HAYATSIZLAR VE BÜYÜK HAYATLAR

"Bizim asıl rakibimiz uyku."
Ted Hastings (Netflix CEO'su)

Said Nursi’nin gençken dikkatimi çeken bir sözü vardı: “En uzak ve en büyük dairede en küçük işler, en yakın ve en küçük dairede en büyük işler vardır.” Bu sözü “Neden radyodaki Cihan Harbi haberleriyle hiç ilgilenmiyorsun? Bir zararı mı var? Yoksa bilmemiz gereken daha önemli bir hadise mi var?” sorusuna cevaben söylemişti. 20. Hıristiyan asrının ortalarında, tarihin bir bakıma en karanlık günlerinde, ama yine de uzak ile yakının, büyük ile küçüğün hâlâ birbirinden ayırt edilebildiği günlerde söylemişti. Durduğunuz yere göre ya çok isabetli ya çok hatalı görünebilen bir söz. Uzak ve yakın olan nedir, büyük ve küçük iş hangisidir sorularına isabetli cevap verebilmek bugün de önemini koruyor. İnsanın kendini çepeçevre kuşatan ilgilerin yörüngesinden çıkması, ayartıların cazibesinden sıyrılması zor. Ne yapalım ki aşılması gereken bir zorluk bu. Kendi yörüngesini çizmesi, hiç değilse çizgisini çekebilmiş insanları takip etmesi insan için hayatî bir vazife. Hepimizi yöresinde gezindiğimiz, “yürünge”sinde seyrettiğimiz meseleler şekillendiriyor. Prensipte herkes kapısının önünü süpürse bütün şehir temizlenirmiş gibi görünüyorsa da pratikte işler böyle yürümüyor. Mesafe ve öncelik ayarlarımızı güncellememiz gerekiyor. Sistemin hem kutuplara kadar götürdüğü hem kapımıza kadar getirdiği bir harp modeline karşı ancak ters orantılı ve asimetrik hareket tarzıyla mücadele edebiliriz. Bugün harp nerede cereyan ediyorsa en yakınımız orasıdır, en büyük işler oradadır. Evse ev, kutupsa kutup.

İç ve dış, uzak ve yakın gündelik hayatını sürdürebilmesi için zihnimizin ürettiği bir varsayım. Etrafını çitle, dikenli telle, duvarla çevirdiğimiz uzay parçasına zihin iç ve yakın, çevresine dış ve uzak diyor. Kurgusunu bu saymaca üzerine inşa ediyor. Sınır olmadan yaşayamıyor zihin. “Sınırda varlık” diye adlandırabileceğimiz insanın en tehlikeli girişimleri “sınır” kavramını ihlâle yönelik olanlardır. Ne kıtaların fethi ne uzayın keşfi. Modern iletişim araçları “uzakları yakın eder”ken ve dünyayı küreselleştirirken aynı zamanda “içimizi dışımıza çıkardı.” Her şey birden tersyüz olmadı ama toplumsal bünyedeki etkisi o kadar şiddetliydi ki kimse gardını alacak, neler olduğunu sorgulayacak mecali kendinde bulamamıştı. Bertolt Brecht sandalyesini ters çevirip sahneyi değil seyircileri seyrederek tersliği tersyüz etmeye giriştiğinde çok geç olmuştu. Bir farkındalık ânı yaratmakla kalmıştı. Kitle iletişim araçları mesafeleri, zaman dilimlerini ve bunlara bağlı kültürel farkları çoktan üst üste bindirmiş, neredeyse eritmişti. Eski radyolar, köyden kasabaya inecek parası olmayan insanlarda bile dünya başkentlerinin istasyonları arasında gezindiği duygusu uyandırmakta başarılıydı. 19. asrın sonlarındaki sinema devrimiyle deneyimlerimiz duygudan öte bir anlam kazandı, sinematografik deneyim adeta gerçek yaşantılarımıza eklemleniyordu. Televizyon bu yaşantı ortaklığını ve çoğullaşmasını pekiştirdi. Yine de bu nesiller mekanik çağın alışkanlıklarını sürdüren, yani açma-kapama tuşuyla iş gören nesillerdi. Kendilerince bir gerçeklik sınırını muhafaza ediyorlardı. Bugün elli yaş üzerindeki radyo-sinema-televizyon nesillerinin insanları yayınlanan dünyayı gerçek dünyaya benzediği kadar benimsiyor, kahramanlarını “içimizden biri” olduğu için seviyordu. Onların ekran başındaki ağlayıp gülen, kendilerini kaptırmış hâlleri torunlarına komik geliyor. Ancak bütün sıcakkanlılıklarına rağmen cihazın dünyasıyla gerçek dünya arasına bir sınır çekebiliyordu bu nesiller. Yakınlaşma arzulanıyordu elbet ama bir aynîleşme yanılsamasına pek düşmüyorlardı. Yayın kapandığında kendi dünyalarına dönmekte zorlanmıyor, bir mahrumiyet hissine kapılmıyorlardı. O günlerin dünyasında Brecht’in “yabancılaştırma efekti”nin bir anlamı vardı. Bugün neye yarar? 

Dijital çağın çocukları kendi gerçeklikleri ile yayının gerçekliği arasında denge kurmalarını sağlayacak çizgilerden mahrum. Yayın kesintisiz ve bir kapatma düğmesi de yok! Doğar doğmaz gözlerini “yayınlanan gerçek”e açıyorlar. Kendi gerçekleri zannettikleri şeyler de yayınlarda inşa olunmuş, neredeyse onlarla eşzamanlı oluşmuş yansımalardan ibaret. Ekran karşısındaki “kapılmış” hâllerine hayret ettikleri eski nesillerden tamamen farklı bir konumdalar. Şimdikiler seyrettiklerine kapılmıyor, çünkü seyrin ve yayının bir parçası konumundalar. Ekranın karşısında olmak ile ekranda olmak arasındaki çizgi varla yok arası onlar için. O yüzden zihinleri en az yayınların kendisi kadar yayından yayılan yan süreçlerle de korkunç derecede meşgul, ilgileri had safhada ayartılmış durumda. Yayının kendi değil “yayından yayılanlar” sistemin asıl kârı elde ettiği, endüstrileştiği alandır. Ahtapotlaştığı ve kılcallaştığı aşamadır. Her içerik bir kereye mahsustur ama tekrarları, yankıları, yansımaları sayısızdır. Kârdan kâr edilmesi, zincirleme vurgunlar yapılması, yani kazancın viralleşmesi bugünkü yayıncılığın esasını oluşturuyor. Bu arka alanı iptal ettiğinizde sistemin kendiliğinden radyo-sinema-televizyon çağına döndüğünü görürsünüz. Çoğu insana göre bu taş devrine dönmekten beter! Taş devriyle dijital çağ arasında bu kadar ince bir çizgi olması şüphe uyandırmıyor mu?

Evet, kimse sırtında taş taşıyarak inşa ettiği dijital dünyayı bırakıp taş devrine dönmek istemiyor. Aksine herkes karakterini ve hayat tarzını düzeni tahkim edecek yönde ayarlıyor. En uzak dairedeki işlere el atıp en yakın dairedeki işleri savsaklıyoruz. En basitinden “etkileşim vermek” suretiyle sistemi besliyoruz. Bir tür yatırım bu. Dönerse ne âlâ yatırımı. Geri dönmeyen etkileşimi “gift economy” prensibince zarar hanesine yazıyoruz. Bu riskin sebep olacağı motivasyon kaybını erken fark eden mühendisler sistemi beslemekte sebat gösterdiğimiz takdirde kâr edeceğimiz, yani önünde sonunda etkileşim alacağımız bir algoritma düzenine geçtiler. Dijital sistem tarihsel materyalizmin bir türü. Ama buhar ve elektrik düzeninin ötesinde, soyut nesnelerin tüketimi üzerinden işleyen sofistike bir materyalizm. Duygular ve dürtüler ekonomisi. Uzağı yakın eden, içi dışa çıkaran teknolojinin soyuttan en somut kârı elde etmesi kimseyi şaşırtmamalı. Şaşırtıcı bulmamız, en azından rahatsız edici saymamız gereken insanların bu değirmene su taşıma performansıdır. Futbolseverler topun çizgiyi geçip geçmediğini günlerce tartışmaları yetmezmiş gibi sevdikleri futbolcunun oğlunun doğum günü kutlamasındaki saç stilini kendinde denemeden edemiyor artık. Magazinseverler esas kızın esas oğlana finalde çektiği rest kadar, kıyafet ve takılarının hiç değilse imitasyonlarını bulabilecekleri sitenin linkini “pin”leri arasına ekleme telaşına kapılıyor. Siyasetseverler devletler arasındaki mücadelelerin esas dinamiklerini öğrenmekten çok siyasetçilerin birbirlerini nasıl tuşa veya tufaya getirdiğinin mafyatik ve medyatik detaylarını öğrendikçe şevke geliyor. Hâsılı, yayının çeşitliliği ve kesintisizliği, yayın akışına kendini kaptırmış insanın gerçekliğini elinden alarak onu hayatsızlığa mahkûm ediyor. Gözünü hapiste açmış çocuklara dış dünyayı kelimelerle anlatmak ne kadar zorsa “yayında doğmuş” hayatsızlara başka bir dünya olduğunu, olabileceğini, olması gerektiğini anlatmak da o kadar zor. Aralıksız yayın, hayatı yutup kendine benzettikçe, boşluk bırakmadıkça “yabancılaşma efekti”ni duyumsamak, kendini yayının dışına atmak sıradan zihinler için zorlaşıyor. Yine de öngörülemeyen kesintiler, planlardaki aksamalar, kapsama alanının erişemediği kuytu köşeler her zaman olur ve “yayın” ötesinden berisinden boşluklar, fireler verir. Fire biz olmalıyız. Firar etmeliyiz. Kendimizi sahil-i selamete atmak için bu şart.

İnsan sadece hafıza değil hayat iklimi bakımından da balığa benzer. “Derya içre” oluş genel bilinç durumumuzu yansıtır. Kimi balıklar kazara kıyıya vurur, kimi balıklar bile isteye kıyıya çıkar. Kıyıya kazara vuran balık sudan çıkmışa dönmenin paniğini ve suyun dışında bir dünya olduğunu anlamanın şokunu iç içe yaşar. Sonunda ya ölür gider ya da çırpına çırpına gövdesini tekrar suya atmanın yolunu bulur. Kıyıya bile isteye vuran balıkların durumu farklıdır. Çoğunlukla büyük balıklardır bunlar. Haberciler onların depresyonda olduğunu ve intihar etmeye çalıştıklarını söyler nedense. Suya dönmeyi reddeden balık... Ölmesi neredeyse kaçınılmaz… Neredeyse… Eski bir rivayette karaya vuran büyük bir balığın zamanla nefes almayı öğrendiği, hatta ayaklanıp yürümeye başladığı nakledilir. Çok çok daha eski bir rivayette ise karaya vuran büyük balığın kendisinin değil de karnından çıkan bir adamın macerası anlatılır. Adamın denize son kez baktığı ve arkasını dönüp kara içlerine doğru yürüyerek gözden kaybolduğu anlatılır. Güzel hikâye, değil mi? Hayatsızlar “Şu adamın filmini yapsalar da izlesek.” diyecektir. Büyük hayatların aklından geçen başkadır. Onlar “Bunlar hikâye değil, el hak yaşandı!” derler.

Muhammed SARI (24 Rebiülâhir 1447 - 16 Ekim 2025)

ESSAH.. HAKKAT.. RAST

Dürüstlük mü cesaret mi oyununu bilirsiniz. Çocukken oynamakta çok zorlandığım, başladığında ortamdan hemen sıvıştığım bir oyundu. Sırlarım olduğu veya korkak olduğum için değil, sonrasında ilişkiler bir daha asla eskisi gibi kalamadığı için beni rahatsız eden bir oyundu. Oyun değil işkenceydi âdeta. O âna kadarki ilişkilerin tamamen sahtelik üzerine kurulduğu iması taşıyordu çünkü. Kavgasız, rezaletsiz bittiğini pek hatırlamıyorum. Özellikle de ibre dürüstlüğü gösterince. Yıkıcıydı. Yıkayıcı değildi. İnsanların kirli çamaşırları ortaya dökme tecessüsü temizlik sorumluluğunu almalarına manidir. O yüzden ifşa ve itiraf kültürünün bu topraklara uğramamasını çok tabiî bulmuşumdur. Öte yandan bunun “kol kırılır yen içinde kalır” zihniyetinin yerleşmesi için bahane edilmesini de asla onaylamadım. Yenisi daha beter olacak diye eskisine övgüler dizmedim. Yıkmanın da yapmanın da mevcudu korumanın da bir töresi olsun istedim hep.

“Yüzleştirme” gerçekten yapılacak başka hiçbir şey kalmadığında, bütün sonuçlarına katlanarak ve en son başvuracağımız hamle olmalı. “Üzerini örtme, görmezden gelme” ise reddedeceğimiz ilk tavır. Mümkünse her şeyi ânında görmeli ama gereğini yapmak için mutlaka vaktini beklemeliyiz. Bu iki hassasiyeti şiar edinebilirsek ilişkilerin kendiliğinden muhteva kazandığını, karakterlerin kolay kolay kir tutmadığı bir irtifaya çıktığını göreceğiz. Yüzleşmeyi sona bırakmak bazılarınca cesaret noksanlığına, görmezden gelmeyi reddetmek ise dürüstlükten ziyade geçimsizliğe hamledilebilir. Yanlış anlaşılmalar kaçınılmazdır. Birbirimizi gerçekten anlayana kadarki anlaşmaların hepsi yanılsamanın farklı dereceleri değil midir zaten? Hele konu dürüstlük ve cesaret gibi bıçak sırtı kavramlar ise boşuna uğraşmayın, yanlış anlamaktan ve anlaşılmaktan kurtulamazsınız. Dolayısıyla bu aşamada ancak şu kadarı söylenebilir: Dürüstlük ve yalancılık, cesaret ve korkaklık uç noktalardır, fakat bu uçlar arasında insanın her türden davranışına dayanak teşkil eden oldukça geniş bir değer yargısı spektrumu vardır. Öyle ki uç dediğimiz noktalar bile bundan masun değildir, kişiden kişiye farklı yorumlanabilirler. Birinin cesaret dediğine başkası “zamansız” bir kahramanlık gösterisi gözüyle bakabilir, berikinin dürüstlük saydığına diğeri “yersiz” bir doğrucu davutluk etiketi yapıştırabilir. Gerçekten de fiillerimizin etkisi vaktindelikle, sözlerimizin anlamı yerindelikle merbuttur. Bu incelik gözetilmediğinde umulanın aksi neticelerle karşılaşmak kaçınılmazdır. İncelikleri gözetmediğimizde ne olduğunu anlayamadan sınır aşımı noktasına varırız. Nefsimize hoş gelen dürüstlük ve cesaret gösterileri yaparken ihlal ettiğimiz o sınırda bizi nahoş bir kelime bekler: Enayilik. 

“Ene” kökünden yani “ben” zamirinden türeyip zamanla anlam genişlemesine uğramış bir kelime enayilik. “Kolay kandırılan, aklı pek çalışmayan, kendini kendi eliyle zarara uğratan veya zarardan koruyamayan, kendi hayrına olacak işleri bilemeyen” anlamına geliyor. Bana kalırsa kelimenin anlamı kökünden kopacak kadar genişleyip dağılmamış. Aksine, dürüstlük ve cesaret bağlamında vurgulamaya çalıştığımız sınır aşımının sonuçlarını gayet isabetli biçimde özetliyor. Haddini aşanın zıddına inkılâp etmesi gibi, yerini bulmayan her söz ve vaktini bilmeyen her fiil enayiliğe dönüşüyor. Nefsimize uyarak sergilediğimiz cesaret ve dürüstlük gösterileri enayilikten başka anlam taşımıyor. “Enaniyet”e kapılarak yaptığımız işlerden sadece “ene”mizin istifade edemeyişine “enayilik” diyoruz. Cehaletin katmerlisi. İşte kavramın özü!.. Elbette şuna dikkat etmek gerek: İnsanların yerleşik anlayışları meselelere fazlasıyla menfaatçi bakmalarına sebep olmaktadır. Yani insanlar kendilerine kısa vadede somut menfaat sağlamayan, görünüşte kendilerini zora sokan söz ve eylemlere enayilik diyor. Bu sathî bakışla deliyle veliyi birbirinden tefrik mümkün değildir. Bu yüzden dürüstlük ve cesaret bahsi “aklı gözlerine inmiş” kimselerle konuşulamaz. Kavramların ve değer yargılarının girift ilişkileri üzerine yalnızca bilgi ve tecrübe sahipleri söz almalıdır. Yine de biz sıradan insanların sıcağı sıcağına yaşadığımız sorunlara dair asgarî bir kavrayışa ulaşma sorumluluğundan kurtulacağımız anlamına gelmiyor bu. Aklımızın erdiği kadar konuştuğumuzun farkındaysak konuşmaktan zarar gelmez, aklımızın ermediği yerde susabilme faziletine sahipsek sözlerimize güvenebiliriz. Konuşmaktan, ancak konuşmak zorunda olduğumuz için konuşuyorsak bir hayır umabiliriz. Neyin gerçekten enayilik, dürüstlük veya cesaret sayılabileceğini anlamak için konuşuyoruz.

Enayilik de cesaret de insan hayatında merkezî yer tutmaz. Çünkü cesaret herkesten beklenen bir meziyet değildir. Enayilik ise meziyet değildir zaten, arızî durumdur, tercih değil sonuçtur. Kaç okka çektiğimizi gösteren bu üç kefeli terazide anahtarın dürüstlük olduğuna inanıyorum. Herkese emredilen yalnızca dürüstlüktür. Çocukken oyunu benim için oynanamaz kılan da buydu. Kendisiyle oyun olmayacak tek şeyi oyuna çevirdiğimizi hissediyordum, yan yana duramazlardı. Dürüstlük lafla da olmaz. Bir söz değildir, edebiyat hiç değildir. Öyleyse benim gibi burada sürekli dürüstlükten bahsedenlere temkinli yaklaşmak gerek. Fakat durun! Kendi kellemi öne sürerek dürüstlük namına en büyük sahtekârlığı yapmadığım nereden belli? Belli değil. Bilemezsiniz. Bazen ben bile bilemem. Ama şu kesin olarak bilinebilir: Dürüstlük kendisinden söz edildikçe insandan uzaklaşan bir haslet, öyle ele gelmez bir mahlûk. Mevzumuzun geldiği yer bana Mithat Cemal’in Âkif hakkındaki bir anekdotunu hatırlattı. Mithat Cemal dürüstlük bakımından Âkif’i Rousseau’ya benzetince şairimiz buna itiraz eder. “Her insan evladı kabahatini anlatırken utanıp küçülür; ama Rousseau İtiraf’larında kendini küçülttükçe büyütmenin yolunu bulmuştur. Ne sahte heriftir o!” der. Dürüstlüğün oyuna, söze, gösteriye konu olamayacağını; kişinin kabahatlerini ortaya saçmasının dürüstlüğe en zıt hâl olduğunu bir kez de Âkif’ten öğreniriz. Demek ki kabahatini bilmesi, unutmaması ve ortalığa saçmaması kişiye dürüstlük sermayesi olarak yeter. Artması gerekmeyen, ama mutlaka bulunması gereken bir sermaye bu. Kefenin cebi olmasa da öte tarafa yalnız bu sermaye gider.

Rahmetli nenem ona şakayla bir söz söylediğimize, bize bir şeyi teyit ettirmek istediğinde veya kulaklarına inanamadığında gözlerini aça aça “Essah?.. Hakkat?.. Rast?..” diye sorardı. Yıllar sonra fark ettim ki dürüstteki “rast”tı bu. Özün özü gözümün önündeymiş. Gözümüzün önündeki göremiyorsak doğru dürüst bakmayışımızdan. İşlerimiz “rast” gitmiyorsa dürüstlükten yana zaafımız olduğu için. Dürüstteki “rast”ladır işimiz; rast gele deyip elini beytülmale daldıranlarla, hayatını rastgele yaşayanlarla alakamız yok. Üç kefeli teraziyi “rast”tan başkası doğru çalıştıramaz. Kefelerden biri doğru dürüst netice veriyorsa diğer ikisinin ölçümünü ölçmek zor değildir. Kefeler üçtür ama karşılaştığımız zorluklara “ikilem” demeyi tercih etmişiz. Ömrümüz boyunca sayısız kez bu dilemmayla karşılaşırız. Şartlar karşımıza dikilip bize en alaycı ses tonuyla sorar: Dürüstlük mü, cesaret mi? Enayilikten, o görünmeyen üçüncü kefeden hiç bahsetmez. Soru soran ses alaycı olduğu kadar acelecidir de. Kestane kebap, acele cevap!.. Hayır, dürüstlük aceleye gelmez.

Dürüst olmak gerekirse lafı geveliyorum, karnımdan konuşuyorum, evet. Çocuk oyunlarından kalma travmalar diyelim… Bugün semadan sihirli bir değnek inse ve herkes karnından konuşmayı bıraksa acaba dünya daha yaşanır bir yer mi olur yoksa hepten çekilmez hâle mi gelir? Sizi bilmiyorum ama bence sihirli değnek beklentisi ikisinden de kötü bir hâli işaret ediyor. İşler bu noktaya vardıysa bir şeyler bir yerlerden itibaren “rast” gitmemeye başlamış demektir. İşlerin baştan beri yalan yanlış yapıldığını iddia edersek enayilik etmiş oluruz. Etmeyelim. Yalanların ve yanlışların içimize sızdığı yeri bulmamız kâfidir.

Muhammed SARI (18 Rebiülâhir 1447 - 10 Ekim 2025)

KESİNTİSİZ, UCU AÇIK BİR ÇAĞ

Biz Müslümanlar sadece peygamberlerin sözlerini ve fiillerini kritik dışında tutarız. Tarihteki diğer her şey kritiğin rasatına girer. Girer ama doğrusu onların mutlak doğruluğuna, yanlışlığına hükmetme gücüne çoğu zaman sahip değilizdir. Yani tarih denince önümüzde sınırları oldukça geniş ancak gayet belirgin çizilmiş bir tarassut alanı açılır. Peygamberlere bakışımızda iman, diğer insanlar için insaf kriteri esastır. Bu kriter farkının basit bir yöntem tercihinden evvel bir niyeti yansıttığını özellikle vurgulamak istiyorum. Niyetler yöntemi ve sonucu doğrudan belirler. Maddeye yönelirken bile bu böyledir, tarihe bakarken niyetlerimizden bağımsız bir pozisyon alamayız. İlk modernler yöntem üzerine boşuna düşünmemişti ve kendi hesaplarına gayet başarılı da olmuştu. Başarı niyeti devreden çıkarmalarından değil, perdeleyebilmelerinden ileri geliyordu. Yöntemleri “hayatı kuran her unsurdan en az bir kere şüphe etmek” şartına dayanıyordu. Uzun 19. yüzyıl boyunca yöntemin bizatihi niyet olduğunu anlayamadan didinip durduk. Sadullah Paşa’nın “Mecâz oldu hakikat, hakikat oldu mecâz / Yıklıdı belki esâsından eski ma'lumât” diyerek kuyuya attığı taşı Âkif gibi âkil bir muvahhid bile çıkarmaya çalıştı zaman zaman. Biz yine de insaflı olalım; onlar gibi sıcak ateş hattında yaşamadığımızı unutmayalım. Bizim vazifemiz, dondurucu Batılılaştırma fırtınası altında kalıplaşmış, taşlaşmış önyargı duvarlarını aşmak, hiç olmazsa aşındırmaktır.

Peygamberler tarihi, evrensel tarih denen keşmekeşin tam orta yerinde duruyor, cadde-i kebir vasfını koruyor. Gezinmek istiyorsak ara sokaklara, bir yere varmak istiyorsak ana caddeye yöneleceğiz. En geniş anlamıyla tarih idesini bu iç içe geçmiş ikilik üzerinden kavramamız gerekir. Okullarda öğretildiği gibi yaşananları geriye dönüp sebepler-sonuçlar diye kategorilere ayırarak tarihi anlayamayız. Ne peygamberler tarihi ne evrensel tarih denen keşmekeş bu tür okumaya ilanihaye imkân tanımaz. Tarih sebeplerin sonuçları doğurduğu determinist bir işlem veya o işlem boyunca yapılan doğrular-yanlışlar toplamı değildir. Determinist okuma modeller, şablonlar, şemalar aracılığıyla akademinin bilimsellik hevesini tatmin eder. Oportünist okuma da böyledir, reel politiğin retorik ihtiyacını karşılamak için en ideal yoldur. Tarihten içi boşaltılmış, kullanılmaya hazır figürler, semboller, sloganlar devşirmeye yarar. Hâlbuki bizim kelimenin en yalın manasıyla dinamik ve diyalektik bir tarih felsefesine ihtiyacımız var. Tarihyazımı temelde bir betimleme, bir sahne kurulumu, bir koreografi sorunudur. Perspektifin, derinliğin, orantıların, ışığın ve akışın ayarlanması meselesidir. Bu yüzden sebepleri ve sonuçları, insanları ve hadiseleri, nesneleri ve fikirleri bütünleşik varoluşlarıyla görmeye çalışmalıyız. Türkçesini söylersek: Günümüzde kapısına gideceğimiz bir peygamber olmadığı acı gerçeğini, bununla birlikte tarih dediğimiz şeyin ilk günden kıyamete kadar bir peygamberler tarihi olduğu kutlu gerçeğini bütün olarak kavramak durumundayız. Zaman ve mekân çıtalarını çattığımız ve merkezine özne olarak peygamberleri yerleştirdiğimizde, özetle “sahneyi kurduğumuzda” modern tarihyazımının tikelcilik-tümelcilik, pozitivizm-anakronizm gibi müzmin hastalıklarına düşmekten büyük oranda kurtulabiliriz.

Kendilerini hangi peygambere nispet ettilerse o türden bir tarihleri oldu toplumların. Peygambersiz tarih, dinozorlar çağından daha ıssız ve yabani bir dünya tasavvurudur. Tipik bir 19. yüzyıl doğa bilimleri icadıdır. Modernler İsa aleyhisselam üzerinden kendilerini “gelenek”le hesaplaşmış kabul etti, konuyu mitolojiye ve teolojiye havale ederek işi oldubittiye getirdiler. Kur’ân modernlerden bin küsur yıl önce böyle bir tasavvurun sebep olacağı kötülüğün önünü almak istercesine insanlığın bütün hikâyesini peygamberler üzerinden anlatır. Bu incelik herkesten önce bizi ilgilendiriyor. Biz âhir zaman insanlarıyız. Hem zatını görmeden kendimizi Muhammed Mustafa’ya (en uzak düne) nispet ediyoruz hem de kıyamete (en uzak yarına) kadar O’nun getirdiğinden başka sadık haberin gelmeyeceğini ikrar ediyoruz. Bu sayede, kıyamete bütün ümmetlerden daha yakın olsak da bir ıssızlık, bir sahipsizlik duygusuna kapılmıyoruz. Muhammed aleyhisselama kadar bütün ümmetler bir tür ardışıklık ve sonluluk duygusuyla, bir sonraki peygamberi (bağışlanmayı) beklemek intizarıyla ömür sürdüler. Kur’ân’la birlikte kesintisiz, ucu açık bir çağ başladı. Ucu açık, evet. Âhir zaman insanı inkâra da mucizelere de sonuna kadar açıktır. Taşınması zor bir yük bu. Ama her zorlukla beraber bir kolaylık var.

Kolaylık tarih idesine ve hayat denen armağana bakışımızı bağdaştırmaya bağlı. Bir düzenlilik içindeyiz ama bu mekanik bir düzen değil. Tarihi algoritmik bir işlem gibi, geriye doğru sağlaması yapılabilir, incelenecek bir dava dosyası gibi göremeyiz. Geriye baktığımızda başkalarının hatalarından ibret alarak o hatalarının çoğunu işlemekten kaçınabiliriz; fakat bu bizi kendi hayatımızı yaşarken kendi hatalarımızı işlemekten, hatta aynı hatalara düşmekten kurtarmayacak. Bu garip ve büyüleyici bir farkındalık ânıdır. Bilmek hayatı yaşamaya yetmiyor, hele anlamaya hiç yetmiyor ama hayat bilgisiz de olmuyor. Tarih bilgimiz ne kadar derin olursa olsun sabah gözümüzü açtığımızda kararı verecek olan biziz. Yalnız unutmayalım ki bu “biz” aynı zamanda tarihin bir parçasıdır. Şimdideki bütün özneler gün gelir tarihin nesnesi olur. Demek ki şöyle denebilir: Tarihte ve tarihle karar veririz. “Zamanda” olduğumuz kadar “zamanla”yızdır. Kendi hayatımızı ve hatalarımızı tecrübe etmedikçe geçmiş hayatlar ve hatalar üzerine konuşma hakkımız yoktur. İnsafsızlık olur bu. Yaşadıkça, yetişkinlikçe kendisine uyanabildiğimiz bir ide tarih. Herhalde bu yüzden çocukları en az ilgilendiren derstir. İnsanın ilk değil, son görevidir tarih. Bu sözüme bakarak, kişisel tarihine özen göstermemiş bir insanın sırf yetişkinlik çağına geldi diye tarih hakkında yetkince konuşabileceğini sanmayın. Hayat, hayatta olunduğunun farkına varılarak yaşanmamışsa yaş bakımından ilerlenmiş olması hiçbir kıymet ifade etmez. Zamanların en âhirinde yaşadığını idrak edene kadar bir insana yetişkin diyemeyiz. Böyle insanlar yine de ısrarla tarih adına söz alıyorlarsa dikkatli olmalıyız. Kişisel tarihlerindeki açıkları kapatmak için vitrinlerini determinist ve oportünist tarihçiliğin hazır gıdalarıyla süslüyorlar demektir. 

Hazır gıdalar ambalajlarıyla, üretim ve son kullanma tarihleriyle, hazım ve besin değerleriyle tüketiciye değil üreticiye hizmet eder. Tabiî ürün “benden sana zarar gelmez” dediği hâlde rağbet görmez. Birçok hazır gıda üzerindeki “sağlığınız için bu ürünü tüketmeyin” uyarısıyla satılır. Ve satın alınır da! Çünkü “hazırcılar” insanların çoğunun yaş alsa da çocuk kaldığını, akıllarının gözlerinde ve başka yerlerinde olduğunu iyi bilir. Raftaki hazır kavanoza da petekten henüz süzülmüşe de bal diyorsanız yazıyı buraya kadar boşuna zahmet edip okumuşsunuz. Hazırlanan ile hazır bulunan asla aynı değerde değildir. Getirdikleri kolaylık ve zorluklar da aynı olamaz. Başka başka hayat tarzlarının göstergesidirler. Burada biz âhir zaman insanlarını ilgilendiren başka bir incelik daha var: Petekte de olsa bal bir tür hazır gıdadır, doğada hazır bulunur. Çoğu zaman onu doğrudan yiyebilirsiniz. İstisnai hâller hariç şifa bulursunuz. Buradaki hazır oluş naklin akla takaddüm etmesine benzer bir hazır oluştur. İnsan türü için hayatî olan her unsur (hava, su, güneş, toprak, bitkiler, hayvanlar…) buraya vaktiyle konmuştur, doğan her insan yavrusu bunları hazır bulur. Tabiatı hazır bulduğumuz şekliyle istimal ettiğimizde nakledilenden faydalanmış, kültive ederek ürünü çeşitlendirdiğimizde aklımızı da kullanmış oluyoruz. Yan ürün çeşitliliği arttıkça aslî unsurların görünmez oluşu insanları aklı naklin önüne koyma, evrensel tarih ile peygamberler tarihini ayrı algılama, giderek peygamberler tarihini marjinal alana itme hatasına sürüklemiştir. Bugün markete girdiğinizde gördüğünüz ürünlerin onda dokuzu nasıl hayatî değil keyfî ise kurumsal aklın geçmişi suistimal ederek türettiği tarih yorumları da o denli keyfîdir, faydasızdır. Faydasız ilimin kötülüğü başka kötülüklere benzemez, örgün eğitim yoluyla doğrudan toplumsal genetiğe hücum eder.

Çocuklara kötünün ne olduğunu bildirene kadar alnımızın damarı çatlar. Asıl kötülüğün başka kötülüklerin kapısını açan küçük hatalarla başladığını anlatabilmek ise zorun zorudur. Belli bir olgunluğa erişmeden kimse tarihten ve ahlâktan nasip alamaz. Yetişkinlik kötü şeyleri yapmamakla değil, onun neden yapılmaması gerektiğini bilmekle, yani ileriyi görebilmekle başlar. Hadiselerin ne kadar ilerisine, âhirine bakarsanız bakın görebileceğiniz en son şey ilk şey olacaktır, yani Âdem aleyhisselam. İnsanın tarihi yahut tarihin insanı… İçerimleri birbirine açılan bu kümelerin fraktal yapısı bizi aynı anda hem tarihin ötesine hem tarihin ortasına fırlatıyor. Bu diyalektik akış izdüşümsel varlığımız aslına rücu edene kadar sürecek.

Muhammed SARI (14 Rebiülâhir 1447 - 6 Ekim 2025)

KAYDEDİN, LAZIM OLUR

Her şey kaydediliyor. Galaksiler arası hareketlilikten insanlar arası ayaküstü lakırdıya kadar her şey. Tarihte bu ilk kez oluyor. Tarihe bu ilk kez oluyor. Bu sabah cep telefonumun konumu açık kalmış. Açıkta kalmışım! Demek ki uydular arka mahalledeki semt pazarına gittiğimi, sonra bütün gün evden çıkmadığımı biliyor. Ne yapacaklar bu çöp bilgiyle? “Paslı çivi de olsa atma, gün gelir lazım olur.” mantığıyla yaşayanlar soruyu yersiz bulacaktır. Fakat konumuz tedbirsizlik değil; ben aleyhimize sürekli istihbarat toplayan, fazlasıyla kanıksanmış bir tehditten şikâyet ediyorum. Stokçuluk her zaman iyi bir vurgun yoluydu ama dijital çöpçülüğün trilyonlarca dolar değerinde bir sektöre dönüşeceğini, çöpü eşeleyenlerin dünyanın en zengin ve en tehlikeli insanları olacağını söylesek kim inanırdı? “Bit” pazarına hakikaten nur yağmış.

Her şey kaydediliyor. HER ŞEY! Hasan Sabbah fedailerini ve düşmanlarını hangi sözlerle büyülemişti bilmiyoruz. Fısıldadıkları onunla beraber mezara gitti. İrem bağlarının ve sütunlarının neye benzediğini gösteren bir fotoğraf ulaşmadı elimize, meraktan ölsek de öğrenemeyeceğiz. Rasulullah bütün münafıkların ismini Huzeyfe bin Yemân’a sır olarak vermişti ama Huzeyfe sırrı öğrenmekte ısrar eden Hz. Ömer’e isimleri söylememişti. Emrin hikmeti buradaydı. Dinozorlar, mamutlar, dodo kuşları; Atlantis, Eldorado, Şambala belki hiç var olmadılar yahut hep birlikte tarihe karıştılar. İyi ki karıştılar. Bizim düştüğümüz kafese düşmekten kurtuldular. Evet, biz kendi derdimize yanalım. Yeryüzündeki canlıların hayatını bir çırpıda sonlandırabilecek türlü belayı sığınaklarda, hangarlarda, veri bankalarında, laboratuvarlarda hazır bekletiyoruz. Hiçbir şeyin geçip gitmesine, tarihe karışmasına izin vermiyoruz. Yetmiyormuş gibi, geçip gitmişleri teknoloji yardımıyla bugüne getirmeye, “canlandırmaya” çalışıyoruz. Yazılı, analog, dijital fark etmez; sorumluluğu alınmayan, sonuçları hesaplanmayan her kayıt bir lanete dönüşecektir. Bazı şeylerin unutulması, terk edilmesi, yok olması gerekir. İnsanlık bugüne kadar geldiyse biraz da gidenlerin yer açmaları sayesindedir. Fakat bugün işler bambaşka boyutlara varmış durumda: İnsan türünü sürdürmenin önündeki en büyük engelin insanın kendisi olduğu tezi işleniyor.

Geçmişin bazı büyük hadiselerine dair elimizde üç beş parça tabletten, parşömenden fazlası yokken günümüzün en küçük sokak hareketleri hakkında bile ânında dağlar kadar enformasyon üretilmesi tarihe bugünden bakmayı hiç olmadığı kadar zorlaştırıyor. Büyük veriyi anlamlandırma çabası daha büyük ve karmaşık veri yığınlarına sebep oluyor. Bilgiye kendi cinsinden bir araçla yaklaşmanın kaçınılmaz sonucu bu. Bilgi işlem araçlarıyla kayıt altına aldığımız bilgiyi yine aynı araçlar üzerinden işleyerek köpürtüyoruz. Ben nakledilen bilginin bize ulaştığı kadarını gerekli ve yeterli, ulaşma ihtimali olan kısmını emeğe ve zamana bağlı, ulaşamamış ve örtülmüş kısmını ayartıcı ve tehlikeli kabul ediyorum. Bilmemiz istenseydi bildirilirdi, bilirdik. Bilmemiz istenirse bildirilecek, bileceğiz. Fakat bir de insanın bilebilirlik sınırları içinde kalan ama girilmemesi istenen bilgi alanları var. Yasaklı ağaç misali, Hârût ile Mârût’un ilmi misali imtihanlar bu. Modern insan büyük zararlara uğrayacağı o sulara hiç düşünmeden girdi ve hâlâ o sularda ilerlemeyi görevden öte hak biliyor. Yelkenlerini kâşiflik ruhu ve definecilik anlatısının şişirdiği bu bilme biçimine mesafeliyim. 

Ben evvela bildiğimiz kadarıyla ne yaptığımızı sorgulamayı daha dürüstçe buluyorum. Müslüman zihin yapısı bildiğiyle ne yaptığının hesabını vermeden bilmeye (yığmaya) devam etmenin yıkım getireceğini iyi bilir. Bilgiyi tek yönlü, yalnızca ehlinin açıp kapaması gereken bir kapı olarak görür. İlim kapısı Müslümanlarca amacına uygun kullanılmadığı için zamanla işlevini yitirdi, duvara dönüştü. Kapının/duvarın 17. yüzyıldaki bilimsel devrim dalgasıyla ağır hasar aldığını, 20. yüzyılın medyatik kasırgasıyla tamamen kırıldığını söyleyebiliriz. Artık o kadar büyük miktarda enformasyon akışı var ki insanın bilgiyi kuşatması şimdiden imkânsız hâle geldi. İroninin büyüğü de bu noktada belirdi: “Bilmeye cüret et!” nidasıyla dogmatik uykusundan uyandığı söylenen yeni insan, kendi eliyle veriye dayalı yeni bir din, bir enformasyon teolojisi yarattı. Yapay zekâ, büyük verinin insana mahsus bilme biçimi ve hızıyla işlenemeyeceği anlaşılınca yönelinen bir fikirdi. Fikirleri korku ve hayranlık objesine dönüştürüp tanrılaştırmakta Batı'nın üstüne yoktur. Batı daima, bildiklerinin yanında bilebileceklerinin büyüklüğüyle tetiklenip kamçılanan bir topluluk oldu. Bildiklerinin ve bilebileceklerinin, bilmedikleri ve bilemeyeceklerine nazaran hiç mesabesinde kaldığını kabullenmek istemedi, “Ben ne yapıyorum?” demedi. Bilgi akışının kendisi amaç katına yükselmişti bir kere. “Ben”, “ne” ve “yapmak” arasındaki organik bağlar kopma noktasına geldi.

Yapılanlardan nakledilenler kadarını bilme işine tarih diyoruz. Tanımı gereği noksanlıklar taşıyan bir bilgi alanı. Tarih boşlukları ve parçalılıklarıyla yararlı. İnsan o boşluklara yerleşerek, o parçaları başka parçalara uyumlayarak tanıyabiliyor kendini. Tarihin içinde yaşıyoruz ve tarih içimizde yaşıyor, bu organik geçişkenlik olmadan bilincimiz gelişemez. Geçişkenlik aynı zamanda tarihçiliğin bir şuur açıklığı ve yaşantı zenginliği meselesi olduğunu, dijital enformatiğin yaptığı gibi arşivcilik ve envantercilik işi olmadığını da işaret eder. Zihnimize ne girecekse, ıttılaımıza ne arz edilecekse bunun hacim ve malzeme açısından hem parçalı hem parçalanabilir olması gerekir. Ne insana ulaşan bilgi ne de bilgiyi işleyen insan zihni yekpâredir. Her şey ama her şey parçadan ibarettir. İnsan, parçaları iyice parçalayıp sonra birleştirerek yeni parçalar üretecektir; insan türü için bundan fazlası mümkün değildir. Devraldığımız noksanı yine başka türlü noksan bırakarak göçüp gideceğiz. Tarih biraz da bunun için var. Önü arkası olan bir hayatımız olsun diye. Tarihin “noksanlık” kabulüne mukabil enformasyon teolojisi “tamamlayıcılık” saplantısıyla her detayı kaydeder, tanımlar, tasnif eder, gerektiğinde geri çağırmak üzere stoklar. Her detayı kaydedilen bir çağ hâlâ tarih biliminin konusu mudur? Geleceğin tarihçisi boşlukları yoklamakla değil enformasyon yığını arasında kendine boşluklar açmaya çalışmakla uğraşacaktır. Radyo ve televizyonlar küresel kesintisiz yayına başlandığında düşünme eyleminin alanı hiç olmadığı kadar daralmıştı. Gerçekzamanlı internet yayınıyla birlikte bildiğimiz mânâda düşünme faaliyeti bitti. Hâlbuki insanın geçmiş veya gelecek hakkında düşünebilmesi için kendiyle baş başa kalmayı bilmesi (bütünden/bugünden ayrılabilmesi ve kendini boşluğa/teorik alana çekebilmesi) şarttır. Kendiyle baş başa kalabilmek gerçekle yüzleşebilmek demektir. Biz yüzsüzleşiyoruz.

Kendiyle baş başa kalamayan, sırrını saklayamayıp büyüsünü (mahremiyetini) kaybeden, bildirimsiz ve etkileşimsiz duramayan insanların hayatı son tahlilde enformatiğin konusudur. Enformasyona karşı mitoslar çağına dönelim mi diyoruz? Hayır. Sünnet-i Seniyye sır ve mahremiyet sahibi olmanın muğlaklık ve müphemiyete cevaz vermediğini, her şeyin kaydedilip ortalığa dökülmesinin şeffaflık ve cesaret anlamına gelmediğini bize vaktiyle öğretmişti. Gerçeklik, sahicilik, dengelilik kavramları tarihte ilk ve son kez O’nun yapıp etmelerinde tam karşılığını bulmuştu. Yaşanabilirlik ve yaşatabilirlik Sünnet’in esasıdır, insanî olan bu sayede ilahî olana temas edebilmişti. İslâm’a göre bizi her ân izleyen göz aynı zamanda bizi “gözeten göz”dür. Yaşananları kesintisiz kayıt altına alanlar ise sadece tanrıcılık rolü oynuyor. Yaptıklarına “gözetlemecilik” dışında bir ad verilemez. Onlar yaşamak ve yaşatmak sanatıyla ilgilenmiyorlar. Günü geldiğinde “kayıttan oynatılan” bir dünya düzenine (sessiz kıyamete) geçme hazırlıklarıyla meşguller. İşler gide gide geri dönülmez bir noktaya mı varacak yoksa en başa mı dönecek? Kıyamet ânında cihazlar kayıtta olacak mı? Cevabım kayda geçsin: Çok merak ediyorum ama asla bilmek istemiyorum.

Muhammed SARI (8 Rebiülâhir 1447 - 30 Eylül 2025)

DOLDUR BOŞALTLA OLMAZ

Uş dikdiler kefen tonum
Hazret'e gönüldi yolum
Bunda kalan nemdür benüm
Allâh sana sundum elüm
Yûnus Emre

Kimi arkadaşlarım yine yaşlanmadan hatırat yazıyorsun demeyecekse söze bir anekdotla başlayacağım. Takım tutmayı orta ikide bıraktığım hâlde lise bitene kadar okulu kırıp futbol idmanı seyretme alışkanlığımı sürdürdüm. Eve en yakın tesis Dereağzı olduğu için Fenerbahçe idmanlarına giderdim. Doksanların sonuna doğruydu, kadroyu hatırlayamıyorum. Bir keresinde epey tatsız bir idmana denk gelmiştik. Sahadaki kaosa yarım saat tahammül eden kenardaki yöneticilerden biri sonunda dayanamayıp patlamıştı. Gırtlağını yırtarak tesisi inlettiğini unutmuyorum: “Olmaz! Böyle olmaaz! Doldur boşaltla olmaaaz!” Adam su şişesini yere çalıp sahayı terk etmişti. Doğrusu niye kızdığını pek anlamamıştık. Çünkü futbol, özellikle Türk futbolu o zamanlar böyle oynanan bir oyundu. Doldur boşalt!

Böyledir. Bazı sıradan anlar, önemsiz bazı cümleler bende kırk yıl yankılanır. O kadar çok yankılanır ki zamanla gerçek bağlamlarından kopar, zihnimde senelerce yüzergezer hâlde dolaşırlar. Ta ki yerlerini bulana kadar. Ruhbilimciler takıntılı kişilik bozukluğuna yoruyor böyle aşırılıkları. Bilemiyorum, olabilir. Fakat bu anekdotta bana ilginç gelen başka bir şey var: Yankıların yaş ilerledikçe kuvvetlenmesi… Yaşlanmayı böyle tarif edebiliriz sanırım, iç yankıların kuvvetlenmesi olarak. Yankı seni senle sağır eden şeydir. O yüzden hayat tecrübesi denen, yaşantı denen birikmeler zamanla bir yüke, hapishaneye dönüşebiliyor. Sanırım bu çelişkinin kesin çözümü yok. Kesin olan şu: Ne sağır odalarda ne de sağır eden yankılar altında insanca bir ömür sürmek mümkündür. Bunu bildiğim için odağımı kaybettiğim, yankılardan veya yankısızlıktan bunaldığım anlarda kendime küçük bir ayar çekiyorum. Sorunu çözemiyor veya kabullenemiyorsam dikkatimi sorunun neden önüme çıktığı, çıkarıldığı sorusuna yöneltmeye çalışıyorum. Talihliysem kırk yıl, yüz yıl, bin yıl geriden yankılanan seslerin ve dillendirilmemiş gerçeklerin bizimle farklı bir frekansta sürekli konuştuğunu duyabiliyor; yeni bağlamlarda yepyeni çağrışımlar kazanabildiğini, bu sayede kavrayışımı bir nebze de olsa ileriye taşıdığını fark ediyorum. “Doldur boşaltla olmaz!” da bu yankılardan biri benim için. Bağlamlararası yolculuk eden bir cümle.

Bütün yolculuklar ileriye ve geriye doğrudur. İleri ve geri dışında yön yoktur. Sağ-sol, aşağı-yukarı dediğimiz ileri ve gerinin türevleridir. Algılayışımızdaki bu çizgisellik, çocukken küresel formlu kâinatı basitleştirir ve bizim için yaşanabilir kılar; fakat aynı çizgisellik yetişkinlikte kâinatı bütüncül bakışla görmeye mani olur. Doğal yönlülüğümüz ileriye ve geriyedir, bir engelle karşılaşmadıkça diğer yönlere hareket etmeyiz; buna en başta fizyolojimiz müsait değildir. Zihnimiz de hayatın büyük bölümünde fizyolojinin kendisine aktardığı örüntüyü veri alarak çalışır. Gerçek anlamıyla zihinsel hayat, ileri-geri mekaniğinden kurtulunup bir sebeple (travmalar, çatışmalar, ölüme ilişkin deneyimler…) çokboyutlu hareket prensibine geçildiğinde başlar. Fark edilebileceği gibi “doldur boşalt” da sınırlı fizyolojik yönlülüğümüzün ve ona bağımlı zihinsel işleyişimizin, yani ileri ve gerinin görünümlerinden biridir. Çoğu zaman semeresiz kalan, kaçmaya çalıştığımız ama onsuz da yapamadığımız hayat rutinimizin ifadesidir “doldur boşalt.” Böylece bu küçük anekdot bir metafor niteliği kazanmış, parazitli sinyal anlamlı bir mesaja dönüşmüş oluyor benim için.

Metafordan devam edelim: Hayatta daima iki taraf varsa birinin ilerleyişi (dolduruşu) diğerinin gerileyişinden (doluşundan) bağımsız olamaz. Hayatın anlamı bu sarkacın salınımlarında duyumsanır. İki taraf da aynı anda ilerlemez, çünkü çarpışma öngörülemez hasarlara sebep olabilir. İki taraf aynı anda gerilemez, yoksa oyun (hayat) başlamadan biter. O yüzden genellikle olan, taraflardan birinin diğerini doldurmaya, diğerinin geleni boşaltmaya çalışmasıdır. Bir yanda boşluk bir yanda doluluk varsa hayat tabii seyrinde ilerliyor demektir. Ne var ki doldurma girişimi her zaman gerçek bir doluluk taşımayabiliyor. Dolduran dolu değilse doldurma girişimine blöf veya “şişirme” deriz. Savunmadaki taraf “şişirme”leri kolayca patlatıp boşa çıkarabilir. Fakat blöfü fark edemezse “dolduruşa gelmiş” olur. Dolduruşa gelende de doluluk olduğu söylenemez, çünkü yuttuğu bir balondan ibarettir. İki taraf da boş olduğunda oyun enlemesine oynanmaya başlar, seyir zevki düşer, yan çizişler karşısında ıslıklar yükselir. Kör bıçakla yumuşak domates kesmeye benzeyen asap bozucu bir durumdur bu. Zaten sürdürülmesi zor olan ileri-geri mekaniği, amaçsız ve sonuçsuz “doldur boşalt”lar yüzünden “iki ileri bir geri”ye dönüşmüş ve tıkanmıştır. “Doldur boşaltla olmaz!” diye haykıran adamın öfkesi bunadır: Dolu isen neden karşı tarafı gerçekten doldurup sonuç almıyorsun? Doluluğun hakkını vermemek suç değil mi? Dolu değilsen karşı tarafı dolduruşa getirerek kazanç koparmaya çalışmak başarı sayılır mı? Papaz her el pilav yer mi? Karşı tarafın boşa çıkarma becerisinin senin doldurma kapasitenden yüksek olduğu anlaşıldığı hâlde seni destekleyenleri kandırmaya ne kadar devam edeceksin? Bu gidişin sonu var mı? Yarın karşı taraf da doldurma gücüne erişir ve konumlarınız değişirse seni doldurmalarını veya dolduruşa getirmelerini nasıl engelleyeceksin? Savunma planının var mı?

Hayatın “doldur boşalt”la geçiştirilişi amel defterimizde büyük boşluklar bırakıyor. Doluluk da boşluk da aslında yaşamanın, yani oyunun bir parçasıdır; ama “doldur boşalt” sadece bir oyalanmadır. Doluyu boşaltarak her şeyi mahvetme tehlikesi beşer olarak hep başımızda. Dikkatimizi doluyu boşaltmamaya ve mümkünse boşluktan doluluk damıtmaya yöneltmeliyiz. Ama bazen bir şeyleri doldurmak için başka şeyleri boşaltma ikilemi de belirir önümüzde. Bu durumda önem sıralaması yapamayan, seçme cesareti gösteremeyen kaybedecektir. Ölmeden önce amel defterimizin neye benzediğini görmek istiyorsak hayatta neyi doldurmak uğruna neyi boşalttığımıza bakalım. Maddi ve manevi keselerimiz bize bu ömrü israf değil sarf edelim, yani tasarruf edelim diye verildi. Tasarruf, anlam kaymasına uğramış hâlini ve sözlükteki hâlini birlikte kullanabildiğimiz kelimelerden. Öyleyse kelimenin ikili kullanımına istinaden şunu söyleyebiliriz: Türkçede hayat harcayarak biriktirme sanatıdır. Kalbimiz, kafamız, midemiz, er bezlerimiz ve yumurtalıklarımızın dolu veya boş oluşları amel defterimizin akıbetini belirler. Kulluğumuzun kabulü bunları nasıl kullandığımızın hesabını vermekten geçiyor.

İnsanların amel defterini bir tür banka hesabı gibi tasavvur edişleri çok yenidir. Buna modernizmin başka bir “doldur boşalt” enstrümanını öne çıkarıp mutlaklaştırması sebep olmuştur: Cep. Vücudumuzun bir parçası olmadığı hâlde delindiğinde öleceğimizi düşündüğümüz cep. Kefende bulunmadığı ısrarla hatırlatılan cep… Keynes, kapitalizmi “doldur boşalt”la ayakta tutmuştu. Gerçek olması gerekmiyordu; piyasanın her yerinde doluluk (hareket) izlenimi uyandırılması herkese boşlukların doldurulduğu hissi (bereket) verecek ve çark dönecekti. 1950-1970 arasında dediği gibi de oldu. Peki yaklaşık yarım asırdır cebi doldurmanın güven vermediği ve cebi boşaltmanın tatmin etmediği, yani aslında çarkın dönmediği aşikâr olduğu hâlde kapitalizmi yıkılmaktan kurtaran nedir? Basit: “Doldur boşalt” mekanizmasını hayatın doğal akışı, tarihin mecburi istikameti kabul etmemiz. Doluluğu ve boşluğu ceplere, buzdolaplarına, kart ekstrelerine bakarak tanımlamamız. Fırsat buldukça boş atıp dolu tutmaya çalışmamız. Paranın cebimize bizi borçlandırabilmek için konulduğunun görülmemesi. Nihayet, cebimizdeki paranın kandan, meniden, idrardan yapıldığını görmek istemeyişimiz.

Muhammed SARI (4 Rebiülâhir 1447 - 26 Eylül 2025)

REİSLERİN, KÂHİNLERİN, ŞAİRLERİN KUVVETİ

Başlık İsmet Özel’in Naat’ından. Çoğunuzun bildiği gibi. Bilinmesi normal çünkü medya çağını yakalamış son önemli şiirlerden Naat. Aynı sebeple edebiyat kamusunun sınırlarını aşan geniş bir kitle tarafından “aşırı tüketilen” bir şiir. İstifade edenlerin oranı doğal olarak düşük kalıyor. Şiir nasıl mı tüketilir? Cevabı basit. Metnin çağrısıyla ve onu doğuran dinamiklerle ilgilenmeyip kendinizi onun söyleminin deşarj edici etkisine, prestijli sözcülüğüne bırakarak. Diğer deyişle, sizi tüketmesine izin vererek. Peki şiirden nasıl istifade edilir? Çetrefilli bir soru. Doğru cevabı bilmiyorum, doğru cevap var mı onu da bilemiyorum fakat şahsi tecrübemden çıkardığım şu: Okurun birikimi, dikkati ve niyeti daima en kritik faktörlerdir. Bunlar yerli yerindeyse orta hâlli bir metinden dahi gıdalanabilir, güçlü metinlerin egemenlik sahalarında esarete düşmeden konaklayabiliriz. 

Zannedilenin aksine özdeşleşerek değil, arada bir mesafe, bir direnç alanı varsa edebî metinden faydalanabiliriz. Kanaatim bu yönde. Yine de konu şiir olduğunda mesafelenme ve özdeşleşmeyi mutlaklaştırmamak gerektiğini biliyorum. Ne kadar analitik olmaya çalışırsak çalışalım sonunda güç yetirebildiğimiz bir tür eskizden, betimlemeden ibarettir. Kelimeler bize asla umduğumuz kesinliği ve doğrudanlığı sağlamaz; özdeşleşme ve mesafelenmeye yakınsayabilir olsa olsa. Aslına bakarsanız bu ikilik bütün zihinsel faaliyetler için geçerlidir. Nesne ile özdeşleştiğimde “ben”in varlığı tartışmalı hâle gelir, “ben” diye direttiğinde nesneyi içeriden bilmem zorlaşır. Metne dalmadan, ıslanmadan tecrübe edinemem ve metinden çıkmadan üzerine konuşamam. Denizde damla olmak ile denizde balık olmak bakımdan katı ontolojik tanımlara (okurluk, şairlik) tabi isek de estetik açıdan tercih (okuyarak şairleşmek, şairâne yaşamak) bize bırakılmıştır. Sanat eserinden bize kalan genellikle özdeşleşme yahut mesafelenme ânlarının tecrübesi olur. Zihnimiz her ân şeylere temas ederek ve şeylerden ayrılarak çalışır. Dünyada mutlak kopuş da mutlak süreklilik de mümkün değildir, mümkün olan tecrübe ediş ânıdır. Bize kalan yaşantılardır. “Kırıntılar” der gibi.

Naat’ın benim okurluk yaşantımda özel bir yeri var. On küsur yıl önceki bir yazımda “Ben yalnız beni bağlayan bir teşbihle Erbain’i güneş sistemine, Bir Yusuf Masalı’nı ay sistemine, Of Not Being A Jew’u süpernovaya benzetiyorum.” demiştim. Özel bir konuma ve tesire sahip Ay ile Bir Yusuf Masalı arasında bağ kurmuştum. Bağı kurmama sebep hususen Naat’tı. Şairin en iyi şiiriydi demiyorum, fakat şairin poetikasındaki konumu ve okur üzerindeki tesirinin diğer şiirlerinden farklı olduğuna inanıyorum. Ay’ın gökteki kozmolojik konumu ve yeryüzündeki psikolojik tesiri gibi. Naat-Ay ilişkisi, yani Hz. Peygamber ve Ay ilişkisi başlı başına literatür oluşturacak kadar zengin. Ay’ın yere en yakın son gök katına bir kandil olarak kondurulması ile Hz. Peygamber’in âhir zaman ufkunda doğuşu arasında açık bir bağ var. Hüzünlü güzellikleriyle, karanlıklar içindeki dünyaya teselli ve kılavuz oluşlarıyla, hep aydınlık çehrelerini gördüğümüz hâlde herkesçe görülemeyen ledünnî/gizli veçhelerinin bulunuşuyla, Güneş’ten gelen ışığı Dünya’ya aksettirmeleriyle, güneşli çağlara nispetle ömürlerinin kısa oluşlarıyla Hz. Peygamber ve Ay mânen ikizdir. Tarihteki ilk sevinç şarkımızın Talaal Bedru olması bağı teyit eden bir işarettir. Naat geleneğin bu derin köklerinden beslenmenin olgunluğuyla çıkar karşımıza. İsmet Özel bütün partizanca eylemine rağmen hiçbir zaman sembolik ve ezoterik alana kendini kapatmış bir şair olmadı. Erbain’de yer yer hissedilen bu yönünü belirgin biçimde ilk kez Bir Yusuf Masalı’nda gösterdi.

Naat hem partizanlıktan hem ezoterik sembolizmden esintiler taşır ama esasen ne biri ne diğeridir. Naat’ın şairin o güne kadarki ve o günden sonraki “poz”unun üstünde ve ötesinde bir denge noktasını, bir optimumu temsil ettiğini; peteğinde okurun sıhhatle gıdalanmasına en müsait özü barındığını, hülasa bir eşref saatinin armağanı olduğunu düşünüyorum. Dünyada yirminci asrın sonuna gelinmesinin ve ülkemizin bir rivayete göre son çeyreğe (ikindi sonrasına) girmesinin sembolik anlamını yükleniyor Naat. Bu yanıyla metnin hem açık yürekli bir muhasebe olduğuna hem ileriye doğru işarî bazı projeksiyonlar sunduğuna inanıyorum. 19. asırdan bu yana yaşadığımız türlü kanlı macera sonunda başka “gidilecek kapı” olmadığının bir kez daha anlaşılması 20. asırda naat türüne özel bir misyon yüklemiş gibidir. Şefaat talebinden ziyade toplumsal inkıraz ve ferdi inkisarın kayda geçirilmesi işlevi kazanmıştır naat. Medine’den çıkarılışımız, Mekke’den çıkarılışımızdan daha ağır gelmiştir bize. Kolektif şuuraltımızda bu hadise naata bir özür beyanı anlamı kazandırmıştır. Diyebiliriz ki bilinen İslâm tarihi Hicret’teki sevinçli buluşmamızla başlar, 1919’daki kederli ayrılışımızla biter. 1919’dan sonraki tarih başka bir gözle okunmalıdır. Türklerin Medine’yi son âna dek terk etmemesi, Fahreddin Paşa’nın Mescid-i Nebi müdafaasının iç yakan bir destana dönüşmesi Türkler ile Resul-i Ekrem arasındaki özel bağın tezahürleridir. Bir Yusuf Masalı’na yıllar sonra ilave edilen Saniyen Naat’taki Resul-i Ekrem’i sevmek ve Medine’yi müdafaa etmek vurgusu tesadüf değildir. İslâm âlemi yıkılırken son sözümüz yine naattır ve tabii askercedir: “türk milleti yatağanlı duruyor / susuyor dupduru susup duruyor / türk milleti duruyor / özünden çok sevmeyi ezbere bilip / turnayı gözünden vuruyor / müdafaa-i medine etmek türk milletinin / cönkünde sarahaten duruyor”

Sevmek ve müdafaa etmek… Can, canan ve vatan için gözümüzü kırpmadan atıldığımız bu feda oluşlar Türk milleti nazarında Resul-i Ekrem’le müşahhas hâle gelir. Türkçede naatlar dikkat edilirse mânen sohbetten öte, doğrudan Resul-i Ekrem’in huzurunda bulunmak arzusunu saklar. Saklayamaz aslında, çünkü Türk için “dupduru susup dur”mak bir yere kadardır, bu arzuyla dolup dolup taştığını belli eder. Bir naat “huzurda bulunmak” şuuruyla yazılmamışsa yazılamamıştır. İçe dokunan bütün naatlara bakın, huzurda bulunma, O’nunla mülâki olma hatta O’na dokunma arzusundan daha kuvvetli bir yönelim bulamazsınız. Bu şedid arzu en mükemmel ifadesini Su Kasidesi’nin “Dest-bûsı ârzûsı…” mısraında bulur. Sonraki klasik naatlar hep bu motifin etrafında dönmüştür: dest, bûs, arzu… Bu üçgen, üzerine ciltlerce yazmaya değecek, içine insanlık tarihinin bütün estetik mirasını alabilecek kadar kuvvetlidir. Dest, bûs, arzu… Bu arzu bir taşkın hâlini aldığında naatı bıçak sırtı bir metne dönüştürür; çünkü mısraın devamında “…ger ölürsem” ihtimali hep vardır. Ölümcül bir arzudur bu. Fuzûlî’nin üç kelimeyle tablolaştırdığı ân Michelangelo’nun “Creazione di Adamo”sundan (Âdem’in Yaratılışı) özü itibariyle çok daha üstündür. Şiirin resim sanatına olan tabiî üstünlüğünden fazlası vardır burada. Karşılaştırmalı bir tahlil Müslüman ve gayrimüslim dünyanın güzellik ve arzu anlayışındaki farkları ortaya koyacaktır. İsmet Özel’in naat anlayışı klasik şairlerinkinden farklı bir yerde durur. Yıllar yılı şiirlerinde kabaran, taşan, atılan, çırpınan, kıvranan, iştahlanan şair Naat’ında epey durulmuş görünmektedir. Klasik naatlarda gördüğümüz yoksunluk hissinin getirdiği şiddetli kavuşma arzusu, Özel’de yerini, yokluğu duyumsananla bir gün kavuşacağını ummanın sabırlı bekleyişine bırakır. “Ömer öfkesi” ve “aşkî yürekler”in yerini “gelecekteki kardeşlerim” hadisine muhatap olmanın tesellisi alır. Giden ve yeri doldurulamayacak olanın ardından konuştuğunu bilir şair. Saniyen Naat’ın sonundaki “her tanışıklık bir veda anlamı taşıyorsa yâ Resûl / tanıştır bizi Allah’ın birliğiyle / ve biz elveda diyelim şu zındana” satırlarında bu bilinç açıkça görülür. Zındanda olmanın yükü şiirin atmosferini kaplar. Yoksa “poz”unu hep en yüksekte tutmuş şairin ikindisi neden bu denli “kırgın” olsun?

Naat’ın tamamını bir nefeste konuşmak mümkün değil, gerekli de değil. Şaire tek berceste mısraın yetmesi gibi okura da iki mısraın şerhi yetebilir. Zaten büyük şiirler her devirde başka bir anlam katmanını açarak insanlara hitap etmeyi sürdürür. Bir kerede tamamen açımlanamazlar. Anlamak hep sonra sonradır. Parça parçadır. Hatta mısra mısra. İşte benim için Naat’ı özel kılan iki mısradan ilki: “boşa çıksın reislerin, kâhinlerin, şairlerin kuvveti” Otuzumdan sonra fark ettim ki şiiri temsil kabiliyeti en yüksek mısralardan biri budur. Elbette bana göre. Kırk beş yıldır fasılasız tesirleri altında bulunduğum psikolojik, politik, biyolojik, ekonomik, sosyal, kültürel... şartlara, özetle çağın ruhu ile psikobiyografimin çatışma-örtüşme seyrine göre. Meseleye bu zaviyeden baktığımda bildiğimiz naatlara benzemeyen bir naat görüyorum karşımda. Bir yanıyla insanlık, İslâmlık ve Türklük adına bir sesleniş. Diğer yanıyla insanlık âleminin (Yemen-Meksika), İslâm ümmetinin (nerde ulak nerde biz) ve Türk milletinin (bize verilen son yüzyıl) acı bir muhasebesi. Buraya döneceğim, ama önce birkaç şey daha söylemek icap ediyor.

Türkçede naat geleneğinin çerçevesi ilk kez bu şiirle genişlemedi. Naatı yeryüzü ölçeğinde bir mesele görünümünde ele alan ilk yetkin modern örnek olarak Sezai Karakoç’un Küçük Na’t’ı sayılabilir. Karakoç kısacık naatında kadroyu alabildiğine genişletmiştir. Nuh’tan, eskimolardan, buzullardan, bandolardan, mızıkalardan, katafalklardan, zafer tâklarından bahsetmesi muhtemelen vaktiyle Müslüman okuru bile epey yadırgatmıştır. Evrenselliğin tartışmasız biçimde yüceltildiği 21. asırda bile böylesi evrenselci bir tasavvur Müslümanların muhayyilesine, naatın alışageldiğimiz çağrışım evrenine tam oturmuyor. Bunun anlaşılır bir sebebi var: Yıl 1962’dir ve geleneği en sık vurgulayanlardan biri olan Karakoç Küçük Na’t’ında henüz modernist İkinci Yeni estetiği içinden (“aklım yeni bir akıldır çiçeklerden”) konuşmaktadır. Bu bakımından “modern naat” hümanist estetik için ayrıca yadırgatıcı olsa gerek. Fakat iki durumda da Karakoç’un sıcak, canlı, ışıltılı bir lirik ortaya koyduğu gerçeği değişmiyor. Küçük Na’t’ta ne yoksunluktan kaynaklanan şiddetli kavuşma arzusu ne O’nun yokluğunun gölgelediği bir dünya vardır. Hz. Peygamber “yok” değildir onun için. Aksine Hz. Peygamber’in diri(lişçi) olduğu inancıyla kamaşan bir bilinç görürüz. Kamaşma körlük değil bir bakış berraklığı, bir tazelenme getirmiş görünür. 1974 yılındaki bir yazısında, naatta anlatılan “sevgi abidesi”ne bakmak ile heykele bakmak bir değildir der. Karakoç’a göre heykele bakanın şahsiyeti onun karşısında silinir, hatta bakanlar onu bir tapınma nesnesine dönüştürür. Sevginin taşa yansımasıyla (cadı büyüsü) kelimelere yansımasının (neşvünema) aynı olmadığını belirtir. Karakoç şiirde/naatta şuur meselesinin hayatî olduğunun, insanın mübalağa ederek kendini büyüleyebilme tehlikesinin farkındadır. Farkındalığın verdiği güvenle sevgisini “neşvünema” vadisine akıtır.

Özel’in naatı “sevgi ve neşvünema” bakımından noksan sayılır. Fakat okura geçen duygu Özel’in Naat’ının daha esaslı bir temellendirmenin, daha ince düşünülüp konumlandırılmış bir personanın, daha iyi özümsenip süzülmüş bir tarihsel tecrübenin meyvesi olduğu yönündedir. Her naatın başında ve sonunda özne Hz. Peygamber’dir, bu açıdan her şair anonimdir. Peki bu baş ve son arasında ne vardır diye sorduğumuzda şaire mahsus olanın alanına gireriz. Karakoç naatının başı ve sonu arasına, o kısacık aralığa birçok heterojen unsur doldurarak, çağlayan akarsuyun önüne her türden nesneyi katarak panayırvâri bir sahne sunar bize. Dekoruyla, figüranlarıyla, ışıklarıyla sahne öyle hoş görünür ki özne/oyun nerede diye sormayı unuturuz. Özel’in naatı ise ilk anda göz kamaştırmaz, hatta epey mütevazıdır. Karşılaşma ânının çarpıcı etkisini değil, birlikte yol yürümenin güven veren dinginliğini esas alır. Karakoç’un naatı her bakışta güzel, Özel’in naatı her daim “kaim.” Bu kıyas noktasında başka bir okuma yapmak da mümkündür: Başlığa “küçük” sıfatını ekleyip Hz. Peygamber’in huzurunda kendi anonimliğini gönül rahatlığıyla en baştan ilan ettikten sonra Karakoç ayrıca bir tevazu gösterisine ihtiyaç duymamış olabilir. Şair artık anonimdir ve neşesine pâyân yoktur. Belki de “tevazu görünümlü kibir” tuzağına düşmekten kurtulduğu için dili daha bir çözülmüş, "yepyeni bir dil konuşmanın sevinci”yle çocuklar gibi şen bir naat yazması mümkün olmuştur. Özel’in satırları ise son derece ifadeli, dramatik, adaba riayetkâr tavrının altında küllenmiş de olsa her ân patlamaya hazır bir kimya sezdirir. Merkezde elbette Hz. Peygamber vardır ama bu kez şair de “vardır!” Hz. Peygamber daimdir ama şair de kaimdir! Bir iddia olarak değil elbette, ferdiyet şuurunu elden bırakmamanın tabiî neticesi olarak. Kendi ifadesiyle “şuur delisi” oluşundaki oksimoron esprinin kaçınılmaz neticesi olarak. Bu incelik iyi anlaşılmadığında şairin kökten reddedildiğine, bir kez anlaşıldığında ise şaire hep hak verildiğine şahit olduk. Elinden kendi olmak dışında bir şey gelmez Özel’in, ki kendisi bunu bir lanet değil nimet olarak görür. Hatta zaruret. İsmet Özel klasik “naat-gû”luğun, “mesnevî-han”lığın, “masalcı”lığın gerektirdiği anonimliğe bürünmez. Hz. Peygamber’le ilişkisi çoğu şair gibi âşıkâne ve mahviyetkâr değil, kadirşinas ve asilcedir. Başka şairler sevgiden delirmiştir, bizim şairimiz şuurdan. Neden hiç aşk şiiri yazmadığı yolundaki eleştiriye bütün şiirlerini aşkla yazdığı cevabını verişi de bu sebepledir.

İsmet Özel’i böyle “şuur delisi” bir naat yazmaya götüren sebepler, hayatı boyunca kesişim çizgilerinde yürüdüğü siyaset, bilim ve sanat dairelerinin insan öğütücü döngülerinden bağımsız ele alınamaz. Şairin bütün hayatı kılgı, bilgi ve duygu alanlarının dinamiklerini keşfetmekle ve bunlar üzerinden işletilmeye çalışılan istismar mekanizmalarına karşı müdafaa hattı kurmakla geçmiştir denebilir. Sevgi müdafaa gerektirmektedir çünkü. Ve müdafaa da şuur. Özel’in Naat’ına karakterini veren yorum farkı burada ortaya çıkar: sorumluluk içermeyen sevgiyi reddedişiyle. Politika sahnesine atılmanın, enformasyon denizine gark olmanın, estetik duyarlılıklarla mest olmanın zamanla “hayatın anlamına müteallik şuur”dan, yani varoluşsal bütünlüğü arama sorumluluğundan kaçış için birer bahane hâline geleceğini, dolayısıyla birer zındana dönüşeceğini fark eden şair erken yaşta eleştirel bir tutum takınmıştır. Siyaset, bilim ve sanat hisarlarının burçlarını bekleyen üç avcı-gözcü vardır ki şairin hayatında çok kritik bir yer tutmaktadırlar: Reis, Kâhin, Şair. Bana kalırsa İsmet Özel’in “şuur delisi bir naat” yazmasına sebep olan, bu figürlerin aklı ifsat eden tesirlerine karşı teyakkuzda olma isteğidir. Tepeden bakan avcı-gözcülere karşı şair siper almak ve sınırlarını korumak istemektedir. Masal’ın Birinci Bâb’ındaki “Benim elbet bir bildiğim var: Hayat saçma sapandır. / Üstüme saçmalı tüfeğiyle ateş açtı hayat” mısralarından anlıyoruz ki şair yeryüzünde “saçmalığın iktidarı”nın hâkim olduğunu düşünmektedir. Özel’e göre bildiklerini gizleyen, gizli bilgileri açık ettiğini iddia eden ve ne söylediğini tam olarak bilmeyen bu üç figür insanlık tarihinin bileşkesidir. Bu figürler aynı zamanda dünyevî iktidarın (saçmalığın) tesisinde rol oynayan ethos, logos ve pathos retorik aygıtlarını temsil eder. Bir Yusuf Masalı’nın jargonuyla söylersek eylem, ödev ve haz cinlerini. (Bu cinlerin Immanuel Kant'ın "kritik projesi"ndeki karşılıkları ayrıca incelenmelidir.) Yerleşik sosyal ve tarihsel kabullerin gücüne dayanarak iktidarı ele geçiren tiranlar, rasyonel ve/veya okültik alandan devşirdikleri bilgiyle karşı-iktidar alanı oluşturan ruhbanlar ve iki bilgi/iktidar türü arasındaki çizgide yol almaya çalışarak sivil iktidarın doğuşunu hayal eden ozanlar... Birinci Bâb’ın girişinde tiranların ve ruhbanların iktidarını kastederek “Bana ilah mahvedecek / bir uzuv lazım” diyen şairin salvolarından ozanların sözde iktidarı da kurtulamaz: “Ey şair! Ey dilenci! / Kanatsız, mızmız, sözün köpeği / Tiryakilik peşinde geceleri / Günün ortasında karmanyolacı. / Sana değil Davud’a yaraşıyor sapan”

Tarih bize reisler (tiranlar) ve kâhinler (ruhbanlar) arasındaki bütün çatışma ve ittifakların “evrensel değerler” adı altında çiğ bir çıkar mücadelesinden ibaret olduğunu fısıldar. Kara kitleyi önüne katıp götüremeyenden reis, elit kitleyi arkasına alamayandan kâhin olmaz. Bununla birlikte, dünyayı fethettiği hâlde gözünü bilginin topraklarına dikmeyen tek reis yoktur. Tersi de doğru: Politik iktidarı parmağında oynattığını görüp taht sevdasına düşmeyen kâhin görülmemiştir. Bütün bu kesişmeler onları doğal birer “düşman kardeş” yapmıştır. Onlar da rollerinin gereğini yaparak, al-ver ilişkisini esas alarak, birbirlerini her fırsatta tartıp sarsarak bugünlere gelmiştir. Bu terazide arıza çıkaran, terazinin ayarlarını bozan şairin dahli olmuştur. Üç kefeli bir terazi hayal edebiliyor musunuz? İşte aralarındaki ilişki tam anlamıyla buna benzer. Şairin dahli biraz haricidir, o yüzden hariçten gazel okumakla sık sık eleştirilir. Şairin sırtında yumurta küfesi yoktur denir. Nedir o yumurta küfesi derseniz, “menfaat uğruna hem güç odaklarını hem cahil kitleleri memnun edebilme zanaatıdır” derim. Evet, şairin sırtında böyle bir küfe yoktur. Bu, şairin yönetenler ve yönetilenlerle amaç birliği etmediği anlamına da gelir. Yönetenle de yönetilenle de çatışan, yani neredeyse tek başına kalan şairin iktidarına ne kadar iktidar denilebileceği öteden beri tartışılır. Zaten tarih kitapları böyle bir iktidarın varlığından hiç bahsetmemiştir. Yalnız masallarda bulunabilecek türdendir. Bireyliğin iktidarıdır şairinki. Hâkimiyet alanı ufuk çizgisidir. Bu yüzden arada kalmaktan; reislerin gazabına ve kâhinlerin lanetine uğramaktan kurtulamaz. Elbette kitlelerin linçine de.

Bireyliğin iktidarı… Ufuk çizgisinin hâkimi… Epey şairâne sözler. “Gerçekçi ol, imkânsızı iste!” sloganı şairler için söylenmiş olsa gerek. Ufuk çizgisi ne kadar gerçekse onu ele geçirmek de o kadar imkânsızdır. Şairin iktidarının imkânsızlığı kendiyle mücadele etmesindendir. Şair ancak kendini azapta tuttukça şair kalabilmektedir. Çelişkiden asla tamamen kurtulamayacaktır. “Saçma”yla yaşanamayacağını ama onu etinden çıkaramayacağını da anlamıştır. Reislik makamına saldıran bir reis, kehanet mefhumunu tartışan bir kâhin görülmemiştir ama şair kendini yerden yere vurmaktan geri durmaz. Öyle ki reislere ve kâhinlere karşı müsamahasızlıkları, kendilerini kınayışlarının yanında çok hafif kalır. Bu noktada bir nüansa dikkat çekmek gerekirse, tiran ve ruhbanların sözde iktidarına “zararlı”, ozanın sözde iktidarına ise bir tür hafifletici sebep olarak “zavallı” sıfatı eklenebilir. Masal’ın satır aralarında da bu hafifletici sebebi sezmek mümkündür. Toplum nazarında hep küçük cihaddaki cengâverlikleriyle şöhret bulduklarından şairlerin büyük cihadının acıklı safahatından kimseler haberdar değildir. Şairin dışa yansıyan agresyonu genellikle iç tazyiki dengelemenin, imkânsızla yaşamaya çalışmanın bir neticesidir. Şairin imkânsızla olan kader bağı onu benzerini aramaya, taşıyanların bu yükü nasıl taşıdığını öğrenmeye sevk etmiştir. İsmet Özel’in Naat’ından anlıyoruz ki şairin “üç dünyevî iktidar”a karşı hayat boyu sürdürdüğü mücadelenin yegâne arketipi ve referansı Hz. Peygamber’in sünnet-i seniyyesidir. Şair, kendisinin de zaman zaman bir parçası olma hatasına düştüğü dünyevî iktidarlarla mücadelenin yolunu, dolayısıyla şairliğin belâlarından kurtulmanın çaresini bulmuştur. Kur’ân dahi Peygamber’i bu üç sahte iktidara karşı defaatle takviye ve tezkiye etmiş, insanları bu tuzaklara düşmemeleri konusunda ikaz etmiştir. O’nun kabile reisi olmadığı ve reislere boyun eğmeyeceği (bilgiyi tahakküm için kullanmayacağı ve kullandırtmayacağı), kâhin olmadığı ve Cebrâil’le desteklendiği (bilgi kaynağının şüphe edilemez ve erişilemez olduğu), şair olmadığı ve şiirin ona yakışmayacağı (ne söylediğini hep bildiği ve bilmediği şeyi söylemediği) açıkça belirtilmiş; tövbe edilmediği takdirde üç sözde ilâhlık iddiasına karşı savaşacağı ilan edilmiştir. İstisna olarak Şuarâ Sûresi’nin sonunda şaire “imkânsız” yükünün altında ezilmemesi için ruhsat verilmiştir. Böylece Naat’ta konuşan persona hem nefsini müdafaa meşruiyeti kazanmış hem dünya sisteminin ilâhlık iddiasını boşa çıkarmanın yolunu -kendini feda etmek pahasına da olsa- bulmuştur. Kendini değil Peygamber’i, şiirini değil Kur’ân’ı işaret edecek söze yönel ve kurtul denir ona. Böylece bin yıllık naat geleneği ile şairin yarım asırlık partizanca duruşu kaynaştırılmış olur.

Reislerle şairlerin kanlı mücadelesine asırlardır şahidiz. Kan gövdeyi, ekseriyetle de şairlerin gövdesini götürdü. Kâhinlerle şairlerin mücadelesi de az kanlı gelişmedi. Vahyi perdelemek için kâhinler vizyonlarını, şairler inspirasyonlarını parlattıkça zorbalığın katılığı üzerine sapkınlığın karanlığı da çökmüş oldu. Hıyanet ve dalalet her zamanki gibi ittifak etti. Naat şairi böylesi katılık ve karanlıkla mücadelenin militanca vurkaçla, müdafaa-taarruz döngüsüne girmekle verilemeyeceğinin idrakindedir. Nehiy yetmez; insanlığa bir teklif, bir maruf da götürülmesi gerekir. Tiranların, ruhbanların ve ozanların kuvveti boşa çıktığında boşluk neyle dolacaktır? İşte bu nirengi noktasında şairin Naat’a sonradan eklediği o küçük ama kritik mısra, şiiri ayakta tutan ikinci mısra imdadımıza yetişir: söğüt gölgesinde gülümsemek.” “Ağlayan ağaç”ın gölgesinde gülümsemek… Şairâne bir imaj mı? Hem de nasıl! Ama bundan ibaret değil. Kökü peygamberâne hikmete dayanan bir mesaj bu. Bu mısradaki imaj-mesaj kaynaşıklığı “dest-bûsı ârzûsu”nun kuvvetine denktir. Şair, kahkaha ve vâveylânın ötesindeki, korku ile ümidin arasındaki o şerefli mevkie (kulluğa) ulaşmanın hadislerde sadaka (bağlılık, yakınlık) olduğu müjdelenen güler yüzlülükle, daha doğrusu “özümüzün gülmesi”yle mümkün olacağını hatırlatır. “Söğüt gölgesinde gülümsemek” yani “özü gülmek” mazhar olunabilecek en büyük nimettir. Kişinin başka hiçbir düşünceye yer bırakmayacak şekilde Rabb’ine karşı itminan ve rıza hisleriyle dolmasıdır. Reislerin, kâhinlerin ve şairlerin kendilerine bile soluk aldırmayan zehirli kuvvetleri söğüt gölgesinde soluklanmalarına hiç müsaade etmez. Duramazlar. Durup olan biteni anlamaya, kendilerini tanımaya vakitleri yoktur artık. Yalnız söğüt gölgesine giren ferah bulur. O söğüt ki meyvesizliğine mukabil yaprağının narinliğiyle, dallarının inceliğine karşın gölgesinin letafetiyle, orta boyuna rağmen zarif kametiyle kıymetini yalnız tevazu sahiplerinin bileceği bir hayat sembolüdür. Necip Fazıl meşhur “Mehmetçik” hitabesinde Türklüğün söğüdün altında istihâle geçirerek bugünkü hâlini aldığını söyler. “Anadolu onun dibinde düşünür, içlenir, sevişir, halleşir, vedalaşır, kavuşur, çabalaşır, hayat sürer.” der. Bağlantı yoruma gerek bırakmayacak kadar açık: Gerçekten de şu dâr-ı dünyada tasasızca gülümseyip gölgelenebildiğimiz yegâne yer darulislam hâline gelmiş Küçük Asya toprakları değil miydi? İdi diyorum çünkü Naat’ta “neydi" kaydıyla zikredilen "söğüt gölgesinde gülümsemek” ibaresinden şunu anlıyoruz: Şair gelecekte kurulacak bir yeryüzü cenneti yalanıyla ilgilenmiyor. İslâm’ı bilfiil temsil eden Türklerin çıktıkları o millî seviyeyi hatırlamalarının bile dünyanın kötü gidişini değiştirebileceğini düşünüyor.

Şair “boşa çıksın reislerin, kâhinlerin, şairlerin kuvveti” diyor. Bunu bir şair söylüyor. Demek ki espri devam ediyor. Şair sözüne inanmalı mı? Dürüstçe söylemek gerekirse bilmiyorum. Asil bir teklife hayır demekten hayır gelmeyeceğini biliyorum sadece. Bir de, herkesin iyiliği bunu gerektirdiğinde kendini boşa çıkarma cesaretini gösterenler arasında reislerin ve kâhinlerin olmayacağını. Naat vesilesiyle merak ediyorum: Kırk beş yıllık pek kısa ve pek yazıklı bir ömür süren bana, yüz yılı zar zor devirmiş ülkeme, âhir zamanın imtihanlarıyla sarsılan insanlığa “söğüt gölgesinde gülümsemek” yeniden nasip olacak mı? Şirkin çirkin muktedir figürleri bir yanda, Muhammed aleyhisselâmın bedir misali gülümser sîreti diğer yanda. Çirkinliğin iktidarını boşa çıkarmak mümkün. Hatırlamakla!

Muhammed SARI (27 Rebiülevvel 1447 - 19 Eylül 2025)

[nasıl yazamadım

geliyor 
--GELİYOR MU

sessiz ol
--geliyor mu

geliyor biliyorum 
bin yıldır tanıyorum ve işte 
                geel
di 
geldi
bizimle odada şimdi 

--ne etmeli 

eklemlerde çıtlama 
döşemede tıkırtı 
safi ilham
kulağın eşyada oluşundan yükselen çınn
gözün nesnede gezinişinden epifani
arama aranan göz araklanır
yalnız şair ağırlayabilir 
davetsiz geleni

“öyleyse kalk ve yönel”
âyet böyle değildi
kalktım ve yöneldim
kalktım ve kağıda yöneldim
kalktım mevzuma yöneldim korkuma yöneldim
ve yönelmeye 

yüklenerek varlığımı 
sırtlanıp enfüsü afakı yöneldim
kanadım damar çatlattım 
benek döktüm kıpkızıl --ama bu kadar 
zayıf --bu kadar yönelebilir insan
göğüs hizasından yavaşça vuruyor şimdi
daha iyi olur kalkmasam 

şimdi göğsümde taşıyorum onu --hayır gövdende 
yöneliyorsam gövdemle yöneliyorum
yönelirsem benimle yöneliyor
onu taşıyorum --ve onu taşımak duygusunu da
kamaşmazdım yönelmeseydi bana
bu ateşsiz duman
üst yanı gırtlağıma dayanan
alt yanı karnımı kavuran 

kalkmasaydım 
ezecekti beni --kalktığın an 
silikleşti
eyleme geçemedim --geçiremedin kağıda
 
geçip
gidiyor işte belki -ti bile giit
ti

gitti

aslında bazılarınızın 
birkaç satır önce fark ettiği gibi 

nasıl yazamadım --sıfırbir onüç 
sıfırbir otuziki]

İDEOLOJİK YARILMA İLE METODOLOJİK SÜREKSİZLİK ARASINDA EĞİTİM

Millî Eğitim Bakanlığı her eylülde fiziksel ve dijital altyapının iyileştirildiğinden, öğretmenlerin özlük haklarının korunacağından, özel okul ve kursların denetlenişinden, atama kriterlerinden vs. bahseder. Neredeyse otuz yıldır değişmiyor başlıklar. Eğitimin niteliğini nelerle ölçtüğümüze bakarsak önümüzde çok uzun bir yol olduğunu görürüz. Konuşulanlar herkesi etkileyen fakat işin özünü değiştirmeyen şeyler, çok garip değil mi? Böyle olmasında hem sistem sahiplerinin aldığı bazı özel tedbirler hem de sistem içindeki insanların körlük ve alışkanlıkları etkili. Bu ancak, eğitim politikasının ülke içinden belirlenmediği anlaşıldığında kırılabilecek bir fasit daire. Emek-yemek eğrisindeki çatışmanın, verimsizlikteki istikrarın başka bir izahı yok. Aslına bakarsanız “önümüzde çok uzun bir yol olduğunu” söylemek yanlış. Daireler çizip duruyoruz. Yapısal bir çıkmazdayız.

“Yapı” deyince aklınıza ne geliyor bilemiyorum ama farklı çağrışımlar uyandırdığına eminim. Bazılarının aklına hemen merkezî yerleştirme sınavlarının eğitimdeki baskın etkisi geliyor. Bazımız bitmeyen müfredat değişiklikleri ile yapısal çıkmaz arasında koşutluk kuruyor. Bazıları “yapısal çıkmaz” sözünden akademik ve meslekî eğitim arasındaki orantısızlığı ve irtibatsızlığı anlıyor. Bazısı zorunlu eğitimi 12 yıla çıkaran kanunla ilgili tartışmaların kastedildiğini düşünüyor. Bu ve benzeri çıkarımların sorunu yanlış olmaları değil, “yapı”yı esas almaları. Bir yerde yapı varsa orada düzen ve kurallılık da vardır diye düşünüyoruz. Düzeni aksatan, kuralı ihlal eden faktörleri yok edersek yapısal sorunu halledeceğimize inanıyoruz. Kabullerimiz bizi doğru yolda olduğumuza inandırır. Bina ayakta durduğuna göre doğru inşa edilmiş, araba yürüdüğüne göre doğru imal edilmiş, okullar her sene derece yapan çocuklar mezun ettiğine göre doğru kurgulanmış demeye yatkınızdır. Ta ki bina depreme yakalanana, araba asfalt yoldan çıkana, çocuklar gerçek hayatla yüzleşene kadar. Sınavlarımız güya problem çözme becerisini geliştirmeye dönük ve gerçek hayat senaryolarına göre hazırlanıyor. Hayır, sınavların çoğu hayatı ve insanı değil, yapıyı ve kurumları doğrulamaktadır. Her alanı sadece kendi sınırları içinde sınayarak riski sıfıra indiriyor, doğrulamayı garantiye alıyoruz. Falımız çıksın diye hileli deste açıyoruz. Bu kadar sorunlu bir eğitim sisteminin, ekonomi sisteminin, siyaset sisteminin iç tutarlılığını başka türlü açıklayamayız. 

Hileyi kendimizi aklamak gayesiyle yapsak da yapmasak da iç doğrulama yönteminden asıl istifade eden her zaman yapı/sistem oluyor. Anaokulu kendi içinde, ilkokul kendi içinde, ortaokul kendi içinde, lise kendi içinde, üniversite kendi içinde doğru, tutarlı, işleyen mekanizmalar olabilir. Buna etüt-kurs-dershane-koçluk gibi yan yapılanmaları ekleyebilirsiniz. Hatta eleştirel pedagojiden bahseden figürleri, muhalif ve sivil görünümlü platformları da dâhil edebilirsiniz. Sonuç değişmeyecektir. Çünkü bunlar dışındaymış gibi görünüp yapıya/sisteme hizmet eden doğrulayıcılardır. Bazen ateş, halsizlik, titreme gibi semptomlara sebep olmaları yanıltmasın, hepsi sistemin bütünlüğünü sürdürmesi için alarm sistemleridir. Yararlı virüs ve bakteriler gibi çalışır, antikor üretilmesini sağlarlar. Fakat bütün bu iç ve dış doğrulayıcıların birbirine ne devrettiğini, toplum hayatının işleyişine nasıl tesir ettiğini, giderek neye hizmet ettiğini sorguladığımızda bir ayağımızı yapının/sistemin dışına atmış oluruz. Bu noktadan itibaren iç ve dış bütün doğrulayıcıların bize cephe alacağını tahmin etmek zor olmayacaktır.

“Yapı” derken “yapan”ı anlamıyorsak boşuna konuşuyoruz demektir. Yapıcısız yapı yoktur. “Mevcut bir yapı”yı değiştirdiğinizde sadece “o yapı”yı değiştirmiş olursunuz, “yapı” kavramının kendisine yönelmiş olmazsınız. Çünkü eyleminiz “yapan”a dair bilinçten yoksundur. “Yapı”nın neden böyle yapıldığını, daha önemlisi “yapan”ın niyet ve zihniyetinin ne olduğunu sorgulamamış, zülfüyare dokunmamışsanız eyleminiz “yapı”cı sınırlar içinde kalır. “Yapı”cı yani “mevcut yapıya taraftar” pozisyonu terk etmediğiniz takdirde dile getirdiğiniz bütün eleştiriler mevcudu tadil ve tahkime yarar. “Yapı”cı değil “yapıcı” eylemlere ihtiyacımız var. “Yapı”cı eylem çarkların dönmesinden yanadır, “yapıcı” eylem ise “yapı”yı ve “yapan”ı sorgulama yolunu hep açık tutmaktan geçer. “Yapıcı” tavır sadece “yapma tarzına” yani metoda değil “yaptıran”a yani ideolojiye de bakar. Dikey ve yatay biçimde bölünmüş bir yapının içinde eğitim vermeye çalışıyoruz. İdeolojik yarılma ve metodolojik süreksizlik belimizi büküyor. Her 5-10 yılda bir ikisinden birine abanarak yaptığımız revizyonların, restorasyonların, revolüsyonların sonuç vermesini bekliyoruz.

A’dan Z’ye entegre sistemler mantığıyla çalışan bir dünya sistemi var. Enerji, bilgi, güvenlik, gıda, sağlık, ulaşım gibi en kritik kalemlerdeki entegrasyona karşı düşünce cehdinin ürünü olan tek bir siyasî itiraz odağı görülmedi on yıllardır. Ne dünyada ne Türkiye’de. Laf olsun diye yapısal eleştiriden bahsedene bile rastlamıyoruz. Eğitim dünya sistemine entegrasyonun en önemli kalemlerinden. Türk eğitim sistemini hâlâ Amerikan pragmatizmi ve OECD raporları yedip gütmektedir. Ben ortanın üstü bir öğrenci olduğum için öğretmenliği zar zor kazanmıştım. Şimdiyse vasat altı öğrencilerin başka meslek bulamadıklarında gönül indirdikleri bir alan öğretmenlik. 20 yıl arayla aynı meslek, bambaşka iki gerçeklik. İtibar ve irtifa kaybı açık… Bu satırları yazarken bir yandan da İspanya’yla maçımızı seyrediyorum ve ekranda yazı boyunca izaha çalıştığım yapısal çıkmazın tipik bir numunesini görüyorum. Yapısal sorun birkaç gün önce kazandığımız Gürcistan maçında da ayan beyan ortadaydı. Ondan önceki sayısız maçta da. Ama gündelik taktiksel (metodolojik) kazançlarla kendimizi kandırmayı seçtiğimiz için deniz bitince krizli, sancılı, çalkantılı, dramsever, isyankâr, arabesk, disiplinsiz karakterimizle (ideolojimizle) yüzleşmekten kurtulamıyoruz.

Muhammed SARI (16 Rebiülevvel 1447 - 7 Eylül 2025)

GIRTLAĞIMIZA SOKULAN GORDİON DÜĞÜMÜ

Gençliğimden bu yana odamın duvarlarına kimsenin, hiçbir şeyin fotoğrafını asmadım. Arkadaşlarımın duvarlarında daima birtakım askılar olurdu. Örneğin 90’lardaki her üniversiteli gibi (!) ben de cemaatin evlerinde kaldım. Sekiz ay. Bir duvarda muhakkak Gülen’in fotoğrafı, şiir posterleri olurdu. Başka eve çıktıktan sonra beraber kaldığım arkadaşlarım da odalarının duvarlarını doldurmayı severdi. Şairler, şarkıcılar, türkücüler, futbolcular, siyasetçiler, din adamları… Bense odamın düz duvarlarına baktım yıllarca. Gölge-ışık geçişlerine, sıva çatlaklarına, çivi yaralarına. Şikâyetim yoktu. Doğrudanlık ve yalınlık bana daha salim bir hâlet-i ruhiyenin eseri gibi görünüyordu. Düşüncelerimin estetize edilmiş bir figürle, bir idolün pozu üzerinden dolayımlanması hoşuma gitmiyordu. Hâlâ gitmiyor. Zaman zaman asılıp kaldırılan ucuz nesneleri saymazsak evimin duvarları boş sayılır. Bu konuda bir zevk geliştirmeyi bilinçli biçimde reddettim. Zevk-i selim söylemine sığınıp hayallere dalmaktansa hatasıyla sevabıyla salim bir hayat yaşamaya çalışmanın kusurlu güzelliğini tercih ettim.

İnsan estetik tercihlerinin milliyetine mensuptur. Bu sözün aşırı geleceğini biliyorum. Daha aşırısını söyleyeyim: İnsan tercihlerinin dinine mensuptur. Tercihimiz neyse biz oyuz. Evimizi nasıl bina ettiğimiz, içini nasıl tefriş ettiğimiz, içinde nasıl eğleştiğimiz bilinç durumumuzu birebir yansıtır. Bana göre pencerenin doğru yerde olması aynanın doğru yere konulmasına takaddüm eder. Berbat boyanmış bir duvarın şık aydınlatma cihazlarıyla güzelleşebileceği iddiasını çocukça bulurum. Evin gündelik hayatında selam ve kanaat yoksa duvara asılacak bir hat levhasıyla gökten bereket ummak bana göre değildir. Tersi de olur, neden olmasın diyenlerdenseniz içinde bulunduğunuz hazin vaziyeti görmek istemiyor, göz boyamacılığa devam edilsin istiyorsunuzdur. Aynen şöhretli isimlerin posterlerine bakarak iç geçiren, mutezil hayatlarını unutup hayallere dalmayı isteyenler gibi. İtiraf etmek gerekirse gençken o kült isimler benim de aklımdan çıkmıyordu. O kadar ki suretlerini zihnimdeki mutena mevkilerinden kaldırıp odamın duvarına asmayı o ilişkiye ihanet gibi görüyordum. Benim olan bende kalsındı. İşin bir yanı buydu. Diğer yanı ise esaslı bir soruya dayanıyordu: Acaba farkında olmadan kendime küçük ilahlar mı ediniyordum? Bu soru yıllar içinde her zerreme sindi, karakterime tedbirlilik ve mesafelilik olarak yansıdı. Derdini, davasını kendine usta, üstat, efendi bellediği o yüce figür üzerinden anlatan herkese, dolayısıyla aslında sadece o figürü anmaya (evet, zikre) dönüşen hayranlık gösterilerine karşı ihtiyatı düstur edindim. O ustayı, üstadı, efendiyi gerektiğinde en çok ben takdir ediyordum, öyleyse en keskin tekdir hakkı da benim olmalıydı ki dengemi koruyabileyim. İpotekten, el koymacılıktan, tasalluttan nefret ediyordum.

Bugünün din, sanat, siyaset, spor gibi kitleleri sürükleyen faaliyet alanları ikonik figürler, kült isimler, karizmatik liderlerin idraklere tasallutu sayesinde ayakta duruyor. Kitlelerde “o adam” olduğunuz hissini örtülü ama etkili biçimde uyandırabiliyorsanız kapılar size açılıyor. Bu tür ilişkiler tek yönlü işler. Lider açıktan bir vaadde bulunmadığı için günün sonunda kimseye borçlu değildir. Kitleler zihin odalarının kıble duvarına o liderin suretini kendileri astığı için günün sonunda kazık yeseler de alacaklı değildir. Bu sembolik saadet zinciri bir yandan beklentilerin yönetilmesi diğer yandan korkuların diri tutulması mekaniğiyle çalışır. Öyle ki bu “hayali ihracat”ın dışında kalan fikirler sönükleştirilir, kenara itilir. Gövdesinden “şöyle duvara asmalık pozlar veren bir baş çıkaramadığı” ithamıyla çoğu görüş görmezden gelinir. Bugün sahipsizliğiyle maruf Türklük fikrinin bir önderi işaret etmemesi zaaf olarak görülüyor. İdeyi billurlaştırıp müşahhas hâle getireceği ve kitleyi harekete geçireceği düşünülen karizmatik bir figürün ortada olmayışı belki de Türklük fikrini diğer ideolojilerden ayıran en önemli, en güvenilir yanıdır. Bu bakımdan hasbî bir müminler hareketi olmaya belki hepsinden fazla layıktır. Ashabın gökteki yıldızlara teşbihi salihlerin hayatına dair mühim bir işarettir. Çünkü yerden bakınca yıldızlar sayılamayacak kadar çok ve benzerdir ama yaklaştıkça her birinin kendine mahsus kıymetleri olduğu anlaşılır. Rasulullah’ın keyfiyet ve kıyafetçe sahabeden tefrik edilememesi, Raşid Halifelerin bu yolu sürdürmesi bize imam-cemaat ilişkisinin esasına dair sağlam bir senet verir. Türkler öne çıkmanın değil safa girmenin kıymetini kavradığında düşünüş ve işleyişteki çarpıklıkların çoğu kendiliğinden hâl yoluna giriverir. Safa girenlerin bir kısmı zaruret hâlinde imamlık yapacak vasfı haizse endişeye mahal yoktur, o değirmen bir şekilde dönecektir.

Modern toplumun değirmeni dikkati bozukluğa ve çirkinliğe değil lüks ve konfora, yapısal bütünlüğe değil lokal iyileştirmelere çekmek suretiyle döner. Bu görevi “dikkat çekici” figürler üstlenir. Kimi ölü kimi henüz ölmemiş bu kült isimler temsil ettikleri söylenen toplum kesimini önce bütünden ayırmaya hizmet eder. Ardından kendi kitlelerinin bazen iç konsolidasyonunda bazen dış entegrasyonunda rol alırlar. Böylece her odasının ayrı bir âlem olduğu, çatıdan ve dış duvarlardan mahrum, garabet bir ev çıkar ortaya. Dünyanın en tuhaf arabistanı... Türkiye’de halkın bir kesimi Mustafa Kemal, bir kesimi Tayyip Erdoğan, bir kesimi Abdullah Öcalan kültünden kurtulmaya çalıştığı görüntüsü vermektedir. İşin ilginç tarafı, bu halk kesimlerinin birbirleriyle tarihsel, sosyolojik, genetik kesişmeleri karmakarışık hâldedir. (Bunlara bir de yeni dönemin Abdülhamidçilerini, Envercilerini ekleyin. Yetmedi “Arap ve Alevi kesimleri temsil edecek liderler belirleyelim.” teklifini ekleyin. Hesaplar hepten karışacaktır.) “Üç benzemez”in halk nezdinde benzer eleştirilere maruz kalması da enteresan. Halka göre Türklerin başına ne geldiyse Mustafa Kemal’in İngilizlerle uzlaşmasından, Müslümanların başına ne geldiyse Tayyip Erdoğan’ın Amerikalılarla uzlaşmasından, Kürtlerin başına ne geldiyse Abdullah Öcalan’ın İngiliz-Amerikan-İsrail ekseniyle uzlaşmasından gelmiştir. Bu isimleri bu kesimlerin başlarına kim lider seçti sorusunun cevabı yok. Türkler, Müslümanlar ve Kürtler diye neden deli saçması bir tasnif yaptığımı da sormayın çünkü izahı yok. Hem bu saçmalığın sorumlusu ben değilim. Dünya tarihinde böylesi kafa karışıklığının bir örneğini daha bulamazsınız. Kafa karışıklığını kafa yorarak çözebilir miyiz? Kimileri hayır diyor. Neresinden tutsanız elinizde kalacak bir yüz yıl yaşadık ve tıkanma noktasına geldik. Gırtlağımıza sokulan bu Gordion düğümü yine kesilerek mi “halledilecek?”

Muhammed SARI (11 Rebiülevvel 1447 - 3 Eylül 2025)

ALT KAT CEMAATİ

baktım baktım da 
beğenmedim halimizi
sıkıntı

aklı toptancıda 
evdekiyle limoni 
bitse de gitsekk.. töbe
kahve dükkân ev
çarşı banka dön dolaş kahve
nere gidecekse 
töbe tabi
yani yine de 

baktım baktım da 
bakamadım artık 
kulağıma tek söz girmedi hutbede
dalıp gitmiştim 
kavisler çizerek ruhumun 
kıvranışını görüyordum kavkılar bırakıyordu 
mukavvada halıflekste
ne bu şimdi doktor ruhbilim dedikleri mi
daldım fikre dalmak aşağıyadır uçmağ yukarlarda
üst kattakiler daha mı makbul şimdi
daha mı yakın.. 
peki 

töbe 

bilemezsin ki, dinle
duaya ıığmiğnn diye sızıltılı cevap
ey müslümanlar denince mızıltıyla mukabelat
yolsuz mu halsiz mi nedir
içinden hızlı dışa doğru yavaş namaz 
telaş olmaz namazı açacaksın böyle kat 
kat yavaş lavaş 
mı yesek bu öğle.. 
töbe

cihad olsa kaçarlar diye düşünme
en bol sadaka bu kattan gelir
muhtemelen son sünnetin kefareti
yahut özür beyanı olarak 
rabblerine

VURUŞMASIZ DURUŞMALAR

Vuruşmalar durdu, duruşmalar dönemindeyiz. “Mahkeme etmek”in uydurukçadaki karşılığı anlamında değil, taraflar bir masanın etrafında öylece oturup duruyorlar manasında. Durup bekliyorlar. Komisyon safhasındayız. İş aracılara devredilmiş görünüyor. Böyle söyleyince sanki iş önceden asıl sahiplerince ele alınıyormuş intibaı uyanıyor. Hayır, işin asıl sahiplerini hiç göremedik. PKK hep bir vekâlet savaşı yürüttü. Fakat vekâlet savaşı başlatılan süreç üzerinden aslî savaş statüsüne yükseltilmeye, en azından uluslararası kamuoyunda bu algının yerleşmesine çalışılıyor. Yani PKK ne için kurulduysa o işi yapmaya devam ediyor. Acaba diyor insan Türkiye Cumhuriyeti de vekâlet savaşı mı yürütüyordu? Soruyu tersyüz edelim: Türkiye Cumhuriyeti kendini ve bizi temsil edebiliyor mu?

Vuruşurken düşünmezsin, fakat dururken insanın aklına türlü şey geliyor. Mesela Körfez Savaşları’nın ve Arap Baharı’nın sebep olduğu otorite boşluğu ilk günden beri Mîsâk-ı Millî haritasını getiriyor akıllara. Mîsâk-ı Millî’nin güney sınırları Batı’nın Kürt nüfusu sıkıştırıp tampon bölge oluşturduğu topraklara tekabül ediyor. Bir zamanların proto-İsrail topraklarına. Bu tamponun aradan kaldırılma, tarihin bu kaçınılmaz çağrısının karşılık bulma ihtimali (bu ihtimal çok çok zayıf da olsa) ufukta görünür gibi olduğu an 7 Ekim’e göz yumularak Gazze yok edildi, Suriye rejimi ve askerî alt yapısı imha edildi, Lübnan Hizbullah’ı pasifize edildi, İran’ın stratejik isim ve kurumları vuruldu, Körfez sermayesinin sisteme bağlılıkları pekiştirildi. Uluslararası politikanın yazılı olmayan bir ilkesidir: Türkiye’ye yarım adım attırmamak için on adım atmak zorundasın. Türkiye’nin yarım adımı muarızlarının on adımına bedel bir tarihsel çarpan gücü taşır. Öcalan bunu göremeyecek biri değil. Hemen tutumunu değiştirdi, Mîsâk-ı Millî’nin güneyi için komisyoncu rolünü üstlendi. İsrail köleleştireceğine kardeşlerinize siz sahip çıkın argümanıyla gurur okşayıcı sözler söyledi. Irak’tan yıllar sonra İran ve Suriye’de de yeni şartlar oluşunca gecikmeden Türkiye’ye teklifini yaptı. Fakat önceki temas girişimlerinde olduğu gibi teklifin kendisinden gelmesi müzakerede düşük bir pozisyon anlamına geleceği ve güvenlik bürokrasisinden veto yeme ihtimali yüksek olduğu için teklifin reddedilemeyecek bir yerden, içeriden ve en tepeden gelmesi gerekiyordu. Bu görevi çeyrek asırdır yaptığı gibi Bahçeli üstlendi. Böylece PKK üst perdeden, kuyruğunu dik tutan bir üslûpla, “eşitler olarak” konuşabilme fırsatı buldu. Gelinen noktada PKK bir anlaşma koparsa da masadan kalksa da artık taraf kabul edildiğini ve örgüt içi emir-komuta zincirinin hâlâ çalıştığını dünyaya göstermenin psikolojik üstünlüğünü kazandı. Eksiden artıya bir çırpıda geçmiş oldular.

Yarım asırlık çatışmanın sonunda büyük devletler için köleleştirilmeye hazır milyonlarca Kürt yaratıldığını en iyi Öcalan biliyor. Hareketin köleleşmeye ve özyıkıma gittiği ta 90’larda görüldü. “Dörde bölünmüş coğrafya”nın bir propaganda retoriğinden öteye gidemeyeceği, Batı’nın buraları Kürtlere “yedirmeyeceği” görüldü. O yüzden PKK’nın Türkiye’deki yeni stratejisi “sistem içinde anayasal teminat kazanmak” olarak belirlendi. PKK, İsrail’in doğrudan kölesi olma tehlikesini bize Türkiye’nin kardeşi olmak şeklinde pazarlayabildi. “Süreç” belli ki birilerinin son şansı. Tarihe adını “katil” değil “havari” olarak yazdırabilmek için. Fakat bu, Türkiye Cumhuriyeti’nin son şansı olabillir mi? İlki sonu bir yana, Türkiye’nin öteden beri tek şansı vardı ve hâlâ var: Devlet-millet bütünleşmesinden doğacak kuvvet. Devlet içinde bir kliğin öbürünü bertaraf ederek ilerlediği hiçbir seçenek Türk milletinin lehine olmayacak. Millet içindeki kimlik karmaşasının çoğulculuk olarak sunulduğu hiçbir seçenek Türk devletinin lehine olmayacak. Bütünleşmesi gereken iki unsur evvela kendi içinde parçalı görünüm arz ediyor. Yapı parçalı olmasaydı PKK devletin bir kesimiyle, devlet de PKK’nın bir kesimiyle görüşemezdi. Parçalılık görüşmeyi mümkün kılıyor, ama görüşmelerde bütüncül kararlar alınmasını da engelliyor. İlginçtir, bütünleşme fikrinden ısrarla bahsedenler yalnızca Bahçeli ve Öcalan. Yılların etnik politika güdücüleri “sosyal ve siyasal entegrasyon” fikrinde buluşmuş görünüyor. Sadece bu gösterge bile ispat ediyor ki Türkiye hakkındaki kararlar gündelik siyasî aktörlerin elinin ve aklının ermediği bir bölgede alınıyor. Bu gerçeği dikkate almadan üretilen bütün enformasyonun temelsizliği de acıklı biçimde ortaya çıkıyor.

Buraya kadar söylediklerim ne “vuralım” demeye yorulabilir ne “duralım” demeye. İtirazımız kavram ve kimliklerin baştan iğdiş edilmesine, manzaranın bizim irademizle şekillenmeyişine. Savaştırıldık ve barıştırılıyoruz! Bu kadar. Şuursuzca savaştırılmak bir bela, onursuzca barıştırılmak başka bir bela, barıştırılamayacaksa eskisinden daha çaresizce savaştırılmak tehdidi bambaşka bir bela. Savaşın ve barışın ne olduğunu bilmiyoruz; çünkü kendimizin kim olduğunu bilememekten dolayı dost ve düşman tanımlarımızı yapamadık. Kim olduğunu bilmeyen dostunu düşmanını tanı(mla)yabilir mi? Ne için savaştığını bilmeyen ne için barıştığını bilebilir mi? Gerekçesizlik sadece argümanlarımızın içini değil varlığımızın içini de boşaltıyor. Gerekçelerimizi açık seçik bilmek zorundayız, tepedeki adamdan sokaktaki adama kadar. Bahçeli bu süreci öyle tepeden inme, damdan düşme tarzda başlattı ki istenen neticenin alınamaması için bu dayatmacı tavır bile yeter. Acaba bunu mu istiyor? Öcalan açısından sürecin nasıl başladığı pek fark etmiyor, başlamış olması bir kazanç. Şayet süreç istedikleri gibi neticelenmezse PKK yine en iyi bildiği işe, taşeron cinayetlere geri döneceğini zaten açıkça söylüyor. İtildiğimiz yer açık: Anayasal ve etnik milliyetçiler tarihimize bulaştırdıkları pislikleri temizlemek yerine bizi gelecekteki daha büyük bir pislikten kurtardıklarına inandırmak istiyorlar.

Yakın tarihimizde tek bir siyasî karar yoktur ki dışarıdan dayatma, tepeden inme olmasın. Bu yüzden Türk siyasetçisinin baskın karakteri “tabansızlık”tır. Başımızdakiler başımıza iş açar ve ortalıktan toz olurlar. Tabansızlar yüzünden olan tabandakilere olur, onların feraset ve fedakârlığına kalır iş. Öyleyse ferasetsiz feda oluşlardan ve fedakârlığa yanaşmayanların ferasetli pozlarından uzak duralım. İlk elde, fizik ve metafizik anlamda sınır kavramını yeniden ele almalıyız. Sınırların belliyse onu savunmanın yordamına kafa yorarsın. Yordamın temel ilkesi bellidir: Sınırlarını savunmaya sınırlarının ötesinden başlarsın. Ayakların sınır çizgisinde olsa da gözlerin ufuk çizgisinde olmak zorunda. Gerektiğinde ufuk çizgisine de ayak basmaya hazır olmalısın. Hatay’ın korumasını Mekke-Medine’den, İstanbul’un korumasını New York’tan Brüksel’den başlatmak zorundasın. Bütün kavgaların, didinmelerin, polemiklerin ötesinde sarsılmaz bir iman varsa onun uğruna çekilen çileler güzeldir. Dünyayı cennete çevirmeye gelmedik ama cehenneme çevirmeye çalışanların tepesine binmek vazifemiz. Vatanımız bizim için cennet-âsâ da olsa hepimiz ölünce cennet-mekân olmak, daha doğrusu Cennet-Vatan’a uçmak için yaşıyoruz. İçimizde Cennet-Vatan özlemi, karşımızda çölleşen yeryüzü... Çölleşme yayılmacıdır. Sınırı namus bilmediğinde seni istila eder. İşte siyasetle ilgilenmemizin itikaden en yalın gerekçesi.

Muhammed SARI (2 Rebiülevvel 1447 - 25 Ağustos 2025)