için cennet-âsâ da olsa hepimiz ölünce cennet-mekân olmak, daha doğrusu Cennet-Vatan’a uçmak için yaşıyoruz. İçimizde Cennet-Vatan özlemi, karşımızda çölleşen yeryüzü... Çölleşme yayılmacıdır. Sınırı namus bilmediğinde seni istila eder. İşte siyasetle ilgilenmemizin itikaden en yalın gerekçesi.

Muhammed SARI (2 Rebiülevvel 1447 - 25 Ağustos 2025)

SAKARYA’YI SARAKAYA ALANLAR

Türkçede “Alavere dalavere, Kürt Memet nöbete!” diye bir söz var. Hakiki bir söz. Yaşanmış bir söz. Yaşadığım bir söz. Çünkü hem Kürt’üm hem adım Memet. İrili ufaklı birçok dalavereyle karşılaştım evet. Fakat ben başıma gelenleri diğer Memetlerden farklı okudum. Maceram görünüşte diğerlerinin tıpatıp aynıydı. Ortada gerçekten de fasılasız alavere dalavere dönüyordu ve ben sürekli nöbetteydim. Eğlence ve kahkaha sesleri benden hep uzaktaydı. Karanlık nöbet kulübesinden uzaktaki aydınlık ve şen şakrak pencereleri geceler boyu seyrettim. Buraya kadarki aynılığa bakıp hem beni nöbete gönderenler hem de zırt pırt nöbete gönderildiğimi görenler diyordu ki: “Bak gördün mü, Kürt olmasaydın başına bunlar gelmeyecekti, sıcak yatağından çıkmak zorunda kalmayacaktın.” Hayatı birilerinin başka birilerini itip çekiştirmesinden ibaret bir mekanizma gibi görenler hayatın akışına tesir meyanında insanın öz yönelimlerini, iç dinamiklerini hesaba katmazlar. Allah’ın hikmetini ise hiç! Zahire bakar onlar: “Saat gecenin üçü mü? Üçü!.. Nöbette misin? Nöbettesin!.. Demek ki Kürtsün! Kürt değilsen bile Kürtsün! Her gece bu saatte buraya dikildiğine göre…”

Elini ve zihnini meşgul etmeyi seven biri olarak evdeki, işteki, sokaktaki, camideki, okuldaki atalet, yönsüzlük, boşvermişlik hâli beni hep endişelendirmiştir. Aynı hâli yirmili yaşlarımda kışlada da görünce şafak attı. Birkaç asalet ve derinlik sahibi çocuğu istisna tutarsak koğuştaki laubalilik, lakaytlık, laçkalık bana müthiş rahatsızlık veriyordu. Şayet insanların en küçük fırsatta bile vazifeden kaytardıklarını bilmeseydim, menfaat kaygısıyla dost-düşman olduklarını görmeseydim ve nöbetlerin nasıl savsaklandığını işitmeseydim belki koğuşun keyfini ben de biraz çıkarabilirdim. En azından başımı yastığa tasasız koyabilirdim. Ama nerde…! Baktım içeride bana huzur yok, kendimi usulünce dışarı attırmanın yolunu aradım. Aradım ve buldum: Gündüzleri arazi, geceleri nöbet… Ertesi gün uykusuzluktan harap olsam da bilhassa birçok gece nöbetini kendime yazdıran bendim. Başlarda “Hoca sana ayıp oluyor, komutana söyle adil davransın.” diyenlerin bakışları durumu fark ettiklerinde değişmeye başlamıştı. Adam bizden kaçmak için kendine nöbet yazdırıyor diye fısıldaştıklarını duydum. Bu benim erat gözünde Kürt olmadığımın (sayılmadığımın) açık ispatıydı. Numara çevrilerek gönderilenlerden olsaydım nöbeti muhakkak ben de savsaklardım. Aksine, nöbetlerde uyumuyor, mahalli (şiddetli manevî ikaz aldığım tek gece hariç!) terk etmiyor, ayakta duruyordum. Övünmüyorum, çünkü bunu borç biliyordum, size de tahdis-i nimet olur ümidiyle naklediyorum zaten. Durumu sezen bir rütbeli “Hoca bizi beğenmiyorsa gitsin kurtla kuşla arkadaşlık etsin!” deyip angarya işleri arttırmıştı. Son ay tuttuğum nöbetlere artık Kürtlüğümden değil Memetliğimden dolayı gönderildiğim iyiden iyiye belli edildi. Çünkü komutanın “hoca!” hitabının başlardaki anlamı öğretmenlikle alakalıyken askerliğin sonuna doğru “sofu!” tınısı kazanmıştı. Öyle ki benle gece üç nöbeti tutacak PKK sempatizanı Kürt çocuk da huzursuz olmuş, “badi” olarak yerine başkasını yazdırmıştı. Tuhaflıklar hep böyle yaşanageldi, görünen o ki yakın gelecekte de böyle olacak. Aleyhime çevrilen dolap Kürt olduğum için değil Memet olduğum içindi. Bunu fark ettiğinde bilincimin üzerindeki zarlardan ilki yırtılmıştı. “Memet” sistemin içinde yönetilemez olanların ortak adıydı.

Bütün bunlar yaşanırken bir yandan da nöbet kulübemden ilişkileri gözlemlemeye devam ediyordum. Dikkatimi çeken ikinci husus şu idi: Dalavereci zorbalarla bizim Kürt Memetler gayet sıkı fıkıydılar. Ricalar emir telakki ediliyor, emirler rica tonunda telkin ediliyordu. Handiyse aralarından su sızmıyor, yedik içtikleri ayrı gitmiyordu. İlginçti ama şaşırtıcı değildi, hiç değildi. İnsan doğası böyledir, insanlık tarihi yaltaklanmanın sayısız örnekleriyle doludur. Elbette aralarındaki şeye “ilişki” demeye bin şahit lazım. “İliştiri” demek daha isabetli olur. Özünde köle-efendi ikiliğinin sürdüğü fakat gelişen yeni şartlar gereği “eşitler olarak takılmaları”nın ikisinin de faydasına olduğu bir geçiş sürecinden bahsediyoruz çünkü. Gerçek ilişkinin mümkün olmadığı menfaat iliştirisi sürecinden. Nasıl olsa “benim gibiler” gidici, onlar kalıcıydı. Geçinmenin bir yolunu bulmaları gerekiyordu. Türkiye’de Kürt Memet’in dalavereyle nöbete gönderildiği hakikat olsa bile bu gönderenlerden evvel Kürt Memet’in menfaat dilenen düşük tutumu yüzündendir, suç evvela Kürt Memet’indir. Dalavereciler ise hem dün ezdikleri insanlara bugün ağam paşam muamelesi çektikleri için ve haklı ikazlarıma “Vatan-millet-Sakarya edebiyatı yapma!” diye karşılık verdikleri için iki kat cezaya müstahaktır. Menfaat kaygısı onuru öyle acıklı biçimde çiğner, omurgayı öyle feci surette çarpıtır ki bir anda efendiyi kölesinin kölesi, köleyi efendisinin efendisi konumuna getirebilir. Bazen tarihte gerçekten böyle yer değişimleri yaşanır ama genellikle ayı-dayı fıkrasındaki gibi mecburiyetlerle değişen roller köprüyü geçtikten sonra eski hâline, belki eskisinden daha şiddetli biçimde döner. Ne zaman ki hoşafın yağı kesilmeye başlar ahbap çavuşlar arasındaki “iliştiri” de çözülmeye başlar. Sıkı fıkı görünen ilişkinin kurusıkı olduğu anlaşılır.

Uzak ve karanlık nöbet kulübesinden gözlemleme fırsatı bulduğum üçüncü gerçek ise şuydu: Olan hep bağımsız karaktere olur. Dengeler icabı! Memetlik rütbesinin bedelidir bu. Eski köle-efendi ilişkisini onaylamayan yeni “sıkı fıkı” ilişkisinden de dışlanır. İstemeyen adam bütün zaaflarına, kusurlarına, hatalarına rağmen kriz anında öz kararlılığını dışavurmuş olandır, haysiyetini kaybetmediğini izhar edendir. Kamuslar haysiyet kelimesinin “yerlilik ve yönlülük” zarflarıyla irtibatlı olduğunu haber veriyor. Haysiyetimiz yerimizin yönümüzün belliliğindedir. Yerim nöbet mahalli, yönüm müminlerin kıblesi. Bu benim seçimim diyen öyle veya böyle kazanmıştır. Şerefim ve itibarım bundadır diyen kazanmıştır. Alaya vereye bulaşmayana karşı çevrilen dalavere sürekli de olsa tesirsizdir, korkmayın. Hayatta her işin bir haysiyet bir de menfaat tarafı var. Haysiyetle menfaat ayırıldığında bir toplumun başına gelebilecek en büyük bela gelmiş sayılır. Böyle bir durumda kişi tercihini menfaatten yana yaparsa iki kat kötülük işlemiş olur. En büyük iyilik haysiyetle menfaatin bitişikliğindedir elbet; fakat bu ikisi bir şekilde ayırılmışsa kişi haysiyeti seçmeye çalışmalıdır. Haysiyeti seçebilmek bizatihi menfaattir; başka beklenti içerisine girilmez, kullardan aferin beklenmez. Evde, işte, okulda, kışlada hep bu duyguyla hareket etmeye çalıştım. Nefsim yarım parmak daha ağır bassa belki kaçardım ama askere Sakarya Meydan Muharebesi’nin hatırına gittim. Haysiyetli adam meydanda yaşar, muharebede ölür. Menfaatçiyse ömrünü Sakarya’yı gizlice sarakaya alarak çürütür ve necis bedeni sonunda Sekar’a yuvarlanır.

Muhammed SARI (25 Safer 1447 - 19 Ağustos 2025)

CELİLE GÖLÜ KURUDU, GALİLE DENİZİ KAYNIYOR

Atlasları getirin! Tarih atlaslarını! 
En geniş zamanlı bir şiir yazacağız
Ece Ayhan

Geçen hafta ekranlara Fırat nehrinin kuruduğu ve tabanında altın bulunduğu haberleri yansıdı. Bu tür haberleri daha önce de duymuştuk, fakat insanız, kayıtsız kalamıyoruz. Özellikle de meşhur hadisin bu kez tahakkuk edip etmediğinin merakı ve endişesiyle. Sanırım benim gibi meraklı insanlar sayesinde haber siteleri ekstradan birkaç milyar tık alarak altını bulan asıl taraf oldu. Çünkü haber yalanlandı, çıkan madenin altın olmadığı söylendi. Haberin etkisi çabuk sönümlense de benim dikkatimi okur yorumları çekmişti. Konu altın olunca mı yoksa hadisten dolayı mı bilinmez ama her türden yoruma rastlamak mümkündü. Batılıların altınları kimseye kaptırmayacağını, söylenti doğruysa Suriye’nin asıl şimdi yandığını yazanlar vardı. İsrail çoktan olay yerine varmıştır diyenleri, o altınlarda Türkiye’nin herkesten çok hakkı olduğunu söyleyenleri de gördüm. Epey okudum. Gazzeliler açlıktan kırılıp bir avuç un için katledilirken altına hücum eden Suriyelileri kınayan yorumlara geldiğimde artık merak yerini utanca bırakmıştı. Bir yanda bir avuç un diğer yanda bir avuç altın… 

Altını tenekeye, unu kana çevirecek kadar güçlü tek simya utançtır. Bu duyguyla baş edemeyeceğimi anlayınca kendimi haritalara vurdum. (Çocukken de böyleydim. Ödev yapmak istemediğimde saatlerce atlas karıştırırdım.) Bulabildiğim bütün dijital haritalardan, uydu görüntülerinden, uçaktan çekilmiş askerî fotoğraflardan Ortadoğu denen yerin dağını taşını uzun uzun seyredip durdum. Ve sonunda bir şey buldum! Bir şey aramıyordum ama buldum. İnternet biraz böyle bir mecradır zaten. Haritada “Sea of Galilee” isimini görünce çağrışımlar ardı ardına geldi. Asıl adı Emrullah İlhan Birsen olan meşhur şair İlhan Berk’in modern şiirimizin dönüm noktalarından biri sayılan "Galile Denizi" (1958) kitabının adı oradan geliyordu. Celile Gölü veya Taberiye Gölü dediğimiz yerden. Zaten bildiğiniz bir şeyi bambaşka bir bağlamda yeniden anlamlandırmak zihni canlandırıyor gerçekten. İbranî ve Hıristiyan tarihinin kırılma noktasıydı burası. Onların kaynaklarına göre İsa’nın tebliğe başladığı, havarilerini seçtiği, mucizeler gösterdiği ve dirildikten sonra son kez görüldüğü yer Galile Denizi kıyılarıydı. Cumhuriyet sonrasının edebiyatında ve siyasetinde Kudüs’ün bir haber değeri bile yoktu. 1948’ten sonra ise uzun süre “dış işleri sorunu” muamelesi gördü. Buna rağmen İkinci Yeni’nin öncüsü sayılan isimlerden biri tutup şiirimizin orta yerine Celile kasabasının hikâyesini getirivermişti. “Yeni İnsan”ı yeni bir sözle anlatmak gerektiğini söyleyen şairimiz kendine yeni bir “origin” bulmuştu. Ama bir terslik vardı. Şair aynaya bakıp kendine sesleniyordu: “Ecce homo!”

İlhan Berk elbette hiçbir zaman bir dünya görüşüne bağlanabilecek şairlerden olmadı. 1958 tarihli "Galile Denizi" eleştirmenlerce uzun süre bir ilginçlik, bir deformasyon deneyi olarak algılandı. Sonraki kitaplarında da “tarihsel biçimleri özlerinden boşaltıp yeni estetik bağlamlarda kullanma” tavrını sürdürdü şair. Ebu Hanife, Kubilay Han, Saint Antoine, Sait Faik hatta kendisi bile bir şiir kişisinden ibaretti onun için. Kullanıp geçiyordu. İlhan Berk her çiçekten bal alırdı, çiçekle ve balla ilgilenmeksizin. Ne ki İbranî-Hıristiyan kültürüne dair göndermelerinin yoğunluğu ve kritikliği diğer kültürel dikkatlere oranla çok ilerideydi. Bunun birçok açıklaması olabilir. Kendisinin de kabul ettiği evrensel panthéona girme isteği, ölçüsüz iştah, deney merakı… gibi açıklamalardan birini seçebilirsiniz. Bizce meseleye daha geniş bakmak, yani meseleyi "Galile Denizi"yle sınırlamamak gerekiyor. Türkiye Cumhuriyeti denen yapının kuruluşundan itibaren gelen İbranî-Hıristiyan etkilerin kendini 40’lı yıllarda ilk kez açıkça gösterdiğini, bu etkinin 60’ların sonunda zirveye ulaştığını düşünmek için birçok sebep var. 

Sadece savaşların değil modern şiirimizin de başladığı yer Ortadoğu’dur diyebilir miyiz? Bu adlandırmayı doğru, bu coğrafyayı bizim dışımızda bir yer olarak kabul ediyorsak evet modern şiirimizin de oryantalist bir temeli olduğunu söylememiz gerekir. Şayet adlandırma yanlıştır ve o topraklar bizimdir diyorsak modern şiirimizin oldukça politik bir damardan doğduğunu kabul etmiş oluruz. Vakıalar her zaman kabullerimizin üzerindedir ve kabullerimizden daha karmaşıktır. Hele konu Türk şiiri ve Türk siyasetiyse çok düşünüp az söylemek en hayırlısı olabilir. Bugünün şairi ve siyasetçisinin hayırdan pek nasibi yokmuş gibi görünüyor. Gazze ve Batı Şeria (ki ikincisi yokmuş gibi davranılır) konusunda yazar çizerlerin, hassaten şairlerin içinde bulundukları şuursuzluk yüz kızartıcı. İlk ve en sahici duruşu sergilemeleri gerekirken “farkındalık” eylemleriyle ilk uyutulanlar şairler oluyor. Türk şairi asılsız ve astarsız işlerin parçası olmadığı kadar Türk şairidir. Şunu diyebilirsiniz: Şairler siyaset bahsinde ilk kez feci vaziyete düşmüyor. Doğrudur. Fakat tarih boyunca şiirde yol başlarını tutanlar politikasıyla poetikasını birbirinden ayırt edemeyeceğimiz şairlerdir. Hiza buradan alınır. Kendini politik görünmeye zorlayan şair çehresine fiyakalı bir astar çektirme peşine düşmüştür. Kendini politikadan soyutlayan şair daha esaslı işlerle uğraştığını zannederken asılsız kalma riskiyle karşı karşıya kalmıştır. 

Estetik beğeninin sınırını varoluşsal kabullerden ayırmak da mümkün değil ikisini birbirine eşitlemek de. Edebiyatı, hassaten şiiri siyasetin gölgesinde okumak bize yarardan çok zarar getirecektir. Eşitlemeden ve birini diğerinin kuyruğuna takmadan, bıçağı kemiğe de deriye de vurmadan ilerlemek zorundayız. “Galile Denizi” ismi sanat-siyaset-din katmanlarının üst üste binmesi sebebiyle bize bu hareket kolaylığını sağlıyor. Öyleyse İsrail’in Gazze’yi yok etme harekâtıyla tekrar rağbet gören “teopolitik” tabirini de kullanarak, aşağıdaki soruları ve daha nicelerini kapsayacak şekilde bakış açımızı genişleterek soralım: İlhan Berk’in İncil’i okuyunca “dünyaya ilk geliyormuşum gibi oldu” deyip "Galile Denizi"ni İncil üzerine kurması; kendine “cumhuriyetin ilk Hıristiyan şairi” diyen Ece Ayhan’ın “Kudüs farelerinden, gizli yahudiden, ortodoksluklardan” bahsettiği için statüko gözünde heterodoks ilan edilmekten kurtulamayışı; Turgut Uyar’ın modernliğe gözünü Tevrat tercümeleriyle açması; Edip Cansever’in yabancılaşmış, materyalist görünümlü ve negatif yüklü (“Çağrılmayan Yakup”) Eski Ahit ilahiyatı varyasyonları; Cemal Süreya’nın “Afrika dahil” diyerek din, coğrafya ve politikayı bedenleştirme eğilimi; Sezai Karakoç’un önceleri kendisinin de kullandığı İsevî tonu sonra Hızır ve Taha motiflerine dönüştürmesi; nihayet İsmet Özel’in yirminci asrın sonlarında “Of Not Being a Jew” üst başlığıyla bu yekûna bir çizgi çekmesi bizi nereden nereye getirdi? Bu şairlerden bazılarının ve daha birçok edebiyatçının Yahudi sermayesinden ödül alması kimseyi işkillendirdi mi? Modern Türk şairleri ülkelerindeki İbranî-Hıristiyan tahakkümü karşısında hangi tutumu takınmışlardı?

Sorular çok, cevaplar uzun. Kimse böylesi bir yükün altına girmek istemediği için tartışmalar bir noktadan sonra yer altına iniyor, apaçık vakıalar sis perdesinin arkasında kayboluyor. Türkiye Cumhuriyeti kuruluşu, seyri ve geldiği nokta itibariyle tepeden tırnağa bir muamma görüntüsü veriyor. “Muamma” çünkü gerçekleri gözümüzle görüp onlara elimizle dokunabilecek bir durumda değiliz. Baş aşağıyız ve gözlerimiz kapalı. Her şey göz önünde cereyan etse de göremiyoruz, çünkü gözümüzü sımsıkı kapatmak konusunda ihtar edildik. Gözümüzü gizlice açar gibi olsak bile sahneyi doğru algılayamıyoruz, çünkü her şey tepetaklak görünüyor. Seslerini ve kokularını alıyoruz ama onlara bakmamız ve dokunmamız yasak. “Hâlâ” yasak değil, “eskisinden daha şiddetli biçimde” yasak.

Muhammed SARI (16 Safer 1447 - 10 Ağustos 2025)

TIFIL MÜTEŞÂİRLER yahut YAZ AKŞAMLARI PENCEREYİ AÇMAK NE MÜMKÜN!

Hicrî takvime göre 46 yaşımı doldurmak üzereyim. Ne birilerine laf atmaya hevesli çağımdayım ne kıçına şortunu çekmiş albay emeklisi havalarında âleme nizam verme niyetim var. Zamanımın ve mekânımın ayırdındayım. Biliyorum. Zaman hodbinliğin zamanıdır, mekân nobranların mekânı olmuştur. Farkındayım. Kadının körüklenip azdırılması suretiyle iğfali, erkeğin baskılanıp ehlileştirilmesi yoluyla iğdişi son sürat devam etmektedir. Fakat bütün bunlar benim için mazeret yerine geçmedi. Örneğin senelerce yanı başımızdaki parkta gece yarılarına kadar süren hırgüre tahammül etmemi kolaylaştırmadı. Evet, on yıl semt parkının bitişiğinde oturdum. Sık sık bıçaklı kavgalar olurdu, kamışına yeni su yürümüş oğlanlarla kızışmış el kadar kızlar en az elli dairenin görebildiği çimenliklerde yapacaklarını yapardı, grup hâlinde gelenler ana bacı söverek birbirlerine abuk sabuk, çoğu da kolpa hikâyeler anlatırlardı ve daha neler neler. Mahallelinin şikâyetiyle polis bazen şöyle bir kolaçana gelir, “genşler biraz sessiz olalım” yollu göstermelik ikazdan sonra çekip giderdi. Polis gidince şamata kaldığı yerden devam… Ta ki civardan biri artık delirip parktaki veletlerin arasına dalana kadar!

Fakat dikkatimi çeken başka bir şey daha vardı: “Genşlerin” playlistleri. Listemiz, nasıl diyelim, epey “çoğulcu ve eklektik” bir zevkin ürünüydü! Sibel can çakmak çakmak (cumartesi koğuş kalk şarkısıydı, nefret ederim), gazapizm, ezhel, şemame, mabel matiz, cengiz kurtoğlu, cem adrian, tarkan kuzu kuzu (gece nöbetine kalkış şarkısıydı, buna nefretim bambaşkadır), onuncu yıl marşı, cimilli ibo, diğer ibo, mariah carey, halimem yandan, neşet ertaş, tekno dımtıslar, dengbejler, manuş baba, elektro bağlamalı yılışık işler, trakya karşılamaları, kanye west, göğebakan veya kekilli, kuzeyin oğlu, doksanlar poptan birileri, yeni türkü, ahmet kaya, duman, “madafaka”lı anonim tas kafa hırıltıları… Hangi kafayla hazırlandığını çok merak ettiğim bu listenin sebep olduğu kulak fesadından uzun süre muzdarip oldum. Abarttığımı düşünenler için gösterebileceğim tek kanıt kendi semt parkları, okumuş taife için ise yirmili yaşlarının başlarındaki tıfıl müteşairlerin kitaplarıyla doldurduğu edebiyat alanı olacak. Yine de bu isimlerin günahı yok, samimiyetle söylüyorum. Parktaki serserilere ve tıfıl müteşairlere kızsam da aslında içten içe üzülüyorum. Serseri ve müteşairlerin yayınları, yani etrafa yaydıkları şeyler vaktiyle etraftan onlara yayılmış şeylerden ibaret. Anksiyete ve bipolar nöbetlerinin, duygusal doyumsuzluğun, düşünsel yönsüzlüğün kaçınılmaz sonuçları. Yani sorun polisiye değil kültüreldi. Bilhassa şehir kültürüydü.

Kültürün en rafine ürünü şiirse en somut görünümü de şehirdir. İlk ciddi şiirlerimi Erzurum'da yazmış olmak İstanbul'da doğup büyüyen biri olarak bana önceleri garip gelirdi ama şimdi iyi ki öyle olmuş diyorum. 90’ların sonundaki İstanbul bir şiiri sürdürmek için uygun bir şehir olabilirdi ama şiire başlamak isteyen genç biri için hiç elverişli değildi. Her şeyden evvel şehrin ve ülkenin tek gündemi siyasetin, ekonominin ve depremin geride bıraktığı sahipsizlik ve yıkımdı. Hayata şehrin hangi kapısından geçerek, hangi penceresinden bakarak varacaktım? Hepsi yıkılmıştı. İçimizde pop, caz, alaturka bütün müziklerin sesi kesilmişti; sadece deprem uğultusu ve protesto gürültüsü duyuluyordu. Aile evinde kendimle başbaşa kalabileceğim bir odacık bile yoktu. Evin dışı yıkıntı ve korkuyla, içi sıkıntı ve kaygıyla doluydu. Şiire başlamak isteyen genç biri için şartlar müsait değildi. Hangi şiire başlamak için?

Kul olarak karşısında olduğumuz imtihanlar ne kadar apaçıksa insan olarak içinde bulunduğunuz durumlar o kadar karmaşık. Benim için şiir bu ince çizgideki gelgitte var oluyor. Geliş ve gidiş arasındaki o boşlukta. Erzurum bana aradığım boşluğu verdi. Kara kara evden ayrılma planları kurarken birden üniversite kazanma piyangosuyla şehirden ayrılmanın bütün yaralara merhem olacağını nereden bilebilirdim? Boşluğu ilk kez Erzurum’da tattım, hatta boşverebilmeyi orada öğrendim. İstanbul’daki hayatım şiirin içeri girmesine izin vermeyecek kadar sıkış tıkıştı. Kendimi boşluğa attım, nefese almaya başladım. İlk özgür nefeslerin verdiği ciğer sızısını ve baş dönmesini hâlâ hatırlarım. Filozofun özgürlük ile baş dönmesi arasında kurduğu bağ isabetliydi. Ne var ki ailenin, şehrin, kültürün baskısından kurtulmak şiir yolunun ilk basamağıymış. Sadece teşâur ediyormuşum. Kendime alan açmayı bilmek kadar o alanı neyle dolduracağını bilmek de gerekiyormuş. İçini bir amaç ve eylemle doldurmadığınız her boşluk ya başıboş düşüncelerle ya da boşunalık duygusuyla dolar. İstemediğim, bilmediğim yeni duygularla, düşüncelerle doluyordum. Bir yandan İstanbul’dan kalan yükleri atarken diğer yandan İstanbul’da olmamanın yüklerini sırtlanmak tehlikesi belirmişti. Kalabalığın ezalarından kaçıp yalnızlığın belalarına tutulmuştum. Şiire başlamama vesile olan ortam birden şiire engel olmaya başlamıştı. Anadolu mayasının nadiren pırıldayan safveti dışında gördüğüm hep soğuk, kar, yalnızlık ve yoksulluktu. Yıllarca masallarını dinlediğim insanlar, mekânlar hızla anlamsızlaşıyordu. Birkaç ay içinde ya şiir ya Erzurum diyecek raddeye gelmiştim. Bana kilometrelerce boş alan açan bu yayla şehri ben farkında olmadan içimi boşaltmış gibiydi. Sonra birden anladım ki şehir beslenmiyordu! Ne tarihten ne edebiyattan ne paradan ne tabiattan faydalanabiliyordu. Beslenmediği için kendi insanını beslemiyordu, besleyemiyordu. Erzurumlu gençlerin neden memurluk veya hovardalık dışında bir hayat tarzı geliştiremediklerini, neden mahallî folklor veya muhafazakâr kitsch ötesinde bir sanat zevki edinemediklerini o zaman daha iyi anladım. Boşluk anlamla dolmuştu nihayet. En azından benim için.

Üzerinden 25 sene geçen bu küçürek hikâyenin ana fikrini bugün bütün Türk edebiyatına ve Türkiye’deki hayat tarzına teşmil edebiliriz. Akıl ve ruh felcinin yansıması olmayan, muhataplarını kulak ve göz fesadına uğratmayan bir sanat ve hayat yolu bulmak zorundayız. Omuzlarında böyle bir yükün ağırlığını hissedenimiz var mı? Genç müteşâirleri geçtim, adı şaire çıkmış, yaşını başını almış kimseler kendileriyle başlayıp biten tarihsiz ve fiktif bir evrende şiir yazıp çizmeye devam mı edecekler? Şehirlerimiz gavatça seslendirme ve ışıklandırmalardan kurtulup şehrâyin vasfını tekrar kazanacak mı?
 
Muhammed SARI (10 Safer 1447 - 4 Ağustos 2025)

CEMİYETİ CAMİ CEMAATİ Mİ CEM EDECEK CUMA CEMAATİ Mİ?

Başlık tekerleme gibi oldu ama olsun. Olası varmış demek. Tekerlemeleri hep sevmişimdir. Deli saçması gibi görünen ses tekrarları arasında bir anlamın ikrarı gizlendiği için, yani tekerlemeyi şiirin mantığına yakın bulduğum için severim. Başlıktaki tekerlemeye gelirsek pek öyle şiirsel sayılmaz. Cem‘ masdarından türeyen ama güncel anlam bakımından farklı manalar taşıyan kelimelerden oluşuyor. Kelime dediğime bakmayın, bunlar Müslümanca hayatın temel kavramları sayılır. Önce yazısını, sonra kelimelerini kaybetmiş insanlar olduğumuz hâlde kalan son terim ve kavramlar (yoksa ıstılah ve mefhumlar mı demeliydim?) üzerinden eleştirel düşünce üretmeye gayret ediyoruz. Dolayısıyla isabeti düşük, sapması yüksek, sıhhatli neticeye varılması zor bir yolda yürüyor işler. Kelimeler tutarsızlaştığında yahut ince ayar tutmadığında ise fiilî duruma bakarak yönümüzü tayin etmeye çalışıyoruz.

Fiilî duruma bakıyoruz ama içinde bulunduğumuz durumu biz seçmedik. Bakın daha ilk cümleden tanımında uzlaşamadığımız başka iki kelimeye daha başvurarak ne kadar sallantılı bir zeminde konuştuğumuzu belli ediverdim. “Biz” dedim, “seçmek” dedim. “Biz”in ne anlama geldiği konusunda bir birlik, haydi olmadı bir çoğunluk, en azından kayda değer sayıda bir topluluk olsaydı böyle bir yazı yazmaya gerek kalmazdı. Öyle olsaydı, daha iki hafta önce, adı Türkiye Cumhuriyeti olan ülkenin cumhurbaşkanı “biz”in içini “Türk-Kürt-Arap” üçlemesiyle doldurma cesareti gösteremezdi. Herkes gücü nispetinde ve niyeti doğrultusunda “biz”e bir anlam yüklüyor. Yani herkes “seçim”ini yapıyor. Ne antik ne modern dönemde kendi kimliğini Türkler gibi uluorta tartışan, tartıştıran, konjonktüre göre sürekli değiştirmeye kalkan başka bir topluluk bulabilirsiniz. Köleler bile özgürleşmenin yolunu açmak için evvela köle olduklarını kabul etmek, yani bir sabiteden başlamak zorunda olduğunu bilir. Türkiye Cumhuriyeti’ndeki “biz” tanımları ise evvela kendini, kendi sabitelerini reddederek başlıyor söze. Kimine göre fiilî durum bunu gerektiriyor. Gerçekten de durum değişince tanım değişir. Fakat mevcut fiilî durum Müslümanların, hususen Türklerin aleyhine iken neden kurbanlık koyun gibi boyun eğelim? Sırf fiilî durum berbat diye neden eldeki tanımdan olalım?

Türkler bilfiil Türk iken Türkçülük yoktu, Türklük yaşanan tanımdı çünkü. Bunun kimilerine “pireler berber iken” tekerlemesini hatırlattığını biliyorum. O insanların bir kısmı “United States of Turkey” ninnileri söylüyor. Müslüman dünyanın nüfuz bölgelerinin İsrail’le paylaşıldığı bir “Turkey” hayali kurduruyor ahaliye. Ninni yerine tekerlemeyi seçmeliyiz. Kerizleri uyandırmalıyız. Aslında “Türk” kelimesinin ne manaya geldiğine dair ağyarını mani, efradını cami o tanım yapıldı. Bilen biliyor. Çerçeve çizildi ve çerçevenin dışında kimlerin kaldığı belirtildi. Çerçeve uzun süredir içini dolduracak efradını bekliyor. Cemaatini bekliyor. Cemaat deyince aklımıza ilk ve tek gelen “cami cemaati” olmalıdır. Cami cemaati Türkiye’de uzun yıllar “sessiz çoğunluk”, “sokaktaki adam” tabirlerinin bir parçası olarak sunulsa da aslında hep farklı bir potansiyel taşımıştır. Bütün mahallîleştirilmiş, lümpenleştirilmiş, kitschleştirilmiş, vulgarize edilmiş görünümüne rağmen Müslümanca hayatın “nomos”una yüzyıllardır amasız fakatsız sahip çıkan yegâne kesim cami cemaatidir. İstiklâl Harbi’nden bu yana her kritik meselede cami cemaatinin rızası aranmıştır. Cami cemaati hayra da şerre de sayısız defa evet demiştir. Hayır dediği pek az şey varlığını sürdürebilmiştir. 

2000’lerde hızlanan sekülerleşme, bâtıllaşma, mürtedleşme hareketlerine bir engel teşkil ettiği için “mutaassıb” cami cemaati siyaset kurumu tarafından dönüştürülmeye çalışılmıştır. Farz namazları mümkün olduğunca cemaatle camide eda etmek hassasiyetinin ötesine geçemediği hâlde cami cemaati sahip olduğu potansiyel bakımından tehlikeli bulunmuştur. Doğrudan müdahale tepki çekeceği için cami cemaati içeriden zayıflatılmıştır. İşte Cuma cemaati tam bu noktada devreye girmektedir. Muhafazakâr siyasetin her kesimden oy alma ihtiyacının tavan yaptığı dönemde. Her sabah ve yatsıda ön safta hazır bulunan bir Müslüman ile cumadan cumaya “farzlayıp çıkan” bir Müslümanın yönetilebilirliği arasında büyük fark bulunduğunu en iyi siyasetçiler bilir. Fıkhen Cuma cemaati de en genel manasıyla cemaat mefhumuna dâhildir; fakat konjonktüre göre artıp azalan, gençleşip ihtiyarlaşan, çabuk coşup çabuk durulan karakteri onun güvenilirliğini zedeler. Cami cemaati ise az da olsa öz oluşuyla, gencinin olgun yaşlısının şevkli oluşuyla, anlık duygulanımlar yerine istikrarlı oluşuyla bir “kemik kitle” karakteri arz eder. Cuma cemaati piyasa şartlarına bağlıdır, yönelimleri dışarıdan belirlenebilir. Camii cemaati ise bütün istismar edilmişliğine rağmen bir sınıf bilinci nüvesi, siyasî bir bilinç kazanma istidadı taşır.

Siyasetteki karar alıcılar, iktidarlarının meşruiyetini cami cemaatinden almış gibi gösteriyor ama kahir ekseriyeti oluşturan Cuma cemaati sayesinde fiilî durumlar yaratarak hükmünü yürütüyor. Hutbe diye söylenen “United States of Turkey” ninnileri Cuma cemaati içindir. Fakat Cuma cemaatinin bu alengirli işlerden anlayacağı yoktur. Hutbeyi dinlerken bile çoğunlukla borcunun harcının derdinde, ekmeğinin peşinde, çalının etrafını dolanma niyetindedir. İçlerinde akşam viskisini içmiş olan da vardır sabah parasını vadeliye yatırıp namaza gelen de. Belki bu yüzden en çok bağış da en çok oy da Cuma cemaatinden gelir. Yine de mabedde misafir gibidir onlar. Ev sahibi daima bir avuç cami cemaatidir. Cami cemaati bütün bunlara rağmen Cuma cemaatini kınamaz; aksine en büyük kınamaya müstahak olan cami cemaatidir. Camide bulunmanın usûl ve erkânına riayette bu kadar titizlenirken cemiyet olarak yaşamanın töresine karşı bu kadar kayıtsız kaldıkları için. Gençken ağabeylerimiz bize “eceli gelen kapitalizm cami duvarına bevleder” derdi. Hani, nerde?

Muhammed SARI (1 Safer 1447 - 26 Temmuz 2025)

EĞİTİMİ BEDEVİ VE DÜRZİLERDEN KURTARMAK

Tevhîd-i Tedrîsât bir asrı devirdi, bense hocalıkta yirmi yılı devirdim. Devrimci ve karşı devrimci geçinenlerin eğitimde devirdiği çamların altında kalmamak için oradan oraya göçle geçti meslek hayatım. Ne yirmi yıllık çalışmanın gönencine ne gelecek yılların güvencine sahibim. Okullara bakın: Ne yüz yıllık genç bir devletin dinamizmine ne bin yıllık bir milletin idealizmine sahibiz. Yakın tarihimizin bütün kafa karışıklığını, aşağılık psikolojisini müfredat diye, sistem diye, reform diye boyayıp boyayıp satmaya devam ediyoruz. 

Sokağa bakınca bu insanların binlercesi benim öğrencimdi, hayatlarında bir şekilde yer aldım diyorum. Gurur ve ümit veren veren istisnalar hariç, genellikle endişeyle bakıyorum. Bir hocanın sorumluluk duygusu sorumluluk alanının çok ötesine uzanır. Öyle olmasaydı mesleklerden bir meslek olur çıkardı eğitimcilik. Bir bakıma olmuştur da. Testçi, etütçü, belletici, soru çözücü… gibi alt düzey bilişsel becerilerin hocalık denen bütüncül kimliği çoktan parçaladığı söylenebilir. Dertlenmemize sebep olan kayıpların çoğu bugün kendi kuruntumuz sayılıyor. Kurumsallaşma bahanesiyle insanî endişeler, sisteme entegrasyon bahanesiyle yurttaşça endişeler önemsizleştirildi. Yıllarca yüzüme “ne diyor bu adam” diye bakanların çoğu eğitimciydi!

Tıpkı hayvanlar gibi birbirimizden doğuyoruz ama yalnızca talim ve terbiyeden geçerek insanlaşabiliyoruz. Okul denen mekânı sevemesem de insanlaşmak için asgari bir formel yapı şart. Bu temel formasyonu oturtamadığınız takdirde sistem çapında reformlardan bahsetmek aldatmacadan ibaret kalıyor. Yani siyaset esnaflığından. Hepimiz kendi etki ve yetki alanımızda yapının temel gereklerini oturtmak için uzun erimli bir emeğe mi bel bağlıyoruz, böyle gelmiş böyle gider deyip ekmeğimize mi bakıyoruz yoksa büyük vaad ve laflarla algı ve duygu yönetimine, yani bugüne mi oynuyoruz? Cevabımız karakterimizi ele verir. Çocukların karneleri bizim amel defterimizdir.

Bırakın bir eğitim sistemini, bir okulumuz bile yok. Talim ve terbiye kavramlarının kendi başına ayakta duramayacağından bîhaberiz çünkü. Verili zihniyetin talimatlarını ders diye vererek, verili zihniyete göre insanlara torna ve tesviye kabilinden mürebbiyelik ederek bir iş başardığını sananlar eğitim camiamızın kahir ekseriyetini oluşturuyor. Ödül, teşvik, taltif mekanizmaları hep bu verili zihniyete ayarlı biçimde işletiliyor. Tenkit ve tahkikin olmadığı yerde talim ve terbiye bir anlam ifade etmiyor. “İnsana göre sistem”imiz yok, “sisteme göre insan” yetiştirmeyi marifet belliyoruz. Bu bahiste seküler okulların yüzsüzlüğü mü daha mide bulandırıcı muhafazakâr okulların ikiyüzlülüğü mü bilmiyorum.

“İnsana göre sistem”imizin olmayışı cumhuriyet öncesinden başlıyor. Cumhuriyet “sisteme göre insan” kararını veren rejimdir. Karanlığı zifirileştirmiştir. Dış siyasetin şu sıra yaygın iki kavramıyla söylersek, Tevhîd-i Tedrîsât’la birlikte eğitim felsefesi bakımından bedevilikten dürziliğe geçtik. Yüz yılın sonunda bedevi ve dürziler arasında bir tercih yapmak noktasına geldiysek vâ esefâ! Medeniler her türlü ziyanda demektir. 2000’lerden itibaren eğitim alanında yapılanlar “en azından merteği yeniden elif okumak”a doğru bir girişim olarak sunulsa da gerçek böyle değildir. İnsan kimdir (tahkik), sistem nedir (tenkid) sorularına hakkıyla cevap verilmeden girişilen her eğitim reformu siyasî dalaveredir. Bedevilerin ikiyüzlülüğü ve dürzilerin yüzsüzlüğü insan ve sistem hakkında düşünmemenin farklı veçheleridir. Nereden mi biliyorum? Şuradan: Bir hoca olarak yıllar boyu yaptığım sayısız iş görüşmesinde bedeviler bana bıyıklarımı, dürzilerse sakallarımı kesmem gerektiğini söyledi. Hiçbiri bana çocuklarımıza ne öğreteceksiniz demedi.

Muhammed SARI (26 Muharrem 1447 - 21 Temmuz 2025)

BEYAZ TOROSLAR VE KIRMIZI ÇİZGİLER

İşgal kuvvetleri propaganda yarışında birbirlerini geçmeye çalışırlarken, onca yokluk arasında tuhaf derecede zengin bir kültür hayatı yavaş yavaş yeşertilmeye başlanmıştı. Daha 1945 yılında, “yıkıntıların altından hala ceset kokuları sızmaya devam ederken” Ruslar Devlet Operası’nı görkemli bir törenle açmışlardı. Şıkır şıkır aydınlatılmış, kırmızı pelüşlü Admiralspalast’ta Gluck’un Orfeus’u sahnelendi. Amerikalı askeri personel Uegene Onegin’i ya da Rigoletto’nun elbette ki antifaşist yorumunu izlerlerken briyantinli, tıknaz Sovyet albayları onlara sırıtıyordu, müziğin sesine madalyaların şıngırtısı karışıyordu.
Frances Stonor Saunders

Bu serinin ilk yazısına “Kefeni Yırtmak” adını vermiştim. Oradaki tasvire göre kefenlenip orta yerde bırakılmış, akıbetini bekleyen bir canlı cenaze vardı. Ve orta yerde bırakılması sebebiyle cenazenin kurtlar, kurtçuklar tarafından parçalanma tehlikesinden söz etmiştim. Yazının üzerinden bir seneden biraz fazla geçmişken sahneyi gözden geçirmek durumundayım: Görülüyor ki cenaze kefenlenmiş hâliyle bile, yani “unutmayı seçtiğimiz şeylerin hatırlatıcısı” olmak bakımından tehlike arz ettiği için defin işlemlerine başlanmış. Kefenlenmiş canlı cenazemiz artık tabuta konmuştur ve tabutun kapağının sıkıca çivilenmesine geçilmek üzeredir!

Türkiye Cumhuriyeti ne demokratik ne otokratik ne oligarşik ne bilmem ne esasına dayalı olarak yürümektedir. Mahkeme salonundan çarşı pazara, medyadan sınıflara, sahnelerden tarlalara kadar her yerde ne olduğumuzu, kim olduğumuzu bilmemenin emareleri ayan beyandır. Daha kötüsü ne ve kim olmak istediğimizi de bilmiyoruz, ağzımıza konan düdükleri öttürüyoruz, o kadar. Boş konuşuyoruz. Söylediklerimizin altı boş, elementer seviyede dahi dünyanın ahvaline dair bilgi sahibi değiliz. Söylediklerimizin üstü de boş, çünkü bir davayı yüklenmiş götüren yüksek vasıflı bilirkişilerin korumasından mahrumuz. İki mahrumiyet arasında bilgisizlikten ve yönsüzlükten kırılıyoruz. Hem de bilgi ve hız çağı(!)nda. Neden böyle? Çünkü Türkiye Cumhuriyeti bir şey olsun diye değil hiçbir şey olamasın diye, belli bir pozisyondan milim kıpırdamamak şartıyla devamına göz yumulmuş bir ülke. Bulunduğumuz pozisyonda ne yeterli güneş ne hava ne su ne de toprak var. Göremiyoruz. Çakılmak üzere olan tabutun tahtası, kefenin örtüsü ve en önemlisi kendi göz kapaklarımız bilincimizi perdeliyor.

Türkiye her turda tur süresini biraz daha düşüren bir yarış arabası gibi. “Yüzyılın felaketi” dedik ama senesine varmadan deprem gündemden düştü. Gazze birkaç ayda yok oldu ve durum normalleşti bile. Geçen ay nükleer savaşın kaçınılmazlığından hepimiz emindik, şimdi füzeleşme nasıl başlamıştı hatırlayan yok. Son bir haftadır ise “terörsüz Türkiye” sloganının rüzgârıyla hızlandırılmış bazı gelişmeler yaşanıyor. Böyle bir dünyada hiçbir şeyin özgül ağırlığından bahsedilemez. Zaten 15 Temmuz’dan bu yana olan biten şeylerin kendi başlarına bir anlamı yoktur, asıl olacakların zemini hazırlanmaktadır. Algılar olguların önüne geçmiştir bir kere. Gerçekte ne olup bittiğine dair sağlıklı bilgi alabileceğimiz kanallar yok denecek kadar az. Devlet istihbarî hassasiyet gerekçesiyle “terörsüz Türkiye”nin aslı astarına dair bilgi paylaşmıyor. Buna rağmen bütün tartışmayı medya üzerinden halka yaptırıyor. Zekice bir taktik. Bazı operasyonlarda sütliman kamuoyu yerine kontrollü kaos daha iyidir. Devlet geniş halk katmanları arasında birikmiş ve öngörülemeyen enerjiyi azar azar harcarken siz de kendi yankı odanızda kendi rızanızı kendiniz üretir, rahatlarsınız! 

Biliyoruz ki bu tarzı, yani modern propaganda ve psikolojik harbi İngilizler icat etti. Hem de Türkler, Araplar ve Kürtler üzerinde test ederek! Propaganda ve manipülasyon şüpheli veya marjinal bulunan unsura dair algıyı ve pozisyonu adım adım değiştirmeye yarar. Önce zemin yani kamuoyu bazı “teaser”larla ısındırılıp hazırlanır. Sonra takip edilemeyecek yoğunluk ve takat getirilemeyecek şiddetteki hadiseler boca edilerek kitle şoka uğratılır. Ardından doz düşümüyle kitelelere nefes aldırılır, daha doğrusu kanaatlerini “güzellikle” değiştirmeleri için mühlet tanınır. Son aşamada çatlatılmış kanaat/duygu bloklarının yarıklarından içeri sızılarak süreç haklılaştırılır, yeni norm yerleştirilir. Her safha kendi içinde birçok alt başlık ve sayısız kombinasyon barındırsa da ana işleyiş pek değişmez. Şuna dikkat etmek lazım: Propaganda ve manipülasyon tarihi hakkındaki bilgilerimiz propaganda ve manipülasyon eylemleri karşısında fazla bir anlam taşımaz. İnternetteki arşiv, hafıza, kayıt maksatlı hesapların kendi başına anlam taşımaması gibi. Bilgi onu kullanan kişiye, onun kullanıldığı bağlama göre işlev kazanır. Arşiv bilgisi pasif, onu kullananın iradesi aktiftir. Öyle olmasaydı çeyrek asırdır kitlelerin önüne saçılan “gizli dosyalar”a rağmen devletlerin küresel ve bölgesel ölçekteki merkezîleşme, otoriterleşme eğilimini açıklayamazdık. 

Propaganda ve manipülasyon bir yandan unutulmuş bilgiyi harekete geçirerek diğer yandan açık bilgiyi çarpıtıp karartarak yol alır. Bilgiyi, yani aslında insanı. İnsan harekete geçip geçmemek, önüne konanı seçip seçmemek konusunda bir irade gösterirse işlerin rengi bir anda değişebilir. Sıradan insanlar istihbarî algoritmayı görüp gücü yettiğince şahsî tedbir alsa bile yola epey taş koyabilir. Elbette istenen bu gibi insanların kendi aralarında da tesanüd göstermeleridir ama bunun giderek zorlaştığı bir zaman dilimindeyiz. Ama evvela kendimizi gözden geçirmeliyiz. Herkes (diyelim ki 40 yaş üstü herkes) son yirmi yılda majör olaylar karşısında yaşadığı duygu ve düşünce değişimlerine baksın: Nereden nereye gelinmiş? Hangi evetler hayır'a dönüşmüş, hangi hayır'lar evete? Yatışan hatta aksine dönüşen öfkeleriniz hangileri? Nefrete ve düşmanlığa dönüşen hayranlıklarınız neler? Hayat çizginiz dünyanın gidişatıyla muvafık olmaya doğru mu seyrediyor başka bir yöne doğru mu? Hâlâ kırmızı çizgileriniz var mı? Kırmızı çizgilerin rengi değişti mi? Hayatınızda değişmeyen şeyler var mı? Değişmemenin gerekçesi haklılık mı yoksa alışkanlık, korku, yetersizlik gibi saiklere mi dayanıyor? 

Algı operasyonunu etkisiz kılacak hamlelerden biri kırmızı çizgileri savunan birinin beyaz torosları savunuyormuş gibi gösterilmesine karşı ses çıkarmaktır. Mîsâk-ı Millî deyince Yeni Osmanlıcılık, Sünnîlik deyince küresel cihad, Türklük deyince Turancılık karikatürlerinin piyasaya sürülmesine itiraz edilmesi gerektiği gibi. Yorucu ama açıklamak, hep açıklamak, belki açıklamalarımızı da açıklamak zorundayız. Çünkü üzerimize örtülen perde kat kattır. Ne olduğumuzun yanına ne olmadığımızı da muhakkak ekleyelim. Her tanım, ne olduğu kadar ne olmadığıyla da anlam kazanır. “Ne olmadığını” söylemeyen tanım “tanınmaz hâlde”dir.

Muhammed SARI (17 Muharrem 1447 - 12 Temmuz 2025)

ŞAİRİN YENİ MANTIĞI yahut TURGUT UYAR BİZE NE TEKLİF ETTİ?


Enis Akın “Turgut Uyar Şiirinin Oluşumu” adlı yeni kitabını Geyikli Gece ve İstiklâl Marşı arasında kurduğu bağlantıyla bitiriyor. Son yirmi yılda İstiklâl Marşı’na yapılan atıflarda şu veya bu sebeple büyük bir artış var. Atıfların çoğu gündelik siyaset eksenli. Pek az kısmı düşünce ve estetik alanından besleniyor. Modern şiirimizin öncü isimlerinden Turgut Uyar’ın şiirinin kaynaklarına, oluşum ânına dikkat kesilen bir incelemede sözün İstiklâl Marşı'yla bağlanması bu sebeple hem ilgi çekici hem de düşündürücü. “Korkma!” nidası her kubbede ayrı tınıyla yankılanmaya devam ediyor.

1950’lerdeki Türk modernleşmesinin politikadaki ve poetikadaki ikiz ama didişmeli varoluşu hâlâ yeterince etüt edilmiş değil. Aradaki korelasyonu hakkıyla betimleyebilmek, bunu edebiyat ve kültür tarihimizin kalıcı bir kazanımına dönüştürebilmek için politik ve poetik varoluş arasında özgürce mekik dokuyacak kafalara ve tabii ki özel bir tarihsel momentumun doğmasına ihtiyaç var. O dönemin şairlerinin bir aktör olarak içeriden şahitliği ve bazı eleştirmenlerinin kritikleri meseleye bir miktar ışık tutuyor. Sonraki dönem şairlerinden bazılarının “dışarıdan ama içgörüye dayalı” yorumları tamamlayıcı ve tazeleyici bir etki uyandırsa da esasen yeterli olmuyor. Böylesi bireysel, dağınık girişimleri ana ilkeler etrafında derleyip toparlayacak theoria’nın örneğine henüz rastlayamadık. İkinci Yeni şiirinin “kendinde şey” olarak başlayıp “kendi için şey” olamadan bitmesi, İkinci Yeni eleştirisinin de benzer talihsizliği yaşamasına sebep oldu denebilir.

Çoğu meşhur metin gibi Geyikli Gece de çok okunup pek anlaşılmayan şiirlerdendir. Özellikle ezberci akademisyenlerin kopyala-yapıştır yorumları utanç verici, ideolojik kamplarında mahsur kalmış eleştiricilerin bakış açıları iç karartıcıdır. Geyikli Gece’nin sosyal medya mecralarındaki popüler alımlanışına değinmeye gerek bile yok. Yine de elimizdeki okur vasatını olduğu gibi kabul etmek zorundayız. Beğensek de beğenmesek de konunun birer tarafı sayılırlar. Enis Akın'ın incelemesini bunlardan ayrı bir yere koymak lazım. Çalışmanın uzun zamana yayılması, metinleri bir şair olarak içeriden okumayı ihmal etmemesi, kaynaklarının görece çeşitliliği ve şairi anlama çabası bakımından. Hepsinden önemlisi, şairi biyo-kültürel ortamından ve sosyo-ekonomik şartlarından soyutlanmış değil, dünyanın aldığı biçimden doğrudan etkilenen ve buna reaksiyon veren bir birey olarak ele alması bakımından. Kitabın bütünlüklü değerlendirmesini ilgililerine bırakıyorum. Ben Akın’ın kitap boyunca esas aldığı “acemilik” ve bilhassa “korku” izleği hakkında birkaç şey söylemekle yetineceğim. Çünkü bana göre kitap tam da zengin tartışmaların başlayabileceği bir bağlam uç vermişken bitirilmiş görünüyor.

Enis Akın, Tanpınar’ın 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi’ndeki okuma biçimine dayanarak modern edebiyatımızın Namık Kemal’den beri her alanda “acemilik” çektiğini belirtiyor. Ta ki Turgut Uyar’a kadar. Uyar’ın acemilik kavramını “beceriksizlik, hamlık, olmamışlık” anlamlarından kurtarıp onu “canlı, yeniliğe açık, devingen” kalmak anlamında kullanışına dikkat çekiyor. “Her şeyi düzeltmeye kalkışmanın yok ettiği” dizesinin sahibi muhtemelen tam da bunu istiyordu. Hiçbir şeyin adının konmasıyla, eşkâlinin belli olmasıyla ilgilenmiyordu. Her şeyi akış ve oluş ânında yakalayıp deneyimlemek gibi imkânsız bir projenin peşindeydi. Uyar’a göre “suyun rengi akmaktır”, suyu anlatmak isteyen, akışı anlamak isteyen de akmak zorundadır. Yalnızca şiirin sezdirebildiği bu türden nelik ve kendilik bilgisinin peşinde koşmayı en önemli uğraş kabul ediyordu. Anlam değişimine uğrattığı haliyle “acemilik”i yüceltiyordu. Enis Akın bu tavrı şairin bize çözüm dayatmaması, bizi özgür bırakması şeklinde yorumluyor. Bir bakıma doğru. Çünkü “şiirde her şey doğrudur.” Fakat sözlerin bir de zaman içinde kazandığı tarihsel ve kamusal bir hayatı, bir kaderi vardır. Bu bakımdan insanın sürekli acemilik peşinde koşmasında donma, katılaşmaya karşı haklı korkusu kadar sorumluluk alma, fedakârlık yapma, rahatından olma korkusunun da payı olduğu pekâlâ söylenmelidir. Turgut Uyar “Efendimiz Acemilik” diyerek, ustalığından istifa ettiğimiz eski dünyanın ve bir türlü ustası olamadığımız yeni dünyanın arasında bocalayan biz Türklere “biz artık bir şey aramıyoruz, sadece akışta ve arayışta olmak istiyoruz” şeklinde şairane bir mazeret teklif ediyor. Tüm iyi niyeti ve tüm yanılgısıyla.

Tanzimatçıların ve cumhuriyetçilerin Batı karşısında yakalandığı aşağılık kompleksinden sıyrılmak, -mış gibi yapmamak teklifi dürüstlük nişanesidir; fakat bu teklif, bırakın kendisi gibi olmayı, kendini tanıyamaz hâle getirilmiş bir toplumun kimlik sorununu ve bunun sorumlularının hesap vermesi mecburiyetini ortadan kaldırmıyor. Enis Akın yapıçözüme uğratılıp bilinçli olarak sahiplenilmiş bu acemiliği övse de bunun Türk toplumuna çıkış yolu sunmadığı açıktır. Zaten tarih de hiç Uyar’ın umduğu gibi evrensel değerlerin hâkim olduğu bir doğrultuda akmamıştır. Bu farkı fark eden gerçekçi takipçilerinin gözünde Turgut Uyar’ın alımlanışı evrenselci okurlarınınkine benzemez. Evrenselci okurlar “tel üstündeki cambaz”ın ironik durumsallığına dikkat kesilir ve genellikle metnin şairane mantığına hapsolurlar. Cambazın yüz yıl sonra da aynı tel üstünde olacağını kabul ederler. Uyar’ın gerçekçi okurları ironik durumsallığın yanına tarihsel sürekliliği de koyar. Böylece şairin kendini de evrenselci yorumlarını da tashih edecek biçimde “açarak, boyutlandırarak, yabancılaştırma efektine başvurarak” okur metni. “Efendimiz Acemilik”, “Çıkmazın Güzelliği” gibi paradoks ifadelerin olduğu gibi kabul edilmesinin sebep olacağı zihin karmaşasına işaret eder gerçekçi okur. Uyar bile kendi tanımladığı manada sonuna kadar “acemi” kalamamışken, hiç de güzel bulmadığı bu dünya çıkmazından bir an önce çıkıp gitmek istemişken evrenselci yorumcuların kraldan çok kralcı tavrı dönüp dolaşıp şiiri ve düşünceyi vurmaktadır. Hâlbuki gerçekçi okurlarının gözünde paradoks ifadeler Turgut Uyar’ın pozisyonunu açıkça yansıtır. Uyar tarihsel problemlere gözlerini kapamaz ama çözümle veya çözümlemekle de ilgilenmemektedir. Sorunun karmaşıklığını ifade etmekle yetinir. Önerebileceği tek şey paradoksunun şık formülasyonundan ibarettir. Uyar “kararsız ama kalıcı” olduğunu varsaydığı bu dengenin sürüp gitmesiyle, yani İkinci Dünya Savaşı sonrası dünyasının sallantılı ama insanı “bütün mümkünlerin kıyısında” hissettiren atmosferinin korunmasıyla, neredeyse “hepimizi vakitten kurtaracak” bir tür tarihüstülükle ilgilenmektedir. Dehâsının zirvesinde olan her şair rüyanın sürmesini istemez mi? Uyar’a göre olan olmuştur, hiç olmazsa bundan sonrasını kurmak için evrensel bir sıfır noktasına, “bir ilkel eşitliğe” kadar inilmelidir. Buna mukabil aynı yıllarda Karakoç “Bu dünyada olup bitenlerin / Olup bitmemiş olması için / Ne yapıyorsun” diye sormaktadır. Bir şair bu soruyu sorabildiği kadar İkinci Yeni’nin ötesine (bulvardan metropole) geçebilir.

Enis Akın’ın Geyikli Gece’yi İstiklâl Marşı’yla ilişkilendirdiği noktaya gelelim: Korku bahsine. Tanzimat'tan beri her günü türlü korkuyla zehirlenmiş bir toplum Türk toplumu. Eskiyi kaybetme korkusu, eskiden kurtulamama korkusu, yeniyi yakalayamama korkusu, yeniye kabul edilmeme korkusu; işgal korkusu, bölünme korkusu, asimilasyon korkusu, izmihlâl korkusu derken işlerin gelip İstiklâl Marşı’ndaki “Korkma!” nidasına dayandığını biliyoruz. 23’ten sonra görece durulan toplumun 50’li yıllarda yeniden çok daha şiddetli bir değişim hummasına yakalanmasıyla hortlayan korkulara Uyar’ın Geyikli Gece'deki ilk iki dizeyle mukabele ettiğini keşfetmiş Enis Akın. Fakat keşfetmesiyle kaybetmesi bir olmuş! Kaybetmesine sebep Uyar’ın hayata ve sanata karşı takındığı tavırdır. Bazı benzer tavırlara, kabullere sahip olduğu için Enis Akın da ustasının düştüğü naif yanılgıya düşüyor. “Hâlbuki korkulacak hiçbir şey yoktu ortalıkta” dizesinin sağ ve solun tarihsel korkularını teskin ettiğini, dizenin bilhassa İstiklâl Marşı’yla özdeşleşen o nidaya cevaben söylendiğini, nesiller boyu süren travmayı hayranlık verici bir sükûnetle çözüme bağladığını söylüyor.

Acemilik bahsinde söylediğimiz gibi: Turgut Uyar bir çözüm, çözümleme insanı değildir. Politik meselelere hiçbir zaman duyarsız kalmamakla birlikte bunları ele alırken -muhtemelen tipik bir solcu sanılmak kaygısıyla- pasif agresif yahut konformist bir tutum benimsemiştir. Geyikli Gece’nin yazıldığı günden bugüne kadarki yakın tarih şairi doğrulamamaktadır. Korkulacak şeyler azalmamış, bilakis hep artmıştır. Başta naylon olmak üzere. Naylonu korkulacak hadiselerin yanı başımızdaki habercisi değil modernleşmenin küçümsenecek türediliklerinden biri olarak gören şair en baştan yanlış bir tarih yorumuna sapmış, okurunu da saptırmıştır. Enis Akın, ustasının hatalı mantık yürütmesini (her şey naylondandır, öyleyse korkulacak bir şey yoktur) toplumdaki yaygın mantıksızlığa son verebilecek bir üst mantık olarak görmektedir. Muhtemelen Akın’a göre tam da bu sebeple, bu yeni mantığın kabul edilmemesi sebebiyle korkular artmıştır. Ne şiirin yayınlandığı yıllarda ne de bugün kimse çıkıp şu soruyu sormuştur: Asıl korkutucu olan her şeyin naylondan olması değil midir? Etrafımızı sahteliğin kuşatmasına karşı şairin yeni mantığı ne önermektedir? Aşk, umut, alkol ve kaçış mı? Naylonlaşmayı önemsiz görmesine sebep olan özgüvenin kaynağı nedir? Yahut kinayeli yaklaşmasının sebebi? “Neonlar ve teoriler ışıtamaz yanını yöresini” diyerek şair Geyikli Gece’sini kem gözlerden koruyabileceğini umuyordu. Uyar, aktüel sorunlar karşısında sürekli aksiyonu öneren tipik bir solcu olarak görünmemek uğruna sapla samanı epey karıştırmıştır. Hâlbuki önünde üçüncü bir yol daha vardı. Naylonlarla neonları öte yana, Geyikli Gece'yle teoriyi beri yana koyabilseydi bugün bambaşka bir Turgut Uyar konuşuyor olabilirdik. Yıllar sonra İsmet Özel’in “Ben ne büyük bir dalgınlıkla bakmış olmalıyım ki hayata / görmedim orda çinko damlar ve plastik sürahilerin tanrısını” deyişi şiir sanatı açısından öncü bir tavırdı belki ama hakikat bakımından toplumda çoktan büyük bir erozyonun yaşandığının, yani gecikildiğinin itirafıydı aynı zamanda. Post-truth’tan 2000’lerde değil naylon ve neonların hayatımıza girdiği yıllarda bahsedebilmeliydik, bunun theoria’sını kurmaya girişmeliydik. Aslında eşiğine kadar gelinmiştir. İkinci Yeni’nin gücü ve zaafı da buradadır. Küçük adamın dünyasını geçip büyük bir eşiğe varabilmek ama orayı aşamamak. Bugün post-truth lafı dahi eskidi, epridi ama biz hâlâ İstiklâl Marşı’ndaki “Korkma!” nidasının gücüyle ayakta duruyoruz. Bunun “mantıklı” bir açıklaması yok. Ortaçağın derinliklerinden kopup post-modern çağa kadar aynı karakteri koruyarak ulaşabilen yegâne kimliğin Türklük oluşu onu hem kendisi hesaba katılmadan işlerin yürütülemeyeceği hem de bütün hesapları alt üst eden bir millet mevkiine taşıyor. Ve bu kimliğe layık olan şiirin “kendinde şey”likten çıkıp “kendi için şey” olması, gürleşmesi şartını getiriyor. Şairin yeni mantığı Türklük olmalıdır, hazcı hümanizm değil.

İşte Turgut Uyar da küçük adamın şiirini bırakıp insana tarih, coğrafya, din, felsefe gibi büyük kavramlar ışığında bakmaya yöneldiğinde kendi şiirine ve modern şiirimize bir gürlük getirmişti. Fakat Uyar söz konusu meseleleri öyle soyutlayıcı, öyle hümanist bir bakışla yorumladı ki sonunda kavramlar tarihsel yüklerinden boşaldı. Geriye içinde sadece bir kadın ve bir erkeğin yaşadığı, balta girmemiş ormanların derinliklerinde gömülü bir fantazya diyarı kaldı. Turgut Uyar’ın bazen özerklik/bağımsızlık tutkusu, bazen çekingen ve ketum mizacı, bazen bilgi yetersizliği, bazen de sınıfsal ön kabulleri sebebiyle varamadığı gerçekçi ve bütüncül dünya tasavvurunu vaz etme görevi 60 kuşağına kaldı bu yüzden. 60'ların ortasından sonra dünyanın ve Türkiye'nin seyri savaşkan bir karakteri gerektiriyordu ve bu İkinci Yeni şairlerinin hiçbirinde yoktu. Aksine, 60’lardan sonra giderek daha sızlanmacı, hazcı bir sanata evrildiler. Kendi insanından değil mücerred bir insan kabulüyle hareket etmesi 50’lerin varoluşçu atmosferinde Uyar’a ne kadar avantaj sağladıysa 60’ların devrimci atmosferinde o kadar ayak bağı oldu. İkinci Yeni, Karakoç'un tabiriyle bu yüzden “bulvar” olarak kaldı, “metropol”e dönüşemedi. İsmet Özel ise bu tıkanmayı “esas arayıcı çalışmaya girilmemesi” olarak tarif eder. Enis Akın bu sözle kastedileni anlayamadığını söyler nedense. Ustası gibi modernliğin sonsuzluğuna (tarihin sonunun geldiğine?) inandığı için olsa gerek “şimdi ve burada yapılması gerekenler” kategorisini sanat adına anlamsız yahut muğlak bulmaktadır. Hâlbuki bütün “korkusuzluğuna” rağmen Uyar bile 60’ların ortasından itibaren politik tonu belirginleşen şiirler yazmış, bir bakıma Geyikli Gece’yi kendi elleriyle (ama sessizce) cerh etmek zorunda kalmıştı. Hele 70’lerde “başarısız boktan bir kış geçirdik / kanımız bile doğru dürüst akmadı / bir sürü çocuğu öldürdüler” diyen şairin Geyikli Gece’deki iyimserliğini koruduğu hiç söylenemez.

Kişisel ama buraya kadar söylediklerimi daha anlaşılır kılacağı ümidiyle bir not eklemem gerekiyor: 21 yaşımda, 2002’de, Huruç dergisinin ikinci sayısında yayınlanan Avrupa Birliği’ne Hayır! adlı şiirimin arketipi Geyikli Gece idi. Temel bir farkla: O şiirin önerdiği yok-diyara ben bir karşı-alanla cevap vermek istemiştim. Fantazyaya karşı tarihle. İki şiiri karşılaştırmalı okuyanlar itirazları, dönüştürmeleri, paralellikleri kolayca görebilirler. Bu karşı-alanlardan üçü diğerlerine göre daha aşikârdır. İlki, Uyar’ın kaçış ve erotizm çağrışımı yüklü tüylü geyiği bende korumacı bir anne geyiğe dönüşmüştü. İkincisi, benim cambazım anne geyiğin boynuzları arasına gerili bir ipte yürüyordu ve tehlikedeydi. Ve üçüncüsü, şiirde İstiklâl Marşı’ndan bir mısra alıntılayarak Uyargillerin nesiller boyu süren hümanist tavrına karşı safımı belli etmiştim. Ne o zaman ne sonrasında birileri benim metnimle Geyikli Gece arasında bağlantı kurdu. Bunu bizzat yapmak zorunda kalmam beni utandırıyor ama meselenin gayrişahsi olduğunu bildiğim için içim rahat. Geyikli Gece’nin salt bir konformizm olumlamasından, yaşamanın kutsanmasından ibaret olmadığını; arka planda şairin kaçındığı ve kaçtığı bir travma, bir yıkım olduğunu o zaman sezmiştim. Mezarlıkların içinden ıslık çalarak geçiyordu Turgut Uyar. “Korkuyu bastırmak” gayet insanî bir davranıştı ama en “acemi” şairin bile bazı yükümlülükleri vardı. İçimden yükselen itiraz şairin sorumluluk alanından bile bile kaçışına, üstüne üstlük bizi egzotik bir fantazyaya çağırmasınaydı. Uyar için dönüm noktası olan Geyikli Gece daha ilk dizesinden bizim için de bir dönüm noktasını imliyor, görebilenlerin gözünde okuru bir yol ayrımına zorluyordu. Fakat yol ayrımının en tuhaf yanı şuydu: Avrupa estetiğinin çok üzerinde bir seviye tutturmuş olmasına rağmen bugün Geyikli Gece’nin girebileceği, girmek isteyeceği, seve seve kabul edileceği tek yer yine Avrupa Birliği’dir. Bizse şiirimiz ve değerlerimizle fevkinde olduğumuzu bildiğimiz Avrupa’nın bırakın kendisini, Türkiye’deki acentelerine karşı bağımsızlık mücadelesi vermek durumundayız. Hâlâ.

Toparlayalım: İnsan yedisinde neyse yetmişinde de odur. Turgut Uyar küçük adamın şiirini yazdığı gençliğinde “kadının ve bedenin dirimi”nden başka bir şeyle uzun boylu ilgilenmemiştir. Politik kavgaların ayyuka çıktığı orta yaşları atlattıktan sonra yaşlılığına doğru yine aynı dirim izleğinin peşine düşer. Başladığı yere döner. Uyar’ın bütün şiir serüveni cennet ehli Âdem-Havva’nın ilk günlerine dönmek arzusu üzerinden okunabilir. Ahirete (hesaba) doğru değil ezeliyete (masumiyete) doğru gitmek ister. Bütün şiirlerine adını veren Büyük Saat şiiri bu arzunun, tarihi geriye doğru kat etme arzusunun ifadesidir. Tarihi bir olmaz akış gibi / Oh sanki evrenin en son gecesini yaşadım / Sanki dinozorlar ve ben ve en hızlısı öbürlerinin / Bir ilkel eşitlikte buluştuk. (Evrenin kendi kurduğu gecesini.)” der. Sonraki satırlarda bir şekilde gelmiş bulunduğu dünyada nelerle, kimlerle karşılaştığını uzun uzun sayıp döker ama her bölüm sonunda acelesi olan, gitmeye gelmiş bir yolcu gibi sorup durur: “Saat kaç?.. Saat kaç?” Kitaptaki son şiiri Binlerce’de de aynı geri dönüş izleğini takip etmesi tesadüf değildir. “Öykülerin öyküsü”ne döner: Yarınsız ve dünsüz bir mekân (cennet), bir adam (Âdem), bir kız (Havva), bir meyve (ödül) ve bir meyve kurdu (ceza)! Şair binlerce pazartesi yaşamıştır, dünya onun için pazartesi demektir. Sigara içen, yani tasalı bir adamı hatırlamaktadır. Ve dizaltıyla bir kızı. Şair yediği kirazı da hatırlar ve içinden çıkan kurdu. Dirimin ve ölümsüzlüğün sembolü kiraz ve onu içinden kemiren kurt ikilemi Uyar’ın hayat felsefesini özetler. Kurtlu kirazı istemez. Bir başka dirimci Karakoç’ta ise kirazlar ve kurtlar daima hayata, kader planına ilişkindir: “Ağaç delen kuş / Kiraz yiyen kurt / Üzüm ezen kaplumbağa / Diriliş uygarlığına küçük çile katkıları” der Karakoç, felsefî olanla politik olanı bağdaştırmak ister. Uyar’da kiraz ölüm-dirim paradoksunun sembolüne dönüşmüştür; “korkacak bir şey yok” deyişi paradoksun sorgulanamazlığına inanmasındandır, bu yüzden politikayla felsefeyi gücü yettiğince ayrı tutar. Politikayla felsefenin, kurtla kirazın ayrılamayacağını anladığında paradokstan çıkıp kozmosa dönmek ister artık. O yarınsız ve dünsüz güne dönmek, iç kabartan dolgun hazlarla yüklü akşamını tatmak ve bir oh çekmek. Kimseye kozmosun yolunu öğretmekle ilgilenmez. Tek kişilik, olsa olsa güzel ve anlayışlı bir kadına yer açabileceği iki kişilik bir evrendir onunkisi. Tarihsel şartlara göğüs gerecek, sosyal sorumluluklar yüklenecek biri değildir; bu hususta her zaman dürüst davranmıştır. Yoksa şiir toplamını neden şu mısralarla bitirsin:

 

kimsenin soyunu sopunu bulmak görevim değil

kendi öykümü düzenlemek yetiyor bana

güzel bir öğle vakti

eski güzel bir akşamı hatırlayarak

sonra dopdolu şeyler

damacanalar gibi

içim kabarıyor

 

sonu olsun diyorum

neyin sonu ama

hiç değilse bu taş basamakların

 

Muhammed SARI (12 Muharrem 1447 - 7 Temmuz 2025)

MİTLER, KÜLTLER, HAYALETLER

“Bir mite karşı en iyi silah belki onu yeniden mitleştirmektir, 
daha doğrusu yapay bir mit üretmektir.” 
Roland Barthes

En zekimiz hâlâ devlet. Binlerce uzmanın desteğiyle on binlerce alanda eşgüdümlü muhakeme yürütüp kararlar alabilen ve uygulayabilen tek organizasyon, tek organizma o çünkü. Bir tür süper yapay zekâ. Sözlerimde kinayenin k'si yok, samimiyim. Yapay zekânın gelip geleceği nihai nokta budur zaten: devlet olmak. Takriben 17. yüzyılda icat edilmiş hâliyle tanıdığımız modern devlet. En zekimiz devlet ama en akıllımız o değil. Akıl sahibi olmak beşeriyetten insaniyete terfi edebilmiş, ahlâkî mesuliyetini müdrik ferdlerin vasfıdır. 

Zeki ve çevik bir devletimiz var. Bu sıfatları hem sözlük anlamları bakımından birbiriyle bitişik algılıyoruz hem de Mustafa Kemal’in vecizelerinin birinde geçtikleri için. Elbette daha çok ikincisi yüzünden. İşte 80’lerde, 90’larda hantallık ve kalın kafalılıkla itham edilen devlet, vecizenin hakkını verircesine 2000’lerde bariz bir zekâ ve çeviklik sıçraması gerçekleştirdi. Sıçramaya da devam ediyor. Daha dün, Cumhurbaşkanı Erdoğan TBMM’nin açılışını haber veren 1920 tarihli telgrafı paylaşarak bir haftadır Türkiye’yi meşgul eden karikatür dalgasının üzerine çıkıp sörfünü ve şovunu yaptı. Bu fırsatları çok iyi değerlendirmesinde seçmen kitlesinin kolay yönetilebilirliği mi yoksa Erdoğan’ın manevra kabiliyeti mi daha büyük pay sahibidir, kararı siz verin. Telgrafın içeriğinden hareketle Türkiye’yi kuran esas iradenin İslâm olduğunu vurgulaması, son yirmi yılda Müslümanların sekülerleşmesine AKP’nin sebep olduğu yolundaki eleştirileri bir anda unutturdu. Unutturdu çünkü Erdoğan son derece duygusal bir kitleyle iş yaptığının farkında. Seçmenlerin onunla ve partiyle ilişkisini “küsme, barışma, kızma, affetme…” üzerinden yürütmesi her şeyi açıklıyor zaten.

Telgraf vesilesiyle daha önemli bir husus öne çıktı: Mustafa Kemal kültünün yeniden ve yeniden ve yeniden restorasyonu. Erdoğan 1920’lerin sarı paşasından alıntı yaparak seçmen kitlesi gözünde bir taşla iki kuş vurmuş kabul ediliyor: Hem Kemalistleri Mustafa Kemal’le susturduk hem Mustafa Kemal’i kendi sözleriyle temellük ettik diye düşünüyorlar. Bir yönüyle haklılılar. Peki aynı muamele Erdoğan’a yapıldığında da enteresan sonuçlar çıkmaz mı? Selamet’li çağlarda, Refah’lı dönemlerde, Saadet’li yıllarda, Fazilet’li günlerde hep başka başka Erdoğanlar yok muydu? Tek başına iktidar olduğu Adalet’li şimdilerde bile en az üç ayrı Erdoğan portresi görülmedi mi? Tabii ki görüldü. Fakat soru(n) şu: Erdoğan’ı bunlarla vurabilir misiniz? Amacınız akıl ve ahlâk savunusu ise üzgünüm, bu argümanlar işinize yaramayacaktır. Ancak amacınız rant ve ikbalse, yani siyasal zekânızı göstermek istiyorsanız başka! Söz konusu Erdoğanlardan istediğinizi istediğiniz bağlamda ve tekrar tekrar kullanabilirsiniz. Nasıl olsa Erdoğan bu portrelerin her biri ve hiçbiridir. Siyasal dokunulmazlık mevkiini ele geçirmiştir bir kere. Aynı Mustafa Kemal gibi. Onu da istediğiniz bağlamda, tekrar tekrar kullanabilirsiniz. 1920’nin Mustafa Kemal’i bir hayalettir, kendisini 1923’ten sonra bir daha gören olmamıştır. Erdoğan’ın getirmek üzere olduğu düzenin haklılığını hayaletler üzerinden devşirmek istemesi zekice; çünkü hayaletleri yakalamak da hayaletlerden kaçmak da imkânsızdır. 

Hayaletlerle işbirliği kolay olmadı elbet. Devletin gözünde iyi hayaletler ve kötü hayaletler vardı. Örneğin 15 Temmuz’a kadarki süreçte AKP’den tek parti dönemine yöneltilen bütün eleştirilerin muhatabı ferd olarak İnönü, kurum olarak CHP idi. Kötü hayaletler bunlardı. Ne doğrudan ne dolaylı biçimde Mustafa Kemal ve icraatleri eleştiriliyordu. Aslına bakarsanız bu ayrım AKP’nin siyasal atası sayılan Necip Fazıl’dan beri yapılmaktaydı. Kısakürek’in sayısız metninde, konuşmasında Mustafa Kemal ve dönemi hep “Gazi Hazretleri” sıfatının yaldızlı ve meşrulaştırıcı etkisi eşliğinde anılır iken İnönü’nün ne sağırlığı kalmıştır ne hayınlığı ne iş bilmezliği. Mustafa Kemal ile Kemalistleri ayrı tutarak bir tür “böl-yönet” politikası izlemiştir siyasal İslamcılar. 15 Temmuz’dan sonra devletin yapısal dönüşümüne eşlik edecek yeni bir retoriğe ihtiyaç duyulmuştur. Bu retoriği “ortak değerler” sloganıyla özetlediler. Yeni muktedirler artık Mustafa Kemal arketipinin gölgesine sığınarak fakat bu kez “birleştir-yönet” politikası izleyerek rejimlerini kökleştirme yoluna girmiştir. Ekim 2024’te dillendirilmeye başlanan “iç cephenin güçlendirilmesi” de bu yeni retoriğin bir parçasıdır. Tek parti dönemine yönelik eski retorikte “eleştirilen ile korunan” ayrımı yapılırken 15 Temmuz’dan sonraki retorikte “bağdaştırıcılık” ilkesi öne çıkarılmıştır.

Dedik ya, en zekimiz devlet diye. İşte böylesi buluşlarıyla gösteriyor keskin zekâsını. “Ortak Değerler...” İki kelime de son derece olumlu, sıcak çağrışımlara sahip. Ne de olsa akl-ı selim sahibi hiç kimse “ortak” addedilen ve “değer”li bulunan hiçbir şeye kem gözle bakamaz; ama bakarsa kamuoyu nazarında karalanması kolay olur diye düşünüldüğü besbelli. Her zamanki muğlaklığıyla, içi her duruma uygun biçimde doldurulabilmesiyle bu yeni retorik Mustafa Kemal ismi altında Erdoğan’a, Türkiye Cumhuriyeti ismi altında başkanlık sistemine siper olmuş görünüyor. Tarihsel figürler güncel figürlerin korumasına alınırken güncel figürler de tarihsel figürlerin meşrulaştırıcı hâlesinden faydalandırılıyor. Zaman zaman Anıtkabir’den fotoğraf atan veya Mustafa Kemal’i öven başörtülü kızlara gösterilen tepkinin bugün artık hiçbir sosyal yaptırım gücü yok; çünkü devlet AKP eliyle bu fotoğrafı bizzat çekti ve çoktan “like”ladı bile. Bitti o iş. Düşünün, Leman dergisi müptezellerinin linç edilmesiyle TBMM’nin 1920 tarihli açılış telgrafının yayınlanması arasında sadece birkaç gün var. Telgrafın yayınlanmasıyla iklim değişikliği kanununun meclisten geçirilmesi arasında ise birkaç saat. Görüntüler yan yana, art arda ne kadar hızlı getirilebilirse algıda birbirini o kadar iyi tamamlıyor veya perdeliyor.

15 Temmuz’dan sonra AKP’li arkadaşlarıma şöyle demiştim: “Hepiniz ortak değerlere (!) ikna edilene kadar süründürüleceksiniz. Ama bir kez cân u gönülden ikna olduktan sonra yaşayıp yaşamamanızın sistem açısından pek önemi kalmayacak. Çünkü içiniz boşaltılmış; tarihsel, kültürel ve politik iddialarınızın tümünden istifa ettirilmiş olacaksınız.” İçi boş şahıs kültleri karşısında içi boşaltılmış kitleler… Yönetmek için ideal. 

Muhammed SARI (8 Muharrem 1447 - 3 Temmuz 2025)