ALT KAT CEMAATİ

baktım baktım da 
beğenmedim halimizi
sıkıntı

aklı toptancıda 
evdekiyle limoni 
bitse de gitsekk.. töbe
kahve dükkân ev
çarşı banka dön dolaş kahve
nere gidecekse 
töbe tabi
yani yine de 

baktım baktım da 
bakamadım artık 
kulağıma tek söz girmedi hutbede
dalıp gitmiştim 
kavisler çizerek ruhumun 
kıvranışını görüyordum kavkılar bırakıyordu 
mukavvada halıflekste
ne bu şimdi doktor ruhbilim dedikleri mi
daldım fikre dalmak aşağıyadır uçmağ yukarlarda
üst kattakiler daha mı makbul şimdi
daha mı yakın.. 
peki 

töbe 

bilemezsin ki, dinle
duaya ıığmiğnn diye sızıltılı cevap
ey müslümanlar denince mızıltıyla mukabelat
yolsuz mu halsiz mi nedir
içinden hızlı dışa doğru yavaş namaz 
telaş olmaz namazı açacaksın böyle kat 
kat yavaş lavaş 
mı yesek bu öğle.. 
töbe

cihad olsa kaçarlar diye düşünme
en bol sadaka bu kattan gelir
muhtemelen son sünnetin kefareti
yahut özür beyanı olarak 
rabblerine

VURUŞMASIZ DURUŞMALAR

Vuruşmalar durdu, duruşmalar dönemindeyiz. “Mahkeme etmek”in uydurukçadaki karşılığı anlamında değil, taraflar bir masanın etrafında öylece oturup duruyorlar manasında. Durup bekliyorlar. Komisyon safhasındayız. İş aracılara devredilmiş görünüyor. Böyle söyleyince sanki iş önceden asıl sahiplerince ele alınıyormuş intibaı uyanıyor. Hayır, işin asıl sahiplerini hiç göremedik. PKK hep bir vekâlet savaşı yürüttü. Fakat vekâlet savaşı başlatılan süreç üzerinden aslî savaş statüsüne yükseltilmeye, en azından uluslararası kamuoyunda bu algının yerleşmesine çalışılıyor. Yani PKK ne için kurulduysa o işi yapmaya devam ediyor. Acaba diyor insan Türkiye Cumhuriyeti de vekâlet savaşı mı yürütüyordu? Soruyu tersyüz edelim: Türkiye Cumhuriyeti kendini ve bizi temsil edebiliyor mu?

Vuruşurken düşünmezsin, fakat dururken insanın aklına türlü şey geliyor. Mesela Körfez Savaşları’nın ve Arap Baharı’nın sebep olduğu otorite boşluğu ilk günden beri Mîsâk-ı Millî haritasını getiriyor akıllara. Mîsâk-ı Millî’nin güney sınırları Batı’nın Kürt nüfusu sıkıştırıp tampon bölge oluşturduğu topraklara tekabül ediyor. Bir zamanların proto-İsrail topraklarına. Bu tamponun aradan kaldırılma, tarihin bu kaçınılmaz çağrısının karşılık bulma ihtimali (bu ihtimal çok çok zayıf da olsa) ufukta görünür gibi olduğu an 7 Ekim’e göz yumularak Gazze yok edildi, Suriye rejimi ve askerî alt yapısı imha edildi, Lübnan Hizbullah’ı pasifize edildi, İran’ın stratejik isim ve kurumları vuruldu, Körfez sermayesinin sisteme bağlılıkları pekiştirildi. Uluslararası politikanın yazılı olmayan bir ilkesidir: Türkiye’ye yarım adım attırmamak için on adım atmak zorundasın. Türkiye’nin yarım adımı muarızlarının on adımına bedel bir tarihsel çarpan gücü taşır. Öcalan bunu göremeyecek biri değil. Hemen tutumunu değiştirdi, Mîsâk-ı Millî’nin güneyi için komisyoncu rolünü üstlendi. İsrail köleleştireceğine kardeşlerinize siz sahip çıkın argümanıyla gurur okşayıcı sözler söyledi. Irak’tan yıllar sonra İran ve Suriye’de de yeni şartlar oluşunca gecikmeden Türkiye’ye teklifini yaptı. Fakat önceki temas girişimlerinde olduğu gibi teklifin kendisinden gelmesi müzakerede düşük bir pozisyon anlamına geleceği ve güvenlik bürokrasisinden veto yeme ihtimali yüksek olduğu için teklifin reddedilemeyecek bir yerden, içeriden ve en tepeden gelmesi gerekiyordu. Bu görevi çeyrek asırdır yaptığı gibi Bahçeli üstlendi. Böylece PKK üst perdeden, kuyruğunu dik tutan bir üslûpla, “eşitler olarak” konuşabilme fırsatı buldu. Gelinen noktada PKK bir anlaşma koparsa da masadan kalksa da artık taraf kabul edildiğini ve örgüt içi emir-komuta zincirinin hâlâ çalıştığını dünyaya göstermenin psikolojik üstünlüğünü kazandı. Eksiden artıya bir çırpıda geçmiş oldular.

Yarım asırlık çatışmanın sonunda büyük devletler için köleleştirilmeye hazır milyonlarca Kürt yaratıldığını en iyi Öcalan biliyor. Hareketin köleleşmeye ve özyıkıma gittiği ta 90’larda görüldü. “Dörde bölünmüş coğrafya”nın bir propaganda retoriğinden öteye gidemeyeceği, Batı’nın buraları Kürtlere “yedirmeyeceği” görüldü. O yüzden PKK’nın Türkiye’deki yeni stratejisi “sistem içinde anayasal teminat kazanmak” olarak belirlendi. PKK, İsrail’in doğrudan kölesi olma tehlikesini bize Türkiye’nin kardeşi olmak şeklinde pazarlayabildi. “Süreç” belli ki birilerinin son şansı. Tarihe adını “katil” değil “havari” olarak yazdırabilmek için. Fakat bu, Türkiye Cumhuriyeti’nin son şansı olabillir mi? İlki sonu bir yana, Türkiye’nin öteden beri tek şansı vardı ve hâlâ var: Devlet-millet bütünleşmesinden doğacak kuvvet. Devlet içinde bir kliğin öbürünü bertaraf ederek ilerlediği hiçbir seçenek Türk milletinin lehine olmayacak. Millet içindeki kimlik karmaşasının çoğulculuk olarak sunulduğu hiçbir seçenek Türk devletinin lehine olmayacak. Bütünleşmesi gereken iki unsur evvela kendi içinde parçalı görünüm arz ediyor. Yapı parçalı olmasaydı PKK devletin bir kesimiyle, devlet de PKK’nın bir kesimiyle görüşemezdi. Parçalılık görüşmeyi mümkün kılıyor, ama görüşmelerde bütüncül kararlar alınmasını da engelliyor. İlginçtir, bütünleşme fikrinden ısrarla bahsedenler yalnızca Bahçeli ve Öcalan. Yılların etnik politika güdücüleri “sosyal ve siyasal entegrasyon” fikrinde buluşmuş görünüyor. Sadece bu gösterge bile ispat ediyor ki Türkiye hakkındaki kararlar gündelik siyasî aktörlerin elinin ve aklının ermediği bir bölgede alınıyor. Bu gerçeği dikkate almadan üretilen bütün enformasyonun temelsizliği de acıklı biçimde ortaya çıkıyor.

Buraya kadar söylediklerim ne “vuralım” demeye yorulabilir ne “duralım” demeye. İtirazımız kavram ve kimliklerin baştan iğdiş edilmesine, manzaranın bizim irademizle şekillenmeyişine. Savaştırıldık ve barıştırılıyoruz! Bu kadar. Şuursuzca savaştırılmak bir bela, onursuzca barıştırılmak başka bir bela, barıştırılamayacaksa eskisinden daha çaresizce savaştırılmak tehdidi bambaşka bir bela. Savaşın ve barışın ne olduğunu bilmiyoruz; çünkü kendimizin kim olduğunu bilememekten dolayı dost ve düşman tanımlarımızı yapamadık. Kim olduğunu bilmeyen dostunu düşmanını tanı(mla)yabilir mi? Ne için savaştığını bilmeyen ne için barıştığını bilebilir mi? Gerekçesizlik sadece argümanlarımızın içini değil varlığımızın içini de boşaltıyor. Gerekçelerimizi açık seçik bilmek zorundayız, tepedeki adamdan sokaktaki adama kadar. Bahçeli bu süreci öyle tepeden inme, damdan düşme tarzda başlattı ki istenen neticenin alınamaması için bu dayatmacı tavır bile yeter. Acaba bunu mu istiyor? Öcalan açısından sürecin nasıl başladığı pek fark etmiyor, başlamış olması bir kazanç. Şayet süreç istedikleri gibi neticelenmezse PKK yine en iyi bildiği işe, taşeron cinayetlere geri döneceğini zaten açıkça söylüyor. İtildiğimiz yer açık: Anayasal ve etnik milliyetçiler tarihimize bulaştırdıkları pislikleri temizlemek yerine bizi gelecekteki daha büyük bir pislikten kurtardıklarına inandırmak istiyorlar.

Yakın tarihimizde tek bir siyasî karar yoktur ki dışarıdan dayatma, tepeden inme olmasın. Bu yüzden Türk siyasetçisinin baskın karakteri “tabansızlık”tır. Başımızdakiler başımıza iş açar ve ortalıktan toz olurlar. Tabansızlar yüzünden olan tabandakilere olur, onların feraset ve fedakârlığına kalır iş. Öyleyse ferasetsiz feda oluşlardan ve fedakârlığa yanaşmayanların ferasetli pozlarından uzak duralım. İlk elde, fizik ve metafizik anlamda sınır kavramını yeniden ele almalıyız. Sınırların belliyse onu savunmanın yordamına kafa yorarsın. Yordamın temel ilkesi bellidir: Sınırlarını savunmaya sınırlarının ötesinden başlarsın. Ayakların sınır çizgisinde olsa da gözlerin ufuk çizgisinde olmak zorunda. Gerektiğinde ufuk çizgisine de ayak basmaya hazır olmalısın. Hatay’ın korumasını Mekke-Medine’den, İstanbul’un korumasını New York’tan Brüksel’den başlatmak zorundasın. Bütün kavgaların, didinmelerin, polemiklerin ötesinde sarsılmaz bir iman varsa onun uğruna çekilen çileler güzeldir. Dünyayı cennete çevirmeye gelmedik ama cehenneme çevirmeye çalışanların tepesine binmek vazifemiz. Vatanımız bizim için cennet-âsâ da olsa hepimiz ölünce cennet-mekân olmak, daha doğrusu Cennet-Vatan’a uçmak için yaşıyoruz. İçimizde Cennet-Vatan özlemi, karşımızda çölleşen yeryüzü... Çölleşme yayılmacıdır. Sınırı namus bilmediğinde seni istila eder. İşte siyasetle ilgilenmemizin itikaden en yalın gerekçesi.

Muhammed SARI (2 Rebiülevvel 1447 - 25 Ağustos 2025)

SAKARYA’YI SARAKAYA ALANLAR

Türkçede “Alavere dalavere, Kürt Memet nöbete!” diye bir söz var. Hakiki bir söz. Yaşanmış bir söz. Yaşadığım bir söz. Çünkü hem Kürt’üm hem adım Memet. İrili ufaklı birçok dalavereyle karşılaştım evet. Fakat ben başıma gelenleri diğer Memetlerden farklı okudum. Maceram görünüşte diğerlerinin tıpatıp aynıydı. Ortada gerçekten de fasılasız alavere dalavere dönüyordu ve ben sürekli nöbetteydim. Eğlence ve kahkaha sesleri benden hep uzaktaydı. Karanlık nöbet kulübesinden uzaktaki aydınlık ve şen şakrak pencereleri geceler boyu seyrettim. Buraya kadarki aynılığa bakıp hem beni nöbete gönderenler hem de zırt pırt nöbete gönderildiğimi görenler diyordu ki: “Bak gördün mü, Kürt olmasaydın başına bunlar gelmeyecekti, sıcak yatağından çıkmak zorunda kalmayacaktın.” Hayatı birilerinin başka birilerini itip çekiştirmesinden ibaret bir mekanizma gibi görenler hayatın akışına tesir meyanında insanın öz yönelimlerini, iç dinamiklerini hesaba katmazlar. Allah’ın hikmetini ise hiç! Zahire bakar onlar: “Saat gecenin üçü mü? Üçü!.. Nöbette misin? Nöbettesin!.. Demek ki Kürtsün! Kürt değilsen bile Kürtsün! Her gece bu saatte buraya dikildiğine göre…”

Elini ve zihnini meşgul etmeyi seven biri olarak evdeki, işteki, sokaktaki, camideki, okuldaki atalet, yönsüzlük, boşvermişlik hâli beni hep endişelendirmiştir. Aynı hâli yirmili yaşlarımda kışlada da görünce şafak attı. Birkaç asalet ve derinlik sahibi çocuğu istisna tutarsak koğuştaki laubalilik, lakaytlık, laçkalık bana müthiş rahatsızlık veriyordu. Şayet insanların en küçük fırsatta bile vazifeden kaytardıklarını bilmeseydim, menfaat kaygısıyla dost-düşman olduklarını görmeseydim ve nöbetlerin nasıl savsaklandığını işitmeseydim belki koğuşun keyfini ben de biraz çıkarabilirdim. En azından başımı yastığa tasasız koyabilirdim. Ama nerde…! Baktım içeride bana huzur yok, kendimi usulünce dışarı attırmanın yolunu aradım. Aradım ve buldum: Gündüzleri arazi, geceleri nöbet… Ertesi gün uykusuzluktan harap olsam da bilhassa birçok gece nöbetini kendime yazdıran bendim. Başlarda “Hoca sana ayıp oluyor, komutana söyle adil davransın.” diyenlerin bakışları durumu fark ettiklerinde değişmeye başlamıştı. Adam bizden kaçmak için kendine nöbet yazdırıyor diye fısıldaştıklarını duydum. Bu benim erat gözünde Kürt olmadığımın (sayılmadığımın) açık ispatıydı. Numara çevrilerek gönderilenlerden olsaydım nöbeti muhakkak ben de savsaklardım. Aksine, nöbetlerde uyumuyor, mahalli (şiddetli manevî ikaz aldığım tek gece hariç!) terk etmiyor, ayakta duruyordum. Övünmüyorum, çünkü bunu borç biliyordum, size de tahdis-i nimet olur ümidiyle naklediyorum zaten. Durumu sezen bir rütbeli “Hoca bizi beğenmiyorsa gitsin kurtla kuşla arkadaşlık etsin!” deyip angarya işleri arttırmıştı. Son ay tuttuğum nöbetlere artık Kürtlüğümden değil Memetliğimden dolayı gönderildiğim iyiden iyiye belli edildi. Çünkü komutanın “hoca!” hitabının başlardaki anlamı öğretmenlikle alakalıyken askerliğin sonuna doğru “sofu!” tınısı kazanmıştı. Öyle ki benle gece üç nöbeti tutacak PKK sempatizanı Kürt çocuk da huzursuz olmuş, “badi” olarak yerine başkasını yazdırmıştı. Tuhaflıklar hep böyle yaşanageldi, görünen o ki yakın gelecekte de böyle olacak. Aleyhime çevrilen dolap Kürt olduğum için değil Memet olduğum içindi. Bunu fark ettiğinde bilincimin üzerindeki zarlardan ilki yırtılmıştı. “Memet” sistemin içinde yönetilemez olanların ortak adıydı.

Bütün bunlar yaşanırken bir yandan da nöbet kulübemden ilişkileri gözlemlemeye devam ediyordum. Dikkatimi çeken ikinci husus şu idi: Dalavereci zorbalarla bizim Kürt Memetler gayet sıkı fıkıydılar. Ricalar emir telakki ediliyor, emirler rica tonunda telkin ediliyordu. Handiyse aralarından su sızmıyor, yedik içtikleri ayrı gitmiyordu. İlginçti ama şaşırtıcı değildi, hiç değildi. İnsan doğası böyledir, insanlık tarihi yaltaklanmanın sayısız örnekleriyle doludur. Elbette aralarındaki şeye “ilişki” demeye bin şahit lazım. “İliştiri” demek daha isabetli olur. Özünde köle-efendi ikiliğinin sürdüğü fakat gelişen yeni şartlar gereği “eşitler olarak takılmaları”nın ikisinin de faydasına olduğu bir geçiş sürecinden bahsediyoruz çünkü. Gerçek ilişkinin mümkün olmadığı menfaat iliştirisi sürecinden. Nasıl olsa “benim gibiler” gidici, onlar kalıcıydı. Geçinmenin bir yolunu bulmaları gerekiyordu. Türkiye’de Kürt Memet’in dalavereyle nöbete gönderildiği hakikat olsa bile bu gönderenlerden evvel Kürt Memet’in menfaat dilenen düşük tutumu yüzündendir, suç evvela Kürt Memet’indir. Dalavereciler ise hem dün ezdikleri insanlara bugün ağam paşam muamelesi çektikleri için ve haklı ikazlarıma “Vatan-millet-Sakarya edebiyatı yapma!” diye karşılık verdikleri için iki kat cezaya müstahaktır. Menfaat kaygısı onuru öyle acıklı biçimde çiğner, omurgayı öyle feci surette çarpıtır ki bir anda efendiyi kölesinin kölesi, köleyi efendisinin efendisi konumuna getirebilir. Bazen tarihte gerçekten böyle yer değişimleri yaşanır ama genellikle ayı-dayı fıkrasındaki gibi mecburiyetlerle değişen roller köprüyü geçtikten sonra eski hâline, belki eskisinden daha şiddetli biçimde döner. Ne zaman ki hoşafın yağı kesilmeye başlar ahbap çavuşlar arasındaki “iliştiri” de çözülmeye başlar. Sıkı fıkı görünen ilişkinin kurusıkı olduğu anlaşılır.

Uzak ve karanlık nöbet kulübesinden gözlemleme fırsatı bulduğum üçüncü gerçek ise şuydu: Olan hep bağımsız karaktere olur. Dengeler icabı! Memetlik rütbesinin bedelidir bu. Eski köle-efendi ilişkisini onaylamayan yeni “sıkı fıkı” ilişkisinden de dışlanır. İstemeyen adam bütün zaaflarına, kusurlarına, hatalarına rağmen kriz anında öz kararlılığını dışavurmuş olandır, haysiyetini kaybetmediğini izhar edendir. Kamuslar haysiyet kelimesinin “yerlilik ve yönlülük” zarflarıyla irtibatlı olduğunu haber veriyor. Haysiyetimiz yerimizin yönümüzün belliliğindedir. Yerim nöbet mahalli, yönüm müminlerin kıblesi. Bu benim seçimim diyen öyle veya böyle kazanmıştır. Şerefim ve itibarım bundadır diyen kazanmıştır. Alaya vereye bulaşmayana karşı çevrilen dalavere sürekli de olsa tesirsizdir, korkmayın. Hayatta her işin bir haysiyet bir de menfaat tarafı var. Haysiyetle menfaat ayırıldığında bir toplumun başına gelebilecek en büyük bela gelmiş sayılır. Böyle bir durumda kişi tercihini menfaatten yana yaparsa iki kat kötülük işlemiş olur. En büyük iyilik haysiyetle menfaatin bitişikliğindedir elbet; fakat bu ikisi bir şekilde ayırılmışsa kişi haysiyeti seçmeye çalışmalıdır. Haysiyeti seçebilmek bizatihi menfaattir; başka beklenti içerisine girilmez, kullardan aferin beklenmez. Evde, işte, okulda, kışlada hep bu duyguyla hareket etmeye çalıştım. Nefsim yarım parmak daha ağır bassa belki kaçardım ama askere Sakarya Meydan Muharebesi’nin hatırına gittim. Haysiyetli adam meydanda yaşar, muharebede ölür. Menfaatçiyse ömrünü Sakarya’yı gizlice sarakaya alarak çürütür ve necis bedeni sonunda Sekar’a yuvarlanır.

Muhammed SARI (25 Safer 1447 - 19 Ağustos 2025)

CELİLE GÖLÜ KURUDU, GALİLE DENİZİ KAYNIYOR

Atlasları getirin! Tarih atlaslarını! 
En geniş zamanlı bir şiir yazacağız
Ece Ayhan

Geçen hafta ekranlara Fırat nehrinin kuruduğu ve tabanında altın bulunduğu haberleri yansıdı. Bu tür haberleri daha önce de duymuştuk, fakat insanız, kayıtsız kalamıyoruz. Özellikle de meşhur hadisin bu kez tahakkuk edip etmediğinin merakı ve endişesiyle. Sanırım benim gibi meraklı insanlar sayesinde haber siteleri ekstradan birkaç milyar tık alarak altını bulan asıl taraf oldu. Çünkü haber yalanlandı, çıkan madenin altın olmadığı söylendi. Haberin etkisi çabuk sönümlense de benim dikkatimi okur yorumları çekmişti. Konu altın olunca mı yoksa hadisten dolayı mı bilinmez ama her türden yoruma rastlamak mümkündü. Batılıların altınları kimseye kaptırmayacağını, söylenti doğruysa Suriye’nin asıl şimdi yandığını yazanlar vardı. İsrail çoktan olay yerine varmıştır diyenleri, o altınlarda Türkiye’nin herkesten çok hakkı olduğunu söyleyenleri de gördüm. Epey okudum. Gazzeliler açlıktan kırılıp bir avuç un için katledilirken altına hücum eden Suriyelileri kınayan yorumlara geldiğimde artık merak yerini utanca bırakmıştı. Bir yanda bir avuç un diğer yanda bir avuç altın… 

Altını tenekeye, unu kana çevirecek kadar güçlü tek simya utançtır. Bu duyguyla baş edemeyeceğimi anlayınca kendimi haritalara vurdum. (Çocukken de böyleydim. Ödev yapmak istemediğimde saatlerce atlas karıştırırdım.) Bulabildiğim bütün dijital haritalardan, uydu görüntülerinden, uçaktan çekilmiş askerî fotoğraflardan Ortadoğu denen yerin dağını taşını uzun uzun seyredip durdum. Ve sonunda bir şey buldum! Bir şey aramıyordum ama buldum. İnternet biraz böyle bir mecradır zaten. Haritada “Sea of Galilee” isimini görünce çağrışımlar ardı ardına geldi. Asıl adı Emrullah İlhan Birsen olan meşhur şair İlhan Berk’in modern şiirimizin dönüm noktalarından biri sayılan "Galile Denizi" (1958) kitabının adı oradan geliyordu. Celile Gölü veya Taberiye Gölü dediğimiz yerden. Zaten bildiğiniz bir şeyi bambaşka bir bağlamda yeniden anlamlandırmak zihni canlandırıyor gerçekten. İbranî ve Hıristiyan tarihinin kırılma noktasıydı burası. Onların kaynaklarına göre İsa’nın tebliğe başladığı, havarilerini seçtiği, mucizeler gösterdiği ve dirildikten sonra son kez görüldüğü yer Galile Denizi kıyılarıydı. Cumhuriyet sonrasının edebiyatında ve siyasetinde Kudüs’ün bir haber değeri bile yoktu. 1948’ten sonra ise uzun süre “dış işleri sorunu” muamelesi gördü. Buna rağmen İkinci Yeni’nin öncüsü sayılan isimlerden biri tutup şiirimizin orta yerine Celile kasabasının hikâyesini getirivermişti. “Yeni İnsan”ı yeni bir sözle anlatmak gerektiğini söyleyen şairimiz kendine yeni bir “origin” bulmuştu. Ama bir terslik vardı. Şair aynaya bakıp kendine sesleniyordu: “Ecce homo!”

İlhan Berk elbette hiçbir zaman bir dünya görüşüne bağlanabilecek şairlerden olmadı. 1958 tarihli "Galile Denizi" eleştirmenlerce uzun süre bir ilginçlik, bir deformasyon deneyi olarak algılandı. Sonraki kitaplarında da “tarihsel biçimleri özlerinden boşaltıp yeni estetik bağlamlarda kullanma” tavrını sürdürdü şair. Ebu Hanife, Kubilay Han, Saint Antoine, Sait Faik hatta kendisi bile bir şiir kişisinden ibaretti onun için. Kullanıp geçiyordu. İlhan Berk her çiçekten bal alırdı, çiçekle ve balla ilgilenmeksizin. Ne ki İbranî-Hıristiyan kültürüne dair göndermelerinin yoğunluğu ve kritikliği diğer kültürel dikkatlere oranla çok ilerideydi. Bunun birçok açıklaması olabilir. Kendisinin de kabul ettiği evrensel panthéona girme isteği, ölçüsüz iştah, deney merakı… gibi açıklamalardan birini seçebilirsiniz. Bizce meseleye daha geniş bakmak, yani meseleyi "Galile Denizi"yle sınırlamamak gerekiyor. Türkiye Cumhuriyeti denen yapının kuruluşundan itibaren gelen İbranî-Hıristiyan etkilerin kendini 40’lı yıllarda ilk kez açıkça gösterdiğini, bu etkinin 60’ların sonunda zirveye ulaştığını düşünmek için birçok sebep var. 

Sadece savaşların değil modern şiirimizin de başladığı yer Ortadoğu’dur diyebilir miyiz? Bu adlandırmayı doğru, bu coğrafyayı bizim dışımızda bir yer olarak kabul ediyorsak evet modern şiirimizin de oryantalist bir temeli olduğunu söylememiz gerekir. Şayet adlandırma yanlıştır ve o topraklar bizimdir diyorsak modern şiirimizin oldukça politik bir damardan doğduğunu kabul etmiş oluruz. Vakıalar her zaman kabullerimizin üzerindedir ve kabullerimizden daha karmaşıktır. Hele konu Türk şiiri ve Türk siyasetiyse çok düşünüp az söylemek en hayırlısı olabilir. Bugünün şairi ve siyasetçisinin hayırdan pek nasibi yokmuş gibi görünüyor. Gazze ve Batı Şeria (ki ikincisi yokmuş gibi davranılır) konusunda yazar çizerlerin, hassaten şairlerin içinde bulundukları şuursuzluk yüz kızartıcı. İlk ve en sahici duruşu sergilemeleri gerekirken “farkındalık” eylemleriyle ilk uyutulanlar şairler oluyor. Türk şairi asılsız ve astarsız işlerin parçası olmadığı kadar Türk şairidir. Şunu diyebilirsiniz: Şairler siyaset bahsinde ilk kez feci vaziyete düşmüyor. Doğrudur. Fakat tarih boyunca şiirde yol başlarını tutanlar politikasıyla poetikasını birbirinden ayırt edemeyeceğimiz şairlerdir. Hiza buradan alınır. Kendini politik görünmeye zorlayan şair çehresine fiyakalı bir astar çektirme peşine düşmüştür. Kendini politikadan soyutlayan şair daha esaslı işlerle uğraştığını zannederken asılsız kalma riskiyle karşı karşıya kalmıştır. 

Estetik beğeninin sınırını varoluşsal kabullerden ayırmak da mümkün değil ikisini birbirine eşitlemek de. Edebiyatı, hassaten şiiri siyasetin gölgesinde okumak bize yarardan çok zarar getirecektir. Eşitlemeden ve birini diğerinin kuyruğuna takmadan, bıçağı kemiğe de deriye de vurmadan ilerlemek zorundayız. “Galile Denizi” ismi sanat-siyaset-din katmanlarının üst üste binmesi sebebiyle bize bu hareket kolaylığını sağlıyor. Öyleyse İsrail’in Gazze’yi yok etme harekâtıyla tekrar rağbet gören “teopolitik” tabirini de kullanarak, aşağıdaki soruları ve daha nicelerini kapsayacak şekilde bakış açımızı genişleterek soralım: İlhan Berk’in İncil’i okuyunca “dünyaya ilk geliyormuşum gibi oldu” deyip "Galile Denizi"ni İncil üzerine kurması; kendine “cumhuriyetin ilk Hıristiyan şairi” diyen Ece Ayhan’ın “Kudüs farelerinden, gizli yahudiden, ortodoksluklardan” bahsettiği için statüko gözünde heterodoks ilan edilmekten kurtulamayışı; Turgut Uyar’ın modernliğe gözünü Tevrat tercümeleriyle açması; Edip Cansever’in yabancılaşmış, materyalist görünümlü ve negatif yüklü (“Çağrılmayan Yakup”) Eski Ahit ilahiyatı varyasyonları; Cemal Süreya’nın “Afrika dahil” diyerek din, coğrafya ve politikayı bedenleştirme eğilimi; Sezai Karakoç’un önceleri kendisinin de kullandığı İsevî tonu sonra Hızır ve Taha motiflerine dönüştürmesi; nihayet İsmet Özel’in yirminci asrın sonlarında “Of Not Being a Jew” üst başlığıyla bu yekûna bir çizgi çekmesi bizi nereden nereye getirdi? Bu şairlerden bazılarının ve daha birçok edebiyatçının Yahudi sermayesinden ödül alması kimseyi işkillendirdi mi? Modern Türk şairleri ülkelerindeki İbranî-Hıristiyan tahakkümü karşısında hangi tutumu takınmışlardı?

Sorular çok, cevaplar uzun. Kimse böylesi bir yükün altına girmek istemediği için tartışmalar bir noktadan sonra yer altına iniyor, apaçık vakıalar sis perdesinin arkasında kayboluyor. Türkiye Cumhuriyeti kuruluşu, seyri ve geldiği nokta itibariyle tepeden tırnağa bir muamma görüntüsü veriyor. “Muamma” çünkü gerçekleri gözümüzle görüp onlara elimizle dokunabilecek bir durumda değiliz. Baş aşağıyız ve gözlerimiz kapalı. Her şey göz önünde cereyan etse de göremiyoruz, çünkü gözümüzü sımsıkı kapatmak konusunda ihtar edildik. Gözümüzü gizlice açar gibi olsak bile sahneyi doğru algılayamıyoruz, çünkü her şey tepetaklak görünüyor. Seslerini ve kokularını alıyoruz ama onlara bakmamız ve dokunmamız yasak. “Hâlâ” yasak değil, “eskisinden daha şiddetli biçimde” yasak.

Muhammed SARI (16 Safer 1447 - 10 Ağustos 2025)

TIFIL MÜTEŞÂİRLER yahut YAZ AKŞAMLARI PENCEREYİ AÇMAK NE MÜMKÜN!

Hicrî takvime göre 46 yaşımı doldurmak üzereyim. Ne birilerine laf atmaya hevesli çağımdayım ne kıçına şortunu çekmiş albay emeklisi havalarında âleme nizam verme niyetim var. Zamanımın ve mekânımın ayırdındayım. Biliyorum. Zaman hodbinliğin zamanıdır, mekân nobranların mekânı olmuştur. Farkındayım. Kadının körüklenip azdırılması suretiyle iğfali, erkeğin baskılanıp ehlileştirilmesi yoluyla iğdişi son sürat devam etmektedir. Fakat bütün bunlar benim için mazeret yerine geçmedi. Örneğin senelerce yanı başımızdaki parkta gece yarılarına kadar süren hırgüre tahammül etmemi kolaylaştırmadı. Evet, on yıl semt parkının bitişiğinde oturdum. Sık sık bıçaklı kavgalar olurdu, kamışına yeni su yürümüş oğlanlarla kızışmış el kadar kızlar en az elli dairenin görebildiği çimenliklerde yapacaklarını yapardı, grup hâlinde gelenler ana bacı söverek birbirlerine abuk sabuk, çoğu da kolpa hikâyeler anlatırlardı ve daha neler neler. Mahallelinin şikâyetiyle polis bazen şöyle bir kolaçana gelir, “genşler biraz sessiz olalım” yollu göstermelik ikazdan sonra çekip giderdi. Polis gidince şamata kaldığı yerden devam… Ta ki civardan biri artık delirip parktaki veletlerin arasına dalana kadar!

Fakat dikkatimi çeken başka bir şey daha vardı: “Genşlerin” playlistleri. Listemiz, nasıl diyelim, epey “çoğulcu ve eklektik” bir zevkin ürünüydü! Sibel can çakmak çakmak (cumartesi koğuş kalk şarkısıydı, nefret ederim), gazapizm, ezhel, şemame, mabel matiz, cengiz kurtoğlu, cem adrian, tarkan kuzu kuzu (gece nöbetine kalkış şarkısıydı, buna nefretim bambaşkadır), onuncu yıl marşı, cimilli ibo, diğer ibo, mariah carey, halimem yandan, neşet ertaş, tekno dımtıslar, dengbejler, manuş baba, elektro bağlamalı yılışık işler, trakya karşılamaları, kanye west, göğebakan veya kekilli, kuzeyin oğlu, doksanlar poptan birileri, yeni türkü, ahmet kaya, duman, “madafaka”lı anonim tas kafa hırıltıları… Hangi kafayla hazırlandığını çok merak ettiğim bu listenin sebep olduğu kulak fesadından uzun süre muzdarip oldum. Abarttığımı düşünenler için gösterebileceğim tek kanıt kendi semt parkları, okumuş taife için ise yirmili yaşlarının başlarındaki tıfıl müteşairlerin kitaplarıyla doldurduğu edebiyat alanı olacak. Yine de bu isimlerin günahı yok, samimiyetle söylüyorum. Parktaki serserilere ve tıfıl müteşairlere kızsam da aslında içten içe üzülüyorum. Serseri ve müteşairlerin yayınları, yani etrafa yaydıkları şeyler vaktiyle etraftan onlara yayılmış şeylerden ibaret. Anksiyete ve bipolar nöbetlerinin, duygusal doyumsuzluğun, düşünsel yönsüzlüğün kaçınılmaz sonuçları. Yani sorun polisiye değil kültüreldi. Bilhassa şehir kültürüydü.

Kültürün en rafine ürünü şiirse en somut görünümü de şehirdir. İlk ciddi şiirlerimi Erzurum'da yazmış olmak İstanbul'da doğup büyüyen biri olarak bana önceleri garip gelirdi ama şimdi iyi ki öyle olmuş diyorum. 90’ların sonundaki İstanbul bir şiiri sürdürmek için uygun bir şehir olabilirdi ama şiire başlamak isteyen genç biri için hiç elverişli değildi. Her şeyden evvel şehrin ve ülkenin tek gündemi siyasetin, ekonominin ve depremin geride bıraktığı sahipsizlik ve yıkımdı. Hayata şehrin hangi kapısından geçerek, hangi penceresinden bakarak varacaktım? Hepsi yıkılmıştı. İçimizde pop, caz, alaturka bütün müziklerin sesi kesilmişti; sadece deprem uğultusu ve protesto gürültüsü duyuluyordu. Aile evinde kendimle başbaşa kalabileceğim bir odacık bile yoktu. Evin dışı yıkıntı ve korkuyla, içi sıkıntı ve kaygıyla doluydu. Şiire başlamak isteyen genç biri için şartlar müsait değildi. Hangi şiire başlamak için?

Kul olarak karşısında olduğumuz imtihanlar ne kadar apaçıksa insan olarak içinde bulunduğunuz durumlar o kadar karmaşık. Benim için şiir bu ince çizgideki gelgitte var oluyor. Geliş ve gidiş arasındaki o boşlukta. Erzurum bana aradığım boşluğu verdi. Kara kara evden ayrılma planları kurarken birden üniversite kazanma piyangosuyla şehirden ayrılmanın bütün yaralara merhem olacağını nereden bilebilirdim? Boşluğu ilk kez Erzurum’da tattım, hatta boşverebilmeyi orada öğrendim. İstanbul’daki hayatım şiirin içeri girmesine izin vermeyecek kadar sıkış tıkıştı. Kendimi boşluğa attım, nefese almaya başladım. İlk özgür nefeslerin verdiği ciğer sızısını ve baş dönmesini hâlâ hatırlarım. Filozofun özgürlük ile baş dönmesi arasında kurduğu bağ isabetliydi. Ne var ki ailenin, şehrin, kültürün baskısından kurtulmak şiir yolunun ilk basamağıymış. Sadece teşâur ediyormuşum. Kendime alan açmayı bilmek kadar o alanı neyle dolduracağını bilmek de gerekiyormuş. İçini bir amaç ve eylemle doldurmadığınız her boşluk ya başıboş düşüncelerle ya da boşunalık duygusuyla dolar. İstemediğim, bilmediğim yeni duygularla, düşüncelerle doluyordum. Bir yandan İstanbul’dan kalan yükleri atarken diğer yandan İstanbul’da olmamanın yüklerini sırtlanmak tehlikesi belirmişti. Kalabalığın ezalarından kaçıp yalnızlığın belalarına tutulmuştum. Şiire başlamama vesile olan ortam birden şiire engel olmaya başlamıştı. Anadolu mayasının nadiren pırıldayan safveti dışında gördüğüm hep soğuk, kar, yalnızlık ve yoksulluktu. Yıllarca masallarını dinlediğim insanlar, mekânlar hızla anlamsızlaşıyordu. Birkaç ay içinde ya şiir ya Erzurum diyecek raddeye gelmiştim. Bana kilometrelerce boş alan açan bu yayla şehri ben farkında olmadan içimi boşaltmış gibiydi. Sonra birden anladım ki şehir beslenmiyordu! Ne tarihten ne edebiyattan ne paradan ne tabiattan faydalanabiliyordu. Beslenmediği için kendi insanını beslemiyordu, besleyemiyordu. Erzurumlu gençlerin neden memurluk veya hovardalık dışında bir hayat tarzı geliştiremediklerini, neden mahallî folklor veya muhafazakâr kitsch ötesinde bir sanat zevki edinemediklerini o zaman daha iyi anladım. Boşluk anlamla dolmuştu nihayet. En azından benim için.

Üzerinden 25 sene geçen bu küçürek hikâyenin ana fikrini bugün bütün Türk edebiyatına ve Türkiye’deki hayat tarzına teşmil edebiliriz. Akıl ve ruh felcinin yansıması olmayan, muhataplarını kulak ve göz fesadına uğratmayan bir sanat ve hayat yolu bulmak zorundayız. Omuzlarında böyle bir yükün ağırlığını hissedenimiz var mı? Genç müteşâirleri geçtim, adı şaire çıkmış, yaşını başını almış kimseler kendileriyle başlayıp biten tarihsiz ve fiktif bir evrende şiir yazıp çizmeye devam mı edecekler? Şehirlerimiz gavatça seslendirme ve ışıklandırmalardan kurtulup şehrâyin vasfını tekrar kazanacak mı?
 
Muhammed SARI (10 Safer 1447 - 4 Ağustos 2025)