TÜRK’ÜN EĞRİ KILICI

İnsanlar ideallerin işe yaramadığı, eyleme geçilmesi gereken bir döneme girdiğimizi söylüyor. Şahsen şu “idealler devri”nin ne zaman başlayıp bittiğini merak ediyorum. Ne zaman vuku bulmuş, kim görmüş? İnsanlık hususen son birkaç asırdır küreyi harabeye çeviren yıkımlar dışında neye şahit olmuş? Miladın ikibinyirmibeşinci yılında biten bir şey varsa aksiyonun bir türlüsü, başlamak üzere olan bir şey varsa aksiyonun başka türlüsüdür. O yüzden “aksiyon vaktidir” diyen biri manasız değil, kurnazca bir laf etmiş olur. Tefekkür ne zaman yön tayin edici sayıldı ki sıra aksiyona gelmiş olsun? Kaldı ki ideallerle aksiyonu neden birbirine rakip sayalım?

Pratik üzerine, dünyaya müdahale etmek üzerine uzak ve yakın tarihte sayısız tartışma var. Siyasetin gövdesini büyük oranda bu tartışmalar oluşturuyor. İlkeler üzerine tartışma cereyan etmiyor yahut kamuya açık yapılmıyor. Her şey kapalı kapılar ardında. Karar alıcıların kürsüye düşünce erbabı yerine gazeteci, kanaat önderi, troll, akademisyen, magazinci, sermayeci taifesini çıkarması bunun en açık göstergelerinden. Bu taifeden şu soruların cevabını asla alamazsınız: Türk devleti hangi çıkış noktasını esas almaktadır, hangi yürüyüş rotasını seçmiştir? Türk devleti için her şeyin ön belirleyeni nedir? Türklerin aslî ve adlî dostları, aslî ve adlî düşmanları kimlerdir?.. Cevapları gündelik pozisyon alışların gevşekliği içerisinde sıhhatle tespit edemiyoruz. Gevşeklik gelecek projeksiyonumuzu da bulandırıyor. Bir devlet en temel motivasyonunu karartma altında tutuyorsa bu onun en büyük gücü olduğu içindir. Fakat bir devleti ayakta tutan o motivasyon milletin aleyhine olduğu için gizliyse günahların en büyüğü işleniyor demektir.

Savaşmak hakkında bir geleneği, tutumu, kararı olmayan her toplum er geç yem olacaktır. Bizim geleneğimizde küçük cihad, elde silah, başlayıp biten savaşlardır. Büyük cihad ise doğumdan ölüme, elde iman denen koru tutma mücadelesidir. Aslî düşmanımız nefsimiz ve onu ayartan şeytanlardır. Adlî düşmanlarımızla savaşımız gücümüz ve güçleri yettiğince devam eder, bir yerde galibiyet veya mağlubiyetle biter. Adaleten savaştığımız düşmanlarla kılıç iki taraftan birini indirene kadar müzakere imkânı hep vardır; çünkü düşmanı hatadan döndürmektir amaç. Asaleten savaştığımız nefsaniyet ve şeytaniyetle müzakere etmeyiz; çünkü bunların yollarından dönme, yaratılışlarının dışına çıkma imkânı yoktur. Dolayısıyla bu türden düşmanların asaletimize halel getirme, bize aslımızı unutturma tehlikesi çok yüksektir. Adaleten savaştıklarımız arasındaki bir kısım insanlar da bu mutlak/âslî düşman kategorisine girer. Geri kalanlar için can çıkmadıkta ümit vardır. 

Batı’nın “herkesin herkesle savaşı” diyerek bütün yeryüzünü ateşe verme stratejisi kabul edebileceğimiz bir prensip değil. O topyekûn deliliktir. Herkesin herkesle askerî, malî, kültürel mücadelesi yeryüzünde fitnenin fitilini ateşler. Müslüman için savaş tek yönlü, tek amaçlı, başı sonu olan bir eylemdir. İsmi “selam” olan dinde yasak olan savaş değildir, çünkü savaş yasaklandığında dünyada ne adaleti ne asaleti korumak imkânı kalır. Yasaklanan ölçüsüz savaştır. Dostunu düşmanını ayırt edemeyenlerin barışı da kirlidir. Onursuz barış insanlığı fısk u fücura batırmaktan, akla hayale gelmeyen şiddet türlerini tetiklemekten başka işe yaramaz. Adil savaş ve makul barış dünyayı temizler. Yeryüzünde birikmiş kiri dökecek kadar ateş. Durmasını, “yumuşatmasını bilen ateş.” Müslümanın savaşı dünyalığa el koymaya, barışı ise köle halklar yaratmaya matuf değildir. Batı’nın “düşman yaratmak” ve “düşmanı yok etmek” konseptleri reddedilir. En kritik savaş “savaşın ve barışın anlamına el koymaya kalkışanlar”a karşı verilir.

Müslüman için “yumuşatmayı bilen ateş” işin ancak bir yanıdır. Bize “öğüt sahibi toprak”ın yardımı da gerekiyor. “Düşmanı yenecek kadar güçlü” olmakla vazifeliyiz; ancak imanımızı kemale erdirmek istiyorsak “düşmanı kurtaracak kadar güçlü” olmayı bir ufuk olarak önümüze koymalıyız. Biz eğri kılıcımızı geri alabilirsek doğru yol açılacak. Eğri kılıcın sırtı dosta, ağzı düşmana bakacak.

Muhammed SARI (12 Şevval 1446 - 10 Nisan 2025)

YENİ EMEVİYYE

“Yeni Emeviyye” ismi yeni bir dünya tasarımı, yeni bir nomos ilanı anlamına gelmiyor. O sebeple "yeni" derken “yine” demiş oluyorum. Olan bitenlerde yeni hiçbir şey yok çünkü. Yaşayanlar şimdide yaşadığı, düşünenler geniş zamanlarda gezindiği için aradaki makas açıklığı yanlış anlamalara sebep oluyor. Yine de asıl sorun bu değil. Sorunumuz, dünün mallarını boyayıp bugün satan veya bugünün değer yargılarını geçmişe yamayan haysiyet tüccarlarından kaynaklanıyor. Yaşayanlar ile düşünenler arasındaki uçurum ne kadar büyürse fırsatçılar o kadar kâr ediyor.

Kemalizm, sosyalizm, liberalizm vs derken arkasından gelen İslâmcılık, Osmanlıcılık, milliyetçilik dalgalarıyla birinin diğerinden ayırt edilemediği, Tanzimat-Cumhuriyet aralığındaki Batılılaşma fikriyatının tersine dönmüş gibi göründüğü bir politik vasata vardık. Devlet yakın tarihinde ilk defa bütün atlara oynuyor. Bu şu demek: Kaybeden asla ben olmayacağım! Kazananın kim olacağını bilemiyoruz ama kaybedeninin kendisi olmayacağını devlet en baştan deklare etti. Bunu anlamak için dış politikada Türkiye Cumhuriyeti ve iç politikada Cumhur İttifakı lehine eşzamanlı işleyen hadiseleri üst üste koyarak okumak yeterli olacaktır. Henüz kaynağı, mahiyeti, potansiyeli ve yönsemesi etraflıca analiz edilmemiş olsa da devlet ricalinde açık bir güç istenci görüyoruz. Güç deyince bir mim koymak lazım. İslâm tarihinde ilk büyük fitnenin iktidar mücadelesi yüzünden çıktığını ve gündemimizden bir daha hiç düşmediğini hatırlayalım.

Doğru kişilerin doğru amaçlarla buluştuğu anda ortaya çıkan momentuma güç deriz. Yani Müslüman için politik güç kendi başına amaç değildir. Zaten saf manada bir politik güçten söz edilemez; her politik güç bir uzlaşmanın, bir terkibin hasılasıdır. Bu bakımdan politik gücün karakterini ve akıbetini tarih boyunca iki şey belirlemiştir diyebiliriz: arzu ve ahlâk. Arzu önünde sonunda ahlâkı devre dışı bırakmaya meyillidir çünkü kördür. Gücün arzu ile ilişkisi çeken kutuplar ilişkisidir. Güç ahlâkı da çekmeye çalışır. Bir yanına ceylanı bir yanına arslanı almak ister güç. Fakat ahlâkın daima başka bir planı vardır. Ahlâk arzuları yok etmez, arzulara kulak verir ama onlara meşru bir hat çizer. Arzuyu meşru dairede tutabildiğinde gücü de belli oranda hizaya getireceğini bilir. Güç de yegâne meşruiyetini ahlâktan devşirebileceğinin farkındadır ama doğası gereği direnebildiği kadar direnir. Tarih bize gösterdi ki ancak ahlâkın arzuyu tahdidiyle ortaya yapıcı ve kararlı bir güç iletimi çıkabilir. Risalet ve hilafet devirleri bir bakıma bunun tecrübesidir.

Arzunun ahlâkı dışlaması neticesinde doğan yönetim ahmaklığa, gücün ahlâkı baskılamasıyla doğan yönetim zulme varır. Politikada yahut başka hiçbir alanda ahlâk ile realizm birbirine alternatif iki alan olarak ele alınamaz. Ahlâk hem bir ön belirleyen hem süreç boyunca arzuya ve güce eşlik eden bir kavramdır. Müslümanı diğer toplumlardan ayıran hem ahlâklı hem makul davranmaktaki ısrarıdır. Ahlâk ile aklı birbirinden ayırdığınızda yemyeşil bir Makyavel olma yolundasınız demektir. Mızrakların ucuna musfah sayfalarını takmanız an meselesidir. Çok kısa bir sürede belki de dünyanın en geniş sınırlarına ulaşmasına rağmen Emevî Devleti’nin Müslümanlar nazarındaki tartışmalı konumu arzu-ahlâk-güç dengesini kur(a)mamasından kaynaklanır. “Yeni Emeviyye” tabiri bu sebeple geçmişe dönük bir ithamdan çok, geleceğe dönük bir ihtar kastı taşır. Emevî ile başlayıp Fatih devri Osmanlısıyla zirveye ulaşan saltanat formu “gücetaparlığı” sebebiyle İslâm’ın esasının ne olduğunu bize çok çabuk unutturabilmiştir. Şam-İstanbul ekseni Medine rotasından saptıkça Müslümanlar itikadî açıdan izah edilemeyecek noktalara savrulmuştur.

Emevîleri bir bahis olarak ortaya atmam beni Abbasî, Selçukî, Osmanî yapar mı? Ne münasebet! Böyle anlayanlar, anlamayanlardır. Anlaşılması gereken şu: Bizim dünyaya yeni bir saltanat teklifi yapmamız mevcut hırgürün yeşile boyanmışını teklif etmekten başka manaya gelmez. Emevî veya Abbasî merkezli okuma, aynı Selçuklu ve Osmanlı merkezli okuma gibi İslam’ı kavrayışımızı daraltıp katılaştırmaktan başka bir şeye yaramayacaktır. İslâm’ı risalet ve hilafet devirleri ekseninde ele alamadıktan sonra insanlığa bir armağan, bir çıkış yolu sunmuş olmayacağız. Daha öz ifade edelim: Din asıl, devlet onun faslı olmadıkça İslâm’ın insanlığa teklif ettiği itikadın yüksekliği görülemeyecek. İslâm açısından “din ü devlet” ifadesi bile zaid sayılmalıdır. Din vardır. Ve varsa ancak ondan neşet eden bir devlet makbuldür. İslâm mücerred/tarihüstü bir devlet ütopyası peşinde koşmamış ama müşahhas/tarihsel bir Roma formu üzerine de konmamıştır. İslâm bir devlet modeli icat ve ithal etmek zorunda olmamıştır. Çağ neyi gerektirmişse o model üzerinden ilerlenmiştir. Şehir devletiyse şehir devleti, emirlikse emirlik, beylikse beylik, sultanlıksa sultanlık, cumhuriyetse cumhuriyet. Asıl olan ahlâkî/itikadî ilkeye sadakattir.

Muhammed SARI (4 Şevval 1446 - 2 Nisan 2025)

SOLO KARİYER

Eskiden olsa “kariyer” kelimesini ayıplardım, zamanla anladım ki beni asıl rahatsız eden “solo” kariyerdir. Otuzlarımdan sonra bunun daha bir farkındayım. Fakat görev bilinci ağır bastı ve rahatsızlığımı bir çevrim tamamlandıktan sonra dile getirmek, yani 1445’in ramazanında başladığım mütevazı nöbeti 1446 ramazanında muhasebe etmek üzere askıya aldım. Bugün buradayım. Bugün neredeyim?

Yazmak her şeyden evvel güne rengini vermeye ve hadiselerin adını koymaya yarar. Bizi renksizleşmekten ve isimsizleşmekten korur. Hani az kazanç sayılmaz. Ne var ki yazmanın amacı yalnız metnin içine katlanıp kıvrılarak bulunamaz. Bizler burjuva değiliz. Yazmanın iç çeperleri kadar bir çevresi, bir çevreni de olmalıdır. Amaç bazen yazının kabından taşar, taşmalıdır. Çünkü dışı olmayan şeyin içi olmaz. Yahut o türden bir içi algıya konu edemeyiz. “Yazı olarak yazı” yirmili yaşlarımdan sonra -ilgimi kaybettiğim demeyeyim ama- kendime sakladığım bir zevk oldu. Son yirmi yılımda yazmakın yapmakla olan bağlantısı beni daha çok ilgilendirdi. Bu sebeple bugüne kadar her ne yazdıysam birer yazı değil, bir tutum olarak adlandırılmalıdır. Yazıdan bol ne var? Siz bana tutumdan haber verin. Tuttuğunu bırakmayandan. 

Şahsen tanıştığımız, sohbet ettiğimiz arkadaş ve dostlara buradaki yazıların pek faydası olduğunu zannetmiyorum. Sözlerimin çoğu senelerdir konuşageldiklerimizin üsaresi mahiyetinde. Bu bakımdan yazdıklarım mirî malıdır diyebilirim gocunmadan. Peki şahsen tanışmadığımız insanlar açısından ne ifade ediyor, neye yarıyor bu müsveddeler? Bilmiyorum. Bilmiyorum ve merak ediyorum. Bilinmez, bulunmaz şeyler söylemedim. Unutulmuş ve çarpıtılmış şeyleri aslî halleriyle hatırlatmaya çalışıyorum. Hatırlatmak hafife alınamayacak bir çabadır. Fakat bizimki gibi dünyanın en hızlı gündem değiştiren toplumlarında hepten iltifatsız bir marifettir hatırlatmacılık. Hatta bir tür gericiliktir. Halk tutum sahibi olmayı çoğu vakit tutucu olmakla karıştırır. Arayı nasıl bulacağız? Aslî ile acil arasındaki dengeyi nasıl kuracağız? Aciliyetler bizi sersemletiyor, asli meselelere bakmaya fırsat vermiyor. Birkaç asırdır halimiz bu. Can havliyle yaşıyoruz. “Hevl” korku demek. Korku içinde yazmanın ve yaşamanın faydası yoktur diyemem. Fakat insana yakışan lahavle’deki “havl” ile yani kuvvetle yazmak ve yaşamaktır.

Acele etmenin deliler gibi sağa sola koşturmak olmadığını, asli meselelere odaklanmanın donukluğu ve durağanlığı gerektirmediğini yaşadıkça anlıyorsunuz. İkisi arasında bir yol olduğunu bilmeli insan. Aziz Augustinus “Solvitur ambulando.” demiş mesela; çözmek yürümektir yahut yürüdükçe çözülür. İdenin nesne ile, meselenin yol ile sırlı korelasyonu keşfedilmeye değer. Bizim tarihimizde de gezgin ve zanaatkâr bilgelere sık rastlanması bu sırrın bir hayat pratiğine asırlar önce dönüştüğünü, kültürel genetiğimize işlendiğini gösteriyor. Yine de şunu hatırlatmadan edemeyeceğim: Marifet ne merkebi üzerinde giderken ders anlatan devletli hocada ne onların peşi sıra yürüyüp ders alan gayretli talebede. Marifet yolda olmaktır, yürüyüştedir. O yüzden yolculuğa çıkan insanlara “hoşça kal” yerine “yolda kal” desek yeri. Marifeti yolda olmaktan başka yerde arayanlar âyetin tasviriyle “kitap yüklü merkepler”e dönüşmeye yazgılıdır.

“Solo kariyer” yolda olmaya çalışmanın (ki ilk yazıda buna “kefeni yırtmak” dedim) bir ifadesi. Çok planlı metotlu olmasa da ortaya bir tavır koymaya çalışmanın, canlılık emaresi göstermenin bir yolu. Kıyamet-sonrası filmlerinde dünyaya telsiz yayını yapan deliler gibiyim: “Temiz su var, yatacak yer verebilirim, birlik olursak hayatta kalabiliriz…” Yayın bir zaruret. Zarureti kahramanlık diye yutturmaya kalkmayalım. Yoldaşsız yol dünyanın en tüketici, en kahredici, en aldatıcı tecrübelerinden biri çünkü. Biri iki yapmak çok zor, ikiyi çok yapmak rüya. Bu yolda eldeki bir’den de olmak tehlikesi hep var. Ama ikiye ve çoka ulaşılabilmesi için bir’in sayması, birinin mırıldanması, hafiften tempo tutmaya başlaması gerek. Muhayyilenin ayaklarını yerden kesen soloların da yeri zamanı gelir ama emin olun o zaman bile en havalı soloyu 3-5 dakikadan, 5-10 kereden fazla dinleyemezsiniz. Müzik kompozisyonda gömülüdür, performansta değil. Kaldı ki hayranlıkla seyrettiğiniz solistler asla sizinle ilgilenmez, kendiyle meşguldür. Ego spotunun altında, şöhret sahnesinin üstünde imtihandadır. İmtihanı veremezse kendini tanıyamaz, dolayısıyla sizinle tanışmasına gerek kalmaz. İmtihanı verebilirse sizi zaten tanımaz. Solistler böyledir. Kanın damarda deveranı gibi gizli ve açık her türden kibir solistin damarlarında dolaşıp durur. 

“Koro kariyer” diye bir şey olur mu bilmiyorum. Kulağa tuhaf geliyor. Devasa orkestra içindeki üçgen zili çınlatan adamın durumunu andırıyor “koro kariyer” lafı. Hoş başkemancı da olsa fark etmez. Bizler şairiz; insan sözünden başka sese düşkünlüğümüz, insan lisanından başka vasıtaya güvenimiz yoktur. Ancak insan sesi ve sözü aracılığıyla tanıyabiliyoruz dünyayı. Bize göre enstrümanın ilettiği ile insan sesinin ilettiği anlam arasında esaslı farklar var. Bir melodi duyduğumuzda dönüp “bana mı dedi” demeyiz, çünkü “müzik diyemez.” Fakat sokakta rastgele kulağımıza çalınan bir hitaba bile dönüp baktığımız çoktur. Demek, söylemek, konuşmak insandan insanadır, başka türlü sesler başka fiiller bulmayı gerektirir. Müzikal fiiller birer mecazdan, soyutlamadan ibarettir. Gerçek fiiller için (mesela yürüyüş için) insan seslerine, hassaten koral mantığa ihtiyacımız var. Ağız birliği yapmamız gerekmez. Kanon yapacak kadar tamamlayıcı olabilsek yeter.

Muhammed SARI (27 Ramazan 1446 - 27 Mart 2025)

TARİHİ SATMAK, GELECEĞİ SATIN ALMAK

Klasik Türk düzeninden çıkılıp 17. ve 18. yüzyılların sallantılı ve kararsız atmosferine bir kez girildikten sonra Türk topraklarında olan biten hiçbir şeyin kararını Türkler veremedi. Emperyal ve sömürgeci karakterini bu yüzyıllarda aşikâr eden Batı’nın doğrudan dayattığı veya kaçınılmaz kıldığı şartlar üzerinden yürüdü işler. Tanzimat’ı bu yeni şartların bir neticesi olarak kucağımızda bulduk. Yoksa Baltalimanı Muahedesi’nin devletin transformasyonuna varacağını tahmin etmek kolay değildi. Dönüşümün daha çok ekonomik ve sosyal çerçevede, kontrollü biçimde gerçekleşeceği düşünülüyordu çünkü. Dolayısıyla Tanzimat’ın çok kısa sürede meşrutiyet fikrine evrilmesi de öngörülemedi. Hadiselerin kaçınılmaz sonuçlarını görmek, tedbir almak, karşı plan üretmek konusunda şaşkına çeviren bir beceriksizlik, bir dirayetsizlikle maluldük. Öyle ki büyük tantanalarla kazanılan (!) Meşrutiyet’ten istifade edilemediği gibi ondan sonra nereye geçileceğine dair de en ufak bir fikir yoktu. 20. yüzyılın başlarında tek derdimiz canımızı kurtarmaktı. Fırlatılan can simidinin çember, üçgen ve yamuk olmasına aldıracak lüksümüz yoktu.

Canımızı kurtarır kurtarmaz bu kez cumhuriyet fikri atıldı ortaya. Cümleyi böyle kurmanın gerçeği tersyüz etmek anlamına geldiğini bugün biliyoruz artık. Doğrusu şöyle olacak: Cumhuriyete geçilmek şartıyla can simidi fırlatılmıştı. Bununla birlikte cumhuriyete 16. yüzyıldaki mutlakiyetçi Türk düzeninden sonra belirgin bir karaktere sahip ilk rejim diyebiliriz. Ne Tanzimat’ın ne Meşrutiyet’in geçişi sağlamak dışında bir işlevi vardı, bunların geçiciliği ancak cumhuriyette karar kılınması ile görünür hâle geldi. Cumhuriyet fikri dünyanın demokratikleştirilmesi ameliyesinin bir neticesiydi. Kemalist ideoloji ne gerileme devri padişahlarının kof tekebbürüne sahipti ne 19. asır devlet ricalinin telifçi ve arabulucu tavrını benimsiyordu. Kemalistler rejimin adına cumhuriyet diyerek Batı için bir tehdit olmadıklarını, yani 300 yıl süren devlet transformasyonunun tamamlandığını ilan etmişti. “Yurtta sulh cihanda sulh” bunun en meşhur ifadesidir. Hem Türkiye’nin hem dünyanın bir karar noktasını bulduğu temennisine dayanıyordu bu ilke. Şayet cumhuriyet değil de başka bir ara rejimle belirsizlik uzasa, İkinci Dünya Savaşı sonrası şartlarının icbarına kadar işler sürüncemede bırakılsaydı bir Balkan veya bir Ortadoğu ülkesinden daha beter muamele göreceğimiz kesindi. Hadiselerin bu çelişkili tabiatı yüzünden cumhurun gözüne cumhuriyet bazen zorbaca bir oldubitti bazen de bir kaçış rampası olarak görünmüştür. Doğrusu rejimin adı hiçbir zaman Türk halkının umrunda olmadı. Türk devleti “kimsesizlerin kimsesi” olacak mı olmayacak mı, halk buna bakıyordu.

Cumhuriyet bizim kimsemiz olmadı; kendine başka ahbaplar, hısımlar buldu. Ne içeride ne dışarıda sahici bağlar kuramamış, ne içeriden ne dışarıdan hiçbir sahici tehdide maruz kalmamış Kemalist kadro bu fanus halini “yurtta sulh, cihanda sulh” sözüyle kamufle edebildiği kadar etti. Neticede “tam vaktinde” ilan edilen cumhuriyet rejimi de vakti gelince Tanzimat’ın ve Meşrutiyet’in akıbetine uğramaktan kaçamadı. Bildiğimiz manasıyla cumhuriyet 27 Mayıs 1960’ta lağvedildi. 1960’tan beri yaşanan şeyi tek bir kavramla, belirgin bir rejim formuyla açıklamak mümkün değil. Çok çok uzun bir pazarlık devresiydi yaşanan. 90’lara varıldığında bütün dünyada yeni girişimlerin, yeni prodüksiyonların hazırlandığını hissedebiliyordunuz. Sovyetler’in yıkılışından 11 Eylül’e kadarki zaman zarfında dünya sistemi yeni dönemin yapısal düzenlemeleriyle meşgul oldu. Kararın verildiği 2000’lerle birlikte Türk devletinin yeniden transformasyona uğraması zarureti ayan beyan ortaya çıktı. 2002-2016 arasında Türk iç politikasında yaşananların hepsi zahiren statükocularla rövanşistlerin çekişmesi olarak göründü. Gerçekte ise dışarıdan gelen yeni taleplerin şu veya bu düzeyde, falanca veya filanca tarafından karşılanmaya çalışılmasının kopardığı gürültüden başka bir şey değildi. 
 
Arap Baharı’ndan bugüne kadar ise inanılmaz derecede hızlanan, iç-dış ayrımını anlamsızlaştıran hadiseler silsilesi transformasyonun son merhalesine yaklaşıldığı izlenimi veriyor. Transformasyon bir an önce şu veya bu şekilde gerçekleşsin mi isteniyor yoksa belli kişiler elinde gerçekleşmesi mümkün olana kadar ertelenebilir mi? Türkiye’nin yeni bir yapılanmaya doğru gitmesi küresel şartlar bakımından Amerika’yı, bölgesel şartlar bakımından İsrail’i doğrudan ilgilendiriyor. Makul bir nazar Türkiye’nin tek taraflı ve genişlemeci bir politika izlemesinin mümkün olmadığını görür. Aynı nazar, Türkiye’nin bağımsız ve kuşatıcı bir politika izlemekten başka yolu olmadığını da görür. Bizim gördüğümüzü muarızlarımız hayli hayli görüyordur. Dolayısıyla bizi ahlâkî seçenek ile pragmatik seçenek arasında tercihe zorlayacaklardır. Zayıflık ve yozlaşma, parçalanma ve el koyma arasında bir tercih yapması gerektiğine inandığı andan itibaren Türk devleti tarihsel hatalarına bir yenisini, belki de sonucusunu ekleyecektir. 

Geldiğimiz noktada ülke içi muhalefetlerin (!) kastre edildiği, yapay devletçiklerin aradan kalkmak üzere olduğu, daha iri yapıların kendini göstermeye başlayacağı bir dönemin sinyalleri kuvvetleniyor. Bu yeni ve görece iri yapılar arasında imtiyaz bölgelerinin paylaşılacağı bir küresel rejime doğru mu ilerliyoruz? Büyük tarihi olanlar ile büyük gücü olanlardan hangisi diğerini kendi hesabına çalıştıracak? Türkiye tarihini satıp gücü mü satın alacak? İsrail gücüyle kendine bir gelecek satın alabilecek mi?

Muhammed SARI (21 Ramazan 1446 - 21 Mart 2025)

KAYNAK: FÂTİHA

Kur’ân Fâtiha ile açılır. Cennetin kapısı ise Fâtiha’nın ilk ayetiyle: “Elhamdülillâhi rabbi’l-âlemîn.” Daha ilk ayetten cennete gireriz. Sonraki bütün ayetler cennette kalabilmek içindir.

Girmenin müşkül, kalmanın daha müşkül; olmanın zor, ölmemenin zordan da zor olduğunu öğrendiğimiz bir çağda yaşıyoruz. Zahire bakılırsa önce doğuyor, sonra kitaplardan öğreniyoruz. Olması beklenen tam tersidir: Önce kitap, sonra hayat gelmelidir der hikmet. İnsanlar doğup öğrenir, kul olanlar öğrendiklerinden doğar. Konu kulluk ise verili sırayı takip ederek öğrenilen şeylere itimat edemeyiz, çünkü böylesi bilgide hikmet yoktur. Doğumla başlayan akışın tersine yüzemediğimiz takdirde kulluğu idrak etmemiz imkânsızdır. Hamd makamına varmak için bizi uzun, zahmetli bir mücahede beklemektedir. Ummana değil kaynağa doğru kulaç atmak zorundayız. Fâtiha ilk kaynamadır, kaynağın en duru verimidir.

* * *

“Elhamdülillâh” kelime-i mübarekesinde bir zamir olarak bile mahlûkâttan iz, eser yoktur; yalnız Allah vardır. Çünkü Allah’ı kendisinden başka hakkıyla övebilecek yoktur. Hakk kendi hakkında yapılabilecek en yüce övgüyü yine kendine hitaben beyan eder. Fâtiha’nın ilk ayetinde kul mevcut değildir, fakat tam da bu nâmevcudiyeti idrakiyle vücuda hak kazanacak olan yine kuldur. Kul Allah’ı lâyıkıyla hamdetmeye güç yetiremeyeceğini anladığında cennetin de bir hak değil bir ihsan olduğunu kavramaya yaklaşır. En sevdiği kuluna Muhammed ismini vermesi ve ona Makâm-ı Mahmûd’u vadetmesinde hep bu acziyet-ihsan sırrını işaret vardır. Kul, mahlûkâtın yaratılışında, yaşayışında, zevalinde, dirilişinde kendini gösteren hilkat kudretini ve nimetleri temaşa edip hamd ü sena duygusuyla dolup taşar. Bu hamdin kula bakan veçhesidir. Bu bakımdan kul için hamd, hilkate şahitlikten doğan samimi bir iç yankıdır. Fakat aslolan, hiçbir şey halk etmemiş olsaydı dahi hamdin yine Cenâb-ı Hakk’a mahsus olduğunu bilmektir, belki de hamdin en derin manası budur. Kur’ân’ın “hamd” ile başlaması hamdin âlemler yaratılmadan önce de var olduğunu ima eder. Yahut yaratılanlar için ilk ve en mühim ibadetin hamd olduğunu. Hususen namazın bir hamd eylemi olduğunu. İsmi hamd masdarından süzülen peygamberle âlemlerin yaratılışı arasındaki irtibatı haber veren “levlâke” rivayeti de bu bağlamda bambaşka manalar kazanır.

“Rabbi’l-âlemîn.” Âlem-insan tasavvurunu kurmaya buradan başlamalıyız. “Rabbi’l-âlemîn” denerek bir yana yegâne Hâlık, bir yana sayısız mahlûkât koyulmuş olur. “Âlemlerin Rabb’i” sıfatı hem öyle sınırlayıcı hem öyle kuşatıcıdır ki mahlûkât müthiş bir cilveyle imtihan edilir. Tevhidin kuşatıcılığına teslim olan mahlûk ayrıca varlık izharına ihtiyaç duymaz. Tevhidin dışına çıkmaya direten, yani âlemleri kendi-için-şey olarak gören mahlûk varlık iddiasına ve ispatına güç yetiremez. “Varım!” diyen kaybeder, “varsın!” diyen kazanır. “er-Rahîm” ismi bu bakımdan tevhide teslim olmuşların sığınağıdır, başladığı yere dönüşüdür, ana rahmidir. “er-Rahmân” ise tevhidi reddedenlere bile hayat hakkı tanımanın, mühlet vermenin, rızık göndermenin adıdır. “Âlemlerin Rabb’i” olmak bunu gerektirir; çünkü O, müminlerin olduğu kadar münkirlerin de Rabb’idir. İkisi arasındaki hüküm “Mâlik-i yevmi’d-dîn” ismine havale edilir. Allah, dünya günlerinin olduğu gibi Din Günü’nün de sahibidir.

Allah âlemleri yaratmazdan evvelki ezel günlerini “Elhamdülillâh” ile, kıyamet koptuktan sonraki ebed günlerini “Mâlik-i yevmi’d-dîn” ile, ikisi arasındaki dünya günlerini ise “Rabbi’l-âlemîn” ile karşılar. İsimlerin hepsi tevhid ilkesinin farklı bağlamlardaki ifadeleridir. Evet, “Rabbi’l-âlemîn” ismi meaşa bakar. Mebde ve mead bütünlüğü meaş halkasının yerine oturmasıyla sağlanır çünkü. “Rabbi’l-âlemîn” dendiğinde sureta ikileşme başlamıştır dedik. Bir yanda Rabb varsa diğer yanda da terbiye edilenler vardır artık. Öte yandan “Rabbi’l-âlemîn” günleri, yani dünya günleri -eğer becerebilirsek- yalnız O’na kulluk etmeyi ve yalnız O’ndan istemeyi, yeniden O'na kavuşup vahdete ermeyi öğrenmenin de günleridir. İnsan âlemlerden bir âlem olmaklığıyla belki kadronun en küçük rollerinden biri olarak varlık sahnesine girmiştir. Ancak “iyyâke na’budu ve iyyâke nestaîn” dediğindedir ki en şerefli ve en mümtaz mahlûk olarak sahnede öne çıkabilmiştir. Fâtiha’nın kula bakan kısmı da işte bu “iyyâke” vurgusuyla başlar. “Yalnızca sana, yalnızca senden” diye ikrarda bulunan kul, kendisinin O’na yönelmiş bir “ben taslağı”ndan fazla bir şey olmadığını; ben’in Sen’e ulaşmak, Sen’e ulanmak dışında arzusu olmadığını itiraf etmiştir. “Ben taslağı” benlik taslamaz; “yalnızca Sana, yalnızca Senden” der. Bu vurgulu yalınlamayla, iştiyaklı ve hararetli nefiy dili şirke kapıyı kapatır, yine tevhidi işaret eder.

“Bizi doğru yola ilet” diyerek diğer bütün yolların yanlış, yanılış, yana düşüş olduğunu kabul eder; tevhidi bir kez de yol mefhumu üzerinden ifade eder. “Yalnızca” zarfındaki kuvvetli nefiy gibi “müstakim yol” adlandırması da açık bir nefiydir, muharref yollardan kaçınıştır. Diğer yollar yol bile değildir, tek yol budur demektir. Bu yüzden, Yahudi ve Hıristiyanların başına gelene yol kazası değil, yolsuzluk belası demek iktiza eder. Yürünebilir yol daha önce üzerinde yüründüğü, bir yerden gelip bir yere gittiği belli olan yoldur; yani “kendilerine nimet verilmiş” önceki nesillerin yoludur. Bu manada yol ile tarih birbirlerini açıklar. Yürünmüşlük yolun tarihi, yürünebilirlik yolun geleceğidir. Tarihsiz kulluk olmaz. Kul kendinden öncekilerle hısım mı hasım mı olduğunu bilmelidir, çünkü akıbeti buna bağlıdır. Yahudi ve Hristiyanlar yolun tarih ile ilişkisini koparmaları, kerameti kendinden menkul bir yol vazetmeleri sebebiyle gazaba uğramış ve dalâlete sapmıştır. Aklı başında bir kulun ilk işi kendini bunlardan ayrı tutmak olur. Nefiysiz (lâ ilâhe) ispat (illallâh) olmayacağını bilir.

Şayet gazaba uğramışlar ve dalâlete sapmışlarla yolumuzu ayırmazsak bütün açıklama şeması çöker. Artık ne kendimizi bilmek ne Rabb’imizi tanımak ihtimali kalır. Doğrularak okuduğumuz Fâtiha bizi doğrulamıyorsa neye âmin dediğimizi bilmiyoruz demektir.

Allahualem.

Muhammed SARI (3 Ramazan 1446 - 3 Mart 2025)

SAYILARI TUTTURMAK UĞRUNA

2004 yılı sonlarıydı. Liradan altı sıfır atılacağını haber verdiğim bir şair arkadaşım bana şöyle demişti: “Bunlar öncekilerden hızlı çıktı. Göz boyamayı, numara çekmeyi daha iyi biliyorlar.” O günden bugüne köprünün altından çok sular aktı: Şair arkadaşım kanaat değiştirip ortasına kadar geldiği köprüden geri döndü, ben burnumun dikine gidip köprüyü geçmeye karar verdim, Türkiye ise köprünün korkuluklarından birkaç kere düşecek gibi oldu. Adı henüz konulmayan “Yeni Türkiye” işe liranın imajını tazeleyerek başlamakla kimi odaklara oldukça manidar bir mesaj vermişti. Fakat II. Dünya Savaşı'na katılmadığımız veya bir sömürge devleti olmadığımız hâlde paramızda yıllar içinde biriken sıfırların izahını yapan yoktu. İtibarî para ile paranın itibarı arasındaki irtibat en baştan koparılmıştı. Sıfırlar sıcak paranın pompalandığı yıllarda hayalete dönüşmüştü ama işin aslını bilenlerin nazarında onlar hep oradaydı.

“Hayalet sıfırlar” Amerikan nüfuzunun hissedilmeye başlandığı 50’li yıllardan beri Türk ekonomisinin ayrılmaz bir parçası oldu ve her nesilde kendini adım adım gösterdi. O kadar ki on yılda bir nükseden askerî darbeler gibi ekonomik krizlere de on küsur yılda bir rastladık. Acaba para mı postalı takip ediyor, postal mı parayı? Türkiye’de siyasî analizler parayı iktidarların dolaşıma soktuğu kabulüyle yapılıyor. Paranın dolaşıma soktuğu iktidarları konuşmaya kimsenin niyeti yok. Parayı iktidarların kullandığına inanan herkes başına geleceklere baştan razı olmuş demektir. Bugün kaşık kaşık yiyip gözünü doyuranlar, günü gelince aynı kaşığın sapıyla kör edileceklerini biliyorlar. Bu yüzden ekonomik kriz diye bir şey olduğuna inanmak safça. Olan biten tohumlamaktan, semirtmekten ve günü gelince tırpanlamaktan ibaret. Batı sermayesi dünyayı tohumuyla zehirleyip tırpanıyla adaletsizliğe boğuyor. Buna mukabil Türklerin belli aralıklarla “ölmeyecek kadar ekmek” noktasına geriletilmesi dünyayı seçeneksizliğe itiyor. Böylece “zalim Batı, mazlum dünya, yalnız Türk” formülü işlemeye devam ediyor. 

Türk’ün derdi açlık ve tokluk değil, kimliksizliktir. Türkiye’de en büyük partinin “ekmek partisi” olduğu kabulü doğan her mücadele ümidini daha kundaktayken boğuyor. Merkeze tokluğu koyanları da açlığı görmezden gelenleri de aşacak bir noktaya ulaşmak zorundayız. Açlık ve tokluğun münavebeli seyirleri bir dönme dolaptır. Bir gün tokluğa varmak ümidiyle tahammül edilen açlık, bir gün aç kalırım endişesiyle esiri olunan tokluk aynı siyasî sonuçları üretip durmaktadır. Açlık ve tokluk birbirlerine değil, millî bir hedefe hizmet ettiklerinde anlamlıdır. Baltalimanı Antlaşması’nı ve ona giden süreci zihinlere çakmadıkça maddî kültür mefhumunu yerine oturtmamız, millet lehine ticaret yapmamız söz konusu bile olamaz. Maşinlerine, kâşânelerine medhiye dizilen Batı bünyeye İstanbul’un yalılarından ve limanlarından girdi. Çıkarılacaksa yine buralardan başlanarak çıkarılacak. Şeker hastası ancak insülini zerk ettikten sonra yemek yiyebilir. Bizimkisi, acıkmadığı halde sürekli yiyerek kendini şeker hastası etmiş bir bünyeye benziyor. Hâl böyleyken kalkıp insülin iğnesini övüyoruz. Bünyeyi ayağa kaldıracak bir iktisadî programa yanaşmıyoruz.

Türkler eksiye düşmemek için hayatlarının bir ile sıfır arasında gidip gelmesine rıza göstermiş bir millet. O yüzden sıfırın bile, hatta bilhassa sıfırın bizim için hayatî önemi var. Birlerimizi ve sıfırlarımızı kıskançlıkla korumalıyız. Korumak için bize bir el kıran, baş kesen mi lazım? Verginin “bir”den alınacağını, yardımın “sıfır”a yapılacağını bilmek için aydınlanmış bir despota ihtiyaç var mı? Bu bakımdan Antik Yunan tiranlarından Peisistratos’un vergi hikâyesi ibretliktir. “Dağlılar”ın başı olan Peisistratos “Kıyılılar”ı ve “Ovalılar”ı yenerek Atina’nın başına geçer. Başa geçer geçmez çiftçiye onda bir oranında vergi koyup köylülerin başına da vergileri toplayan eli kamçılı gözcüler diker. Köyleri bizzat denetlediği günlerden birinde taşlı, kıraç araziyi süren bir çiftçiyi görünce “Delirdin mi ihtiyar? Buradan ne mahsul almayı umuyorsun?” diye sorar. Tiranı tanımayan köylünün cevabı yakıcı olur: “Hiç. Yalnızca kötülük ve eziyet hâsıl olacak. Ama onda birini Peisistratos’a göndereceğim, bunları o da tadacak!” Rivayet o ki popülist Peisistratos dağdan geldiği hâlde bağdakinin hâlini anlamış ve vergi meselesini yeniden düzenlemeye girişmiş. Belki vergiden vazgeçmemiş ama en azından vermeden alamayacağını, alınanın ise “bir mahsulden fazlası” olduğuna akıl erdirmiş. Biz de akıl erdirmeliyiz: Sayılardan önce gözetmemiz gereken bir şey var. Sayıları tutturmak uğruna elden kaçırılan ve sayılar tutmadığı hâlde her şeyi bir arada tutan o şeyi bilmek zorundayız. 

Muhammed SARI (22 Şaban 1446 - 21 Şubat 2025)

PİRELİ PAY, PAYLAŞIMSIZ PAYDA

Bir yorganınız var. Ne güzel! Güzel, çünkü mevsim kış. Haa, bir yerinizi örtüyor mu diye sorarsanız, eh işte örtüyor. Öyleyse hiç yoktan iyi diyebilirsiniz. Fakat galiba örtemediği yerler de var. Başınızı örtseniz ayaklarınız, ayaklarınızı örtseniz başınız açıkta kalıyor. Bu bakımdan vaziyetinize kötü de denebilir. Ancak üçüncü bir unsur var ki devreye o girdiğinde iyi saydığınız hâli bariz biçimde kötüye veya zaten kötü bildiğiniz hâli betere götüren yeni bir durum doğuruyor: Pire! Yorganın konuşulduğu her yerde pireyi de hesaba katmak gerekiyor.

İnsanoğlu hayat şartlarını iyi-kötü yaşanabilir buluyorsa mevcut düzeni sorgulama ihtiyacı hissetmez. Bu noktada birbirimizden pek farklı değiliz. Fakat şartlar kötüden betere doğru seyrettiğinde de aynı kabulleniş gözlemleniyorsa ortada bir tuhaflık var demektir. Tuhaflığın iki ana sebebi olabilir: Ya şartları belirleme gücüne sahip olanlar sanıldığından daha güçlüdür ya da insanların kendilerini şartlandırmaları meseleyi daha içinden çıkılmaz hâle getirmektedir. Bizi kuşatan dış şartlardan yakınmayı severiz ama iç şartlanmalarımızı konuşmak zülfüyâre dokunduğu için hiç işimize gelmez. Derdimiz derman bulmaksa işe, işimize gelmeyen yerden başlamalıyız. Başkalarının dayattığı şartları değiştirebilmek için evvela kendi şartlanmalarımızdan kurtulmak zorundayız. Örneğin söze daha ilk cümleden bir şartlanmayla başladık. “Bir yorganınız var. Ne güzel!” dedik. Belki bir doğruyu dile getirdik ama tuzaklı bir doğruydu bu. Tuzağı görebilmek için önermenin başına dönmek, mümkünse önermeden çıkmak gerekiyor.

“Bir yorganımız var. Ne güzel!” dediğimizde bunun sadece bir durum tespiti olmadığını, yüklü bir ifade olduğunu fark etmeliyiz. “Var” olmayı peşinen müspet bulmaya, elde var bir görmeye yatkınız; çünkü bizler de kendimizce birer “var”ız, “elde var bir”iz nihayetinde. Ne var ki nihayetler üzerinden çıkarım yapmak oyunun akışını değiştirici hamleler yapmaya manidir. İşlerin bidayetine bakmak zorundayız. Bidayette sorulması gereken soru şudur: “Yorgansız olmuyor mu?” “Olmuyor!” diyenler için yazı burada bitiyor. Selametle… Tabii başka biri de çıkıp bidayetteki soru yanlış, soru “Piresiz olmuyor mu?” şeklinde sorulmalıdır diyebilir. Yani yorganı sorgulayacağımıza pireyi sorgulamayı teklif edebilir. İyi hoş ama “yorgansız olmaz” demenin bir başka yolu değil midir bu? “Yorgansız olmaz” diyenlerle “pireyi sorgulayalım” diyenler aynı kişiler olmasa bile aşağı yukarı aynı nihayetin neticeleri sayılırlar. Suçu pirede arayanların da yorgandan olmak istemeyenlerin de belli bir haklılık payı var; fakat o pay onları paydadan mahrum ediyor.

Bidayete dönelim. “Yorgansız olmuyor mu?” sorusunu yerinde, en azından ilginç bulanlar düşünme cehdine açık olduklarını göstermiş sayılır. “Yorgansız olmuyor mu?” diye soranlar vaktiyle “Yorgan gitti, kavga bitti.” diyenlerin soyundan gelmektedir dersek yanlış olmaz. Sorgulamamızın merkezine yorganı almak zorundayız; çünkü kavga edenler patırtının yorgan için değil de başka bir şey için çıktığına inanmamızı bekliyor. Hayır, kavga her zaman yorgan yüzünden çıkar, önce dürüstçe bunu kabul edelim. Sonra dürüstlüğün lafta kalmaması için ikinci ve daha önemli bir hususa açıklık getirelim: Yorgan bir menfaat konusu olabileceği gibi bir haysiyet meselesi de olabilir. Nasreddin Hoca’dan beri yorganın menfaatle ilişkilendirilmesine alışık, alışık ne kelime, şartlanmış insanlarız. Elbette menfaat kendi başına kınamaya konu olacak bir mefhum değil, menfaati ancak haysiyetin neresine düştüğüne bakarak tanımlayabiliriz. Öyleyse haysiyetten ne anlamalıyız?

Nasreddin Hoca’nın fıkrasında dikkatler kınayıcı biçimde hep menfaatin üzerine çekilmiştir. Hâlbuki Hoca’nın tavrı başlı başına bir haysiyet tezahürüdür ve haysiyet yüzyıllardır kahkahalar arasında güme gitmektedir. Hırsızların menfaatten haysiyet devşirmiş olması imkânsız ama Hoca’nın haysiyetten bir menfaat elde ettiği bizce kesin. Çoğunluğun Hoca’ya enayi nazarıyla baktığına eminim. Bana göre Hoca gerektiğinde yorgandan vazgeçme iradesi göstererek haysiyetin, yani en büyük menfaatin (dünya malına bağlanmamanın, dünya malı için kavga edenlerden uzak durmanın) yolunu ardına kadar açmıştır. Hoca’nın aynı haysiyetli tavrı (enayiliği?) yorgan pirelendiğinde de gösterdiğini, yorganı tuttuğu gibi ocağa fırlattığını biliyoruz. Demek ki Hoca için yorgan peşin bir kazanç değil, elde var bir değil; olmasa da olan bir şey. Üzerini örtmeyen, kavgaya sebep olan, kaşındıran bir yorgandansa yorgana mecbur olmadan yaşamanın yoluna bakmış Hoca. Haysiyeti öncelemiş, haysiyetsiz menfaati küçümsemiş.

Yorgan yakmanın marifet olduğunu söylemiyoruz. Ama insanlar pirelerle mücadele ederek, üzerlerini örtmeyen bir yorgan yüzünden ya başını ya ayaklarını feda ederek yaşanabileceğini ciddi ciddi savunuyorlar. Sağduyulular çünkü. Daha doğrusu menfaat güdüleri haysiyet duygularının önüne geçiyor. Bu arada yorganı kuşa çeviren ve yorgana pire salanlar da haysiyet-menfaat sıralamasının tersine dönmesinden azami istifade ediyor. İnsanlığımızı muhafaza etmemiz içimizden hiç değilse bazılarının haysiyeti menfaatin önüne koymasına bağlı. Haysiyeti menfaate önceleyenler kirli paylaşımların konusu veya tarafı olmayı, yani hasımlarının eline koz vermeyi reddetmiş, böylelikle menfaatin büyüğünü kazanmış olur. Böyle büyük bir kazancın bedava olması mümkün değil. Haysiyeti menfaatin önüne koyduğunuzda ayazda kalmanız kaçınılmazdır. Haysiyetli adam pire ısırığındansa soğuk ısırmasına katlanır. İçindeki korla ısınmak zorundadır. En azından bahara kadar. Baharla birlikte yeni, büyük ve tertemiz bir yorgan için yün kırkmaya başlayacaktır.

Muhammed SARI (13 Şaban 1446 - 12 Şubat 2025)

NE MAYMUNLAR CEHENNEMİ NE ANDROİD MELEKLERİN CENNETİ

İnsanlık tarihi bütünüyle ahlâk-hukuk ekseninde şekillenmiş bir serüven. Ömürün ve tarihin gelgitleri içinde zaman zaman kutuplardan biri ağır basmışsa da bize asla diğer kutubu yok sayma hakkı verilmemiş. Şöyle de denebilir: Bütün hukukî yaptırımların ahlâkî bir temeli olmak zorundadır ve bir anlayışın ahlâk vasfı kazanabilmesi için “hakk (tabiîlik, doğruluk, yerindelik, kıvamlılık, ölçülülük)” kavramını merkeze almış olması gereklidir. Ahlâk kâinattaki oluş-bozuluşu ferden tecrübe etmenin hasılasıysa hukuk da bu oluş-bozuluşa uygun bir cemaat hayatı tesis etmenin yoludur. Allah’ın kâinatı yarattıktan sonra kendi hâline bıraktığına veya insan soyunu doğuştan günahkâr saydığına inansaydık ahlâk ile hukuk arasındaki bağdan bahsetmek imkânsız olurdu.

Bütün kritik kavramlar gibi ahlâk ve hukuk da her dönemde gevşemelere ve daralmalara uğramıştır. Dahası ve fenası, içlerine başka anlamlar zerkedilerek veya yerlerine başka kavramlar ikame edilerek çarpıklıkların yolu açılmıştır. Bugün hukuk denince akla öncelikle üniversitede tahsil edilen bir bilim dalı yahut devletin yargılama safahatını yürüten mekanizma geliyor. Bazen de gündelik siyasetin sığ tartışmalarında sığınılan o son soyut melce olarak adaletten, hukuktan bahsedildiğini işitiyoruz. Ahlâk(lılık) kavramı da günümüzde büyük oranda edepli terbiyeli olma, normlara uyma, merhametli davranmaya eşitlenmiş halde. Hâlbuki ahlâk bunları da kuşatacak yekpâre bir hayat yolunun adıdır. Ahlâkın neleri kuşattığı bilinmediğinde merhametten maraz doğması kaçınılmaz. Tıpkı masumiyet karinesine ve bağışlama esasına dayanmayan hukukun kıyım makinesine dönüşmesi gibi. 

Buraya kadar iyi, hoş. Fakat amacımız sırf hoş söz söylemek değilse ahlâkın kimin ahlâkı, hukukun neyin hukuku olduğunu sormalıyız. Bu bakımdan insanlık tarihinde üç büyük gelenek zikredilir: İbrânî gelenek, Hristiyan gelenek ve öncekilerin ahkâmından tahrif olmamış değerleri de içerecek biçimde nihaî ölçüleri koyan İslâmî gelenek. Son söz İslâm tarafından söylenmiştir. Modernlik son sözün üstüne söz söyleme hazımsızlığının adıdır. Bu yüzden dünya tarihlerinde 1500 yıllık İslâm’ı kast-ı mahsusayla es geçtiklerini görürsünüz. Modernler gelenekten kopuş retoriğiyle yola çıktılar. Dinî olmayan bir ahlâk öğretisi, ahlâkî değerlerin dışta tutulduğu bir hukuk sistemi icat ederek ortaya evrensel bir model koyma iddiasındaydılar. Esasen tüm yapılanlar İslâm’ı yok sayabilmek için İbrânî ve Hristiyan zihin dünyasının Yunan ve Roma gelenekleriyle aşılanarak güncellenmesinden, tarihte son sözü söyleme gayretkeşliğinden ibaretti. Hususen Protestan filozoflar ve Yahudi diasporası filozofları el ele verip projenin imkânsızlığını gözlerden gizlemeyi başardı. Aydınlanma felsefesi kendi içinde son derece doktriner kabullerle hareket ettiği halde dışarıya karşı diyalektik bir görünüm sergilemeyi bildi. İçi kendini, dışı bizi yakan Batı aşağı yukarı budur. İç yangınımız arttığı nispette biz de Batılılaştık. Kendi nefislerine zulmedenlerin başkalarına ahlâkçılık taslaması garabetine Batılılaştıkça şahit olduk. Ne türden bir kültürel ortamda yaşamaya zorlandıysak ancak onun çıkmasına, elden düşme versiyonuna sahip olabildik. 

Ahlâkın varlığını derinlere daldığımızda, hukukun varlığını sınırlara dayandığımızda duyumsarız. Yine de duyumsamak yetmez, onları başkalarınca yaşanabilir kılmak zorundayız. Ahlâkı ve hukuku mücerreden tahsil edebiliriz; fakat bunlardan ancak bir hayat tarzına dönüşmüşlerse, müşahhas bir kültür halini almışlarsa istifade edebiliriz. Ahlâkın özü olan merhamet fidesinin serpilebilmesi, hukukun temel idesi olan adalet güneşinin doğabilmesi için kültür denen toprağın, havanın, suyun temizliği hayatî önem taşır. Batı medeniyeti kendi ağacının meyve vermesine en uygun iklim şartlarını bütün dünyaya hâkim kılmak için önce felsefe ve bilimle tedbirler aldı, sonra askerî ve ekonomik müdahalelerde bulundu. Yeryüzünü istediği zaman ürün kaldırabileceği bir plantasyon halinde parselledi. Yaklaşık yüz yıldır kutuplarda, ekvatorda, vahşi batıda, uzak doğuda aynı kültürel ürünler hasat ediliyor. Böyle bir hasat vasatı yakalamak çok sıkı kontrol edilen entegre yapılar kurmakla, büyük eşitleyici teorilerle mümkündü. Bütün eşitleyici sistemler zulümdür, çünkü her eşitlemenin diğer ucunda bir eşitsizlik yatar. Batı insanlık tarihini kendine eşitledikçe, Batılı olmayanlara hayvanlaşma (ahlâksızlık) ve köleleşme (hukuksuzluk) dışında bir yol bırakmıyor.

Devran dönüp duruyor ve her dönüm noktasında bir karar vermek icap ediyor. Hayatımızı kendi sarsılmayacak ama herşeyi sarıp sarmalayacak olan bir şeyin üzerine yeniden kurmak zorundayız. Öyle bir denge bozucu, öyle bir dengeleyici bulmalıyız ki hukuk da ahlâk da kurtulabilsin. O şey “intikama hazır olmak”tır. İntikam ancak ahlâk-hukuk bağını gözeterek yaşayanların hakkıdır. İntikam ancak mazluma hayat bahşetmesi şartıyla hukukun ve ahlâkın kopmaz bir cüzü olabilir. İntikam almaktan korkan ruh şikâyetler ve bahaneler altında çürüyüp gider. Şartlarını haiz olmadan intikama yeltenenler önce ahlâkı ve hukuku yok etmiş olur. İntikamın amacı kahramanın pathos'unu tatmin etmek olamaz; amaç ahlâk-hukuk bağını mümkün kılan ethos'un tecelli etmesini sağlamaktır. Evet, adaletsizlik ve merhametsizliklere karşı gösterilebilecek en ileri ahlâkî tutum zalimlerden intikam almaktır. Adaletsizlik ve merhametsizlikten bîhaber olanlar ahlâken düşüktür, onu görmezden gelenler daha düşüktür. İntikam girişimleri başarısız olabilir; ama şuursuzluğu ve sorumsuzluğu seçenlerin huzurunun kaçırılması bile az iş değildir. 

Batı insanlığa hayvanlaşma ve köleleşme dışında yol bırakmıyor. Ne aşağılanmaya ne oyalanmaya daha fazla tahammül edebiliriz. Ne maymunlar cehennemini ne android meleklerin cennetini kabul edebiliriz. Bütün fantastik kurmacalar çirkin gerçekleri gizlemek içindir. Batılı dün kıtasal sömürgecilik için antropolojik kavram setini kullanıyordu, bugün küresel kontrol için teknolojik araç setini. İki durumda da görülmemesi istenen şey ahlâk-hukuk bağıdır. Bu bağa dair bir uyanış, bir kıpırdanış, bir girişim var mı yok mu? Dünya çapındaki mesele budur. Adalet yoksa merhamet söylemi sulugöz bir aldatmacadan başka bir şey değildir. Merhamet yoksa adalet iddiası zorbalıktan öte anlam taşımaz. Batı’yı “tek dişi kalmış canavar” yapan ahlâk-hukuk nizamına karşı yalan-talan düzenini seçmesidir.

Muhammed SARI (1 Şaban 1446 - 30 Ocak 2025)

TEKERRÜRCÜ VE TEKÂMÜLCÜ TEORİLERİN ÖTESİNDE

Dünya sistemi söylemini ciddiye almak Müslüman olsun olmasın her mazlumun sınıf bilincine ve siyaset yapma biçimine belli oranda müspet tesir edecektir. Dünya sistemi üzerine tartışmak bir bakıma kader üzerine kafa yormak gibidir. Konuşmadan yapamadığımız ve konuşarak asla sonuca vardıramadığımız meseleler cümlesindendir. İnsan başına ne geldiğini anladıkça ileride nelerle karşılaşabileceğine dair çıkarımlarda bulunarak yol alan, yani plan yapan, strateji geliştiren tek varlık. Hayatın akışı karşısında fazla kesinleyici yahut rastgele davranmamak şartıyla olmuş-olan-olacak arasındaki illiyet bağını aydınlatabilir, tedbirle takdirin kavuştuğu noktayı keşfe yaklaşabiliriz. Evet, bilinçlendikçe hem parçadan bütüne hem bütünden parçaya hareket etmek mümkündür. Fakat parça ve bütün hakkında bazı kanaatlere varışımıza bilinçlenme denemez. Bilinçlenme iki uç (cüz ve küll, ferd ve cemaat, vatan ve dünya) arasındaki salınımın bizatihi deneyimlenmesiyle, bu uçların daima birbirine açıldığının kabulüyle gerçekleşir. Varlığımızı idrak etme arzumuzun ve inancımızı ortaya koyma irademizin yekpâreliği nispetinde bilinçli sayılabiliriz. Bu bakımdan, dünya sistemini görmezden gelmemek ve gündemde tutmak bilinçlenme yolunda ciddi kazanç sağlayabilir.

Kritik meselelerin kaderi ya kördüğüm haline getirilmek ya da son ana kadar fark edilmemektir. Dünya sistemi fikri de bu akıbetlerden birine uğramaya aday. Dünyada olduğu gibi Türkiye’de de dünya sistemi söyleminin çeşitli sebeplerle karşıtları var. Fakat itiraz sebepleri farklı olsa da oldukça benzer işleve sahipler. Bu eleştiricilerin bir kısmı dünya sistemini “başından beri gerçeklikten uzak” görürken başka bir kısmı onu “karikatürize denecek kadar kadir-i mutlak” gösteriyor. Dünya sistemi fikrini başından beri gerçek dışı bulan inanışın en büyük sorunu kötülüğün tanımı, kaynağı ve hedefi konusunda bizi bir tür bilinemezciliğe sürüklemesidir. Öznesiz (veya nesneleşmiş), müşterek (veya çok-özneli), rastlantısal bir kötülük fikrini benimsemişlerdir. Dünya sistemini determinist ve mutlaklaştırıcı bir söylemle eleştirenler de hataya düşer. Tek özneli (veya hiyerarşik), çok nesneli (veya enternasyonal), mekanik bir kötülük tasavvurunu benimsemişlerdir. Bu sebeple kötülüğün tanımı, kaynağı ve hedefi konusundaki tavırları ne kadar kesinleyici ise bu cendereden kurtulma imkânı konusunda da o kadar kötümser bir hava yayarlar. 

Siyaset teorisinde adem-i merkeziyetçi, çoğulcu teoriler dünya sisteminin iki ayağından biri olan liberalizmden beslenir ve sistem üzerinden liberalizmi besler. Mutlakçı bir merkezin olduğu kabulü ve onun yerini alacak başka bir odağın olgunlaştırılması gerektiği iddiasıyla çıkan sosyalizmin durumu da farklı değildir. Dünya sistemi sosyalizm eleştirileri sayesinde antikor üretme kabiliyetini artırmıştır. Ayrıca sosyalizmi boşaltım sisteminin bir parçası hâline getirmiştir. Üstten yiyip mideyi dolduran, alttan çıkarıp bağırsağı boşaltan yan sistemler olmazsa organizmanın hayatta kalması mümkün değildir. Liberalizm “dünya sistemi diye bir şey yok, hem olsa bile bana zararı yok, çünkü rekabete hazırım” der. Sosyalizm “bütün kötülüklerin anası dünya sisteminin tekelciliğidir, bundan herkes zarar görür, o yüzden tekelciler rakip bir tekelcilikle dengelenmelidir” der. Böylece dünya sistemi, sisteme dâhil olan rekabetçilerin eliyle iç yapılarını mamur kılarken sistemin dışında olduğunu söyleyen rekabetçilerin eliyle/vesilesiyle surların dışını tahkim eder. 

Ne var ki iki ideoloji de küreselleşme vakıasına getirdikleri açıklamalarla açığa düşmekten kurtulamaz. Liberaller bir üst akıl olmadan böyle bir düzenin nasıl kurulduğunu ve en az iki yüz yıldır gelişerek nasıl sürdüğünü açıklayamamaktadır. Sosyalistler de tarihin gördüğü en büyük materyalist düzeni yeni bir materyalizm önererek nasıl yıkabileceklerini açıklayamamaktadır. Aynı çıkmaz ulusal ölçekte de yaşanmaktadır. Sağ yerel iktidarlar ulusal bağımsızlığı korumak için küresel sisteme eklemlenmenin zaruretini savunur. Sol yerel muhalefetler ise küresel iktidara evrenselci tezlerle karşı konulabileceğini iddia eder. Eylemleri ve söylemleri arasındaki çelişki dünya sisteminin ölümcül yaralar almasını engeller. Fakat sistemin gözünde zararsız olmaları yeterli değildir, yararlı olmaları da beklenir. O yüzden ürün kaldırılmak istenen coğrafyalarda sağcılar desteklenirken nadasa bırakılması gereken coğrafyalarda solculara göz yumulur. Böylece sistem kendi nesebine girmek isteyen yerel muktediri evin dışında (köle), kendinden kopmak isteyen yerel muhalifi evin içinde (uşak) tutarak dengesini ve mesafesini korur.

Bu iki ideolojinin ne kadar dışında olduğu tartışılır ama üçüncü bir yaklaşımdan da bahsedilebilir: Bu kimseler dünya sistemi fikrinin “artık geçersiz” olduğunu savunur. Yani bir zamanlar dünya sisteminin mevcut ve muktedir olduğunu kabul ederler. Ama artık bir dönüm noktasına gelindiğini, yapılması gerekenin bu dönüm noktasının ilkelerini ortaya koymak olduğunu düşünürler. Dönüm noktası için gereken momentumu yaratabilecek olgu-temenni karışımı bazı ihtimallerden söz ederler: ABD’de içe kapanmacı siyasetin işaretlerinin görülmesi sebebiyle Amerikan Yüzyılı’nın bittiğinin tartışılması, tarih boyu taşıdıkları kanlı bagajları ve ulusal hedeflerinin farklılığı sebebiyle AB’nin yakın gelecekte dağılacağı beklentisi, muhtemel bir Çin-Rusya-Hindistan işbirliğinin yaratacağı kıtalararası hareketlenme, küresel cihad fikrinin Müslümanlarda ümmet ve direniş şuurunu uyandıracağı beklentisi, tekno-kültürün konvansiyonel siyasi, askeri ve ekonomik güç odaklarını belirleyecek küresel etkinliğe ulaşması… gibi birçok hareket noktası söz konusu. Üçüncü yolcular bir tür entropik hareketliliğe ve tarihte yeni öznelerin sahne almasına bel bağlamış görünüyor. Bunlardan biri mi, birkaçı mı gerçekleşecek? Yoksa hiçbiri gerçekleşmeyecek mi? Bilmiyoruz. Stratejistler -tıpkı mühendisler gibi- elimize sadece bazı araçlar verebilir. Amaçları kendi kimliğimizden bulup çıkarmak zorundayız. Stratejistler bazı fırsatları işaret etme konusunda maharetli olabilirler, fakat bir fırsatın helal olup olmadığına asla aldırmazlar. 

Gerçek şu ki ne İsrail mallarını boykot edenler ne maaşlarını Amerikan dolarına çevirenler dünya sisteminin işleyiş prensiplerinin farkındadır. Ne Batı’ya diş biliyor denen BRICS davasının bizim hayrımıza olduğu ne Ortadoğu ve Akdeniz’deki hareketliliğin İslâmî bilince hizmet ettiği söylenebilir. İşte bu meyanda mutlaka cevaplanması gereken bir soru var: Türkiye’nin Suriye’leşmesi veya Suriye’nin Türkiye’leşmesi kapitalizme ve dünya sistemine entegrasyondan başka mânâ taşıyor mu? Cevap hayır ise kazananın kazıklandığı, kaybedenin kaybetmeye doyamadığı düzen hâlâ ayakta demektir. Dünyaya özgürce bakmamızı engelleyen tekerrürcü ve tekâmülcü teorilerin kısırdöngüsünü stratejistlerin teorileri değil, fertlerin kendi hayatlarından başlayarak helâl-haram ayrımını toplum hayatının her yerine yansıtması kıracaktır.

Muhammed SARI (23 Receb 1446 - 22 Ocak 2025)

ANISI BELLEĞİNDE

ifk fısk gasp kumkuması altında
türkün kırkı da çıktı gıkı çıkmadı hâlâ
 
hani cumhurdur bayraktır
marştır felan
nerde bu bacısını koparttığımın kopüla
 
nerde gâvurboğan?
tokena toka tarih
yapma denilmiştir dünyaları alsan trampa
 
dağlardan ovalara danalar gibi serhildan
süngü sınık pos bıyık tos duvara
 
kumarbaz şafağıdır bu güneşin 
ufukta yanpiri gidişinden bilirim
oynadığı bilinmez fakat hangi ata
 
kazıyyeden kaz ayağı
çevir kazı yanmasın ayağı göt ayağı tek siyasa
 
bit yeniği yenmez eniğin güttüğü kaz
haramdır değişmez
çubukla elle çatalla
 
çatalcadan zoru zoruna döndü talih
sokolludan beri sakal teşbihleri riskli zira
 
anasını bellediğimizin anısı belleğinde
byron churchill gladstone cümle veled-i zina
 
geldi hinde böldü hindi
öldü sir muhammad iqbal öldü ağzında berbat bir tatla
 
senede laf birkaç kez döner dolaşır
buraya gelir: türkler de gidecek mi baba?
 
laf ebesinin alfabesi çeşit
çeşitmiş çaşıdı soma somutmuş kümes koma
 
istemez ne kalkınma zengini
ne zengin kalkışı
bu ne tel maşa tansık bu ne bakırdan balkıma
 
halkıma daskı kaskosu taksiratı taksit taksit halka halka
askır öskür tüskür püskür hadi birşeyler artık ne olursa
 
bin ay aysız geçti yıldızsız geçti şahidiyim şarihi
olacağım şairi olmak e ne nen sonra
 
diriyim.
dirgenim.
dikenliyim.
la seyfe illa zülfikar ama ya o gencadam yoksa
 
kastı kavurdu karayel akçayel ağzı bozduk
abdesti bozmadık dinime imanıma
 
metro gecikti gecikmedi güneş
alnımda beni güne gönendiren o dingin ışıma
 
***
 
araplar ve kürtler, sen ve ben
olmayan bir senle ben miyiz
baş belası türkle başı belada

Lİ-HİKMETİN TARİH

Hata insan oluşumuzun parçası. Tarih li-hikmetin bir hatayla başladı. Dünya hayatı Âdem babamızın iblise kanmasıyla başladı. Hatanın olmadığı bir tarih mefhumuna yabancıyız. İnsan iblise kanmasaydı ne olurdu, bilemiyoruz. Yahut insanın cennette kaldığı bir anlatıyı zihnimiz almıyor. Muhal üzerinden konuşmak mevcudu anlamaya yaradığı için, yaradığı kadar anlamlıdır. Muhalden mevcuda gitmek mümkündür ve gereklidir; ama mevcuttan muhale gitmek, muhalden absürde varmak hayatı karanlığa sürükler. Mevcut, hikmete binaendir ve hikmete varmak içindir. 

İnsan cennette hata işledi ama hata işleme fikri yüzünden cennetten atılmadı. Hata fikrine kalbinde yer açan biri için belki menfi netice kuvvetle muhtemeldi; fakat fiil işlenene kadar ortada ne suç vardı ne de suçluluk duygusu. Esas olan insanın doğruda kalması fikri, cennetlik olduğu fikri idi. Öyle ki aynı esas dünya hayatında da kendini göstermişti: “Kim bir iyilik yapmak ister de yapamazsa Allah bunu yapılmış mükemmel bir iyilik olarak kaydeder. Şayet bir kimse iyilik yapmak ister sonra da onu yaparsa Allah o iyiliği on mislinden başlayıp yedi yüz misliyle, hatta kat kat fazlasıyla yazar. Kim bir kötülük yapmak ister de vazgeçerse Allah bunu mükemmel bir iyilik olarak kaydeder. Şayet insan bir kötülük yapmak ister sonra da onu yaparsa Allah o fenalığı sadece bir günah olarak yazar.” Hadis gayet sarih: Aslolan cennette kalmaktır, dünya hayatı muvakkattir. Bütün teşvik ve ikramlara rağmen yönünü cennete döndürmeyi bilemeyenler gün gelecek dünyada bile kalamayacaktır. Basit bir akıl yürütmeyle düşünürsek yolların dörtte biri, hadisteki ikramın büyüklüğünü hesaba katarsak belki sadece binde biri cehenneme çıkıyor. Yine de insanların çoğu bu dar yola girmiş görünüyor. Müslümanlar kendini bu güruhtan ne kadar ayrı tutmuştur, tartışılır. Tarihi “cennete dönüş” fikri merkezinde okumaya Müslümanlar bile hazır değil.

Tarihe “olan oldu” nazarıyla mı bakıyoruz?  Veya “olacağı varmış” diye mi? “Olması kaçınılmazdı” diyenlerin elinde kesin kanıtlar var mı? “Olmasaydı daha iyi / daha kötü olurdu” ahkâmını kesenlerin dayanağı ne? Kavramlarla düşünmenin tümdengelimci kolaylıklarına, olay ve olgularla düşünmenin tümevarımcı zorluklarına rağmen tarihi okumanın mükemmel yöntemini bulmuş değiliz. Tarih hakkındaki mülahazalarımızı ikmal için tarihin bizzat kendisi bizi tarihüstü bir mercie başvurmaya zorluyor. Bütün bu karmaşa içinde şimdilik en mutedil yaklaşım şu olsa gerek: Oluşa tâbi hâlde ve vadedilenin gerçekleşmesine hazırlık yaparak yaşıyoruz. Bu durum hata ve bağışlanma fikrine kendiliğinden kapı açıyor. Hata ve bağışlanma, tarih ve gelecek, kader ve irade bahsinde Sezai Karakoç önemli bir tavrı işaret ediyor: “Bu dünyada olup bitenlerin / Olup bitmemiş olması için / Ne yapıyorsun” Olmuşa, olmakta olana ve olacaklara karşı doğrusu yapabileceğimiz pek az şey var. Elimizdeki tek şey hayatımızın “oldubitti”ye getirilmesine itiraz edecek konumu muhafaza etmek. "Olmamış gibi" yapmamak. Oldubittilere kalple, dille, elle itiraz edebildiğimiz kadar varız. Elimizdeki tek şey, en önemli şeydir: Hakkı savunmak. Hakkı tefrik, tesbit, temyiz, tercih, teslim, tebcil ve teklif edebildiğimiz sürece batıla karşı en tesirli tedbirleri almış oluruz. 

Hakkı kabulün yolu tevbe etmek, hakkı savunmanın mütemmim cüzü sabrı tavsiye etmektir. Beklenecek ve harekete geçilecek yeri tevbeyi ve sabrı benimsediğimiz nispette öğrenebiliriz. Hakkı savunanların tarih boyunca konağı tevbe, azığı sabır makamı olmuştur. Âyetle de tecrübelerimizle de sabit bir hakikat bu. Zellesi Hz. Âdem’i hiçbir insanın yaşamayacağı türden bir kedere garketmişti. Tevbe ve sabır ile kederini sevince çevirebildi. Tarih bir hatayla başlamışsa bile tevbe kapısının açık olmasıyla devam edebiliyor. Tevbe olmadan ne insan tekinin ne insan topluluklarının tarihinde yapıcı bir dönüşüm başlatmak mümkündür. Hata insan oluşumuzun bir parçası; fakat insan oluşumuz hatanın bir parçasına dönüşmüşse kurtuluş imkânı yoktur.

Muhammed SARI (10 Receb 1446 - 10 Ocak 2025)

İÇE DOĞRU DİYALEKTİK, DIŞA DOĞRU DOKTRİNER

Muhammed Allah’ın resûlüdür. O’nun maiyyetindekiler ise küffara karşı çok çetin, kendi aralarında gayet merhametlidirler. (Fetih, 29)

Şahlık devri İran’ında halkın dindarâne hayatına mukabil devletin seküler bir nizamı vardı. 1979’daki Humeyni devrimiyle birlikte halkın fikriyatının devleti müslümanlaştırdığı kanaati uyanmıştı hemen herkeste. Türkiye’de MSP geleneğinden gelenlerin çoğu bu kanaat yüzünden devrimcilerin Şii karakterini göz ardı etmeyi seçmişti. Hâlbuki 1979’dan sonra olan şuydu: İran devletinin içi kıpkızıl olduğu halde dışı koyu yeşile çalıyordu. Karpuz gibi. Başlangıçta yemyeşil görünen halk kitleleri ise sıcağı gördükçe domates misali kızarıp bozarmaya başladı. Şahlık öncesindeki devlet-millet çatışması devrim sonrasında katmerlenerek, daha önemlisi bütün Müslümanları zan altında bırakarak bugünlere kadar geldi. 

Türkiye’de işler göründüğünden her zaman daha karmaşıktı. İnkılâpların başladığı yıllarda Türkiye’de ne devletin ne milletin rengini belli etmesine müsaade edilmişti. Bununla birlikte tek parti yıllarında devletin seküler, milletin dindar olduğu kabulü yaygındı. Ama şunu unutmamak lazım: Devlet adım adım “sekülerleştirilmişti”, yani bir istihâle geçirmişti. Millet ise dindar kalmıştı, büyük şehirlerdeki elit çevreler hariç sevâd-ı azamın hayata bakışında köklü bir değişiklik olmamıştı. Ne var ki Demokrat Parti’den itibaren neredeyse aralıksız başta kalan sağ/muhafazakâr iktidarlar boyunca “devleti İslâmlaştırmak” fikri o derece büyük bir hedef ittihaz edildi ki “milletin sekülerleşmesi” yolundaki ikazlar asla önemsenmedi. Kızıl elmanın içini küf yeşili kapladı.

Müslümanlar, bilhassa da Türkler olarak renklerden önce ayrımları netleştirmek zorundayız. “İç” dediğimiz hem devletimizi hem milletimizi kapsamıyorsa, “dış” dediğimizde müslüman olmayanları kastedemiyorsak ya inkılâpçıların ya devrimcilerin değirmenine su taşıyoruz demektir. Kime hizmet ettiğimiz anlaşılmasın diye bir zaman renksizliğe vurgu yapıyor, başka bir zaman ise rengârenk bir görünüm arz ediyoruzdur. Her varlık, kendini ve diğer varlıkları sınırlar üzerinden idrak eder. Ve her varlığın kendine mahsus bir aydınlığı ve rengi vardır. Maalesef bebekler gibi nesne sürekliliği ve nesne ayrılığı idrakinden yoksun hâlde, doğuştan veya travma kaynaklı renk körlüğüyle malûl hâlde yaşayıp gidiyoruz. Dünya sistemine hizmet eden odaklar bu hastalıklarımızdan azami kâr sağlıyor. İç dünyamızdaki zıtlaşmalardan doğan enerjiyi hayra kanalize etmek için “içe doğru diyalektik” bir yol izlemeli; dış dünyadaki tektipleştirme politikalarından doğan kimliksizleşmeye direnmek için “dışa doğru doktriner” bazı kararlar almalıyız.

Meramımı anlatabilmek için “öz ve biçim”, “tefrid ve tecrid”, “tahkik ve taklid” gibi kavramlar da tercih edebilirdim. Bütün risklerine rağmen diyalektik ve doktrineri kullandım. Elbette bu kavramları alışılagelen tanımlarını, tarihsel yüklerini bir kenara bırakmak şartıyla kullanıyorum. Kolayca anlaşılabileceği gibi diyalektiği iman ile, doktrinerliği İslâm ile ilişkilendiriyorum. Fakat bazılarınıza ilişki ters kurulmuş görünebilir. Yani iman bir emin olma hâlidir, dolayısıyla orada diyalektik (cedel) olmaz diyebilirsiniz. Diyalektik kavramıyla imanın kendisini değil derecesini korumanın yolunu işaret etmek istiyorum, hepsi bu. İmanı stabil ve kaybedilmeyecek bir hâl diye anlamadığım, her daim tazelenmesi gereken bir bağ olarak gördüğüm için onu diyalektikle birlikte anıyorum. İslâm’ı ise dış dünyanın destabilizasyonu karşısında bir mahfaza, kendini böyle bir dünyadan ayrı tutmanın tek yolu olduğu için doktriner kelimesiyle ilişkilendiriyorum. Yoksa İslâm adı altında başka öğretilerin yayılmasına kılıf uydurmak için değil.

Şii İran devleti iman bahsinde ehl-i sünnet akidesinin dışına düştüğü için salt doktrine dayalı bir dünya tasavvuruna bel bağlamak zorundaydı. Kimliklerine olan ifrat derecesinde tutkuları diyalektik bir süreç olan kişilik gelişimilerini de baştan akamete uğrattı. Çünkü Fars devletini doğrultması umulan milletin kendisi de itikaden kabul edilemez noktadaydı. Modern Türk devleti ise kimliği söz konusu olduğunda son derece tefritçi bir tavır gösterdi. Devletin terk ettiği, gevşeklik gösterdiği, unuttuğu, üzerini örttüğü ne varsa millet onu gündelik yaşayışının içerisinde insiyaken bir tür korumaya aldı, adeta kuluçkaya yattı. Sağ-muhafazakâr iktidarlar, kişiliğimizde mahfuz tutulan kimliğimizi izhar edebileceğimiz günlerin geleceği vaadiyle yıllarca ayakta kalmayı bildi. Fakat sağ-muhafazakâr iktidarların sürekliliği devletin İslamîleşmesi anlamına gelmedi. Üstelik kitlelere terk edilen kişilik ve iman bahsi de liberal kültür sebebiyle tavsadı. Son yıllarda İslamcılaşmış ve milliyetçileşmiş Türk devleti görüntüsü kitlelerin sekülerleşmesini ve hümanistleşmesini örtmekten başka anlam taşımamaktadır. Mevcut iktidarın eğitim ve kültür alanındaki yakınmaları bu sorunun bir yansımasıdır. Sanki millet kimlik ibrazı ve kişilik izharı talebinde bulunsa ilk yan çizecek kendileri değilmiş gibi. Özetle; İran devleti ve milleti ifratçı/kuralcı karakteri sebebiyle diyalektiği/ahlâkı hayattan dışlamış, arkaik ve marjinal kalmıştır. Türk devleti ve milleti ise bir türlü doktriner/hukukî bir karaktere bürünmediği için tefritçi/yetersiz bir konuma gerilemiş, çocuksu ve lümpen kalmıştır. 

“İçe doğru diyalektik, dışa doğru doktriner” ibaresi ana ilkenin iki veçhesini ifade etmeye yarar. O ilke tutarlılıktır. Müslüman için diyalektik de doktrinerlik de tutarlılığın teminine hizmet eder. Müslüman dışa doğru İslâm’ın emir ve nehiylerine titizlik gösterdiği gibi, imanın gereği olan içe doğru sorgulama ve tazelenmeyi de asla ihmal edemez. Dışa doğru kokumuzun güzelliği kadar içe doğru tadımızın güzelliği de vazgeçilmez önemdedir. Aksi takdirde diyalektiği veya doktrinerliği asıl gaye bilerek yoldan sapmak işten bile değildir.

Muhammed SARI (3 Receb 1446 - 2 Ocak 2025)