YENİDEN BAŞLANABİLİR Mİ?

Başlamaktan bahsediyorsak başlamanın “baş”ında ne olduğunu baştan söylememiz gerek. En başta düşünmek var. Hem de derinlemesine düşünmek. Geçmişte entelektüel geçinenlerimiz ve bugün trollerimiz sayesinde her şeyi mükemmelen bildiğimiz için başımız derinlemesine düşünmekle hiç hoş değildir. Bize göre, hoca elini sazın sapına atar ve her defasında doğru perdeyi bulur nasıl olsa. Hiçbir şeyi derinlemesine düşünmeye, hele yeniden düşünmeye vaktimiz, mecalimiz, niyetimiz yok. Vakti, mecali ve niyeti olmayan ama millî gururundan başı arşa vuran bir topluluk tarih sahnesini hâlâ neden işgal etmektedir acaba, meraka değer. Kendi dünyamızı kurmak adına bir tür hazırlık safhasında mıyız yoksa birilerinin bizim için hazırladığı bir sona doğru mu ilerliyoruz? 

Derinlemesine düşünmenin hindi gibi düşünmek, Karadeniz’de gemileri batmış gibi düşünmekle alakası olmadığını belirtmek zorunda kalmışsak, bu, insanlarımızın derinlemesine düşünmekle karşılaşmamasındandır. (Ben miyim derinlemesine düşünebilen? Bu yanlış bir soru olur. Ben önemli biri değilsem de düşüncesiz sayılamayacak biriyim.) Âkif meşhur şiirinde şöyle demiş: 

Gür hisli, gür îmanlı beyinler coşar ancak,

Ben zâten uzun boylu düşünmekten uzaktım!

İki mısraa üç kritik kelime sığmış: his, iman, düşünce. İnsaf nazarıyla tek tek bakıldığında vazgeçilmez bulduğumuz ama bir araya geldiklerinde büyük sancılara sebep olan üç kelime. Yakın tarih tecrübemizin aşağılık psikolojisiyle ve gündelik hayat tecrübemizin sığlaştırıcı etkisiyle baktığımızda en zekice çözüm üçünden de kurtulup hayatını yaşamak olacaktır. Zaten insanların çoğu böyle yapıyor. Hiç düşünmeden! “Gözünü kırpmadan” da diyebilirdim. Demek ki gözünü kırpmak ile düşünmek arasında küçük ama hayatî bir bağ var. İnsanlar bir göz kırpımı süresince olsun düşünmekle mükelleftir. Gözünü kırpmayan ya ölüdür ya robot. Göz kırptığımızda gözümüzü diktiğimiz şey bir anlığına kararır ve tekrar belirir. Kararlar o karanlıkta alınır. Doğan o karanlıktan doğar. Düşüncenin alacakaranlığı olmadan duyguların şafağına şahit olmak ve iman nurunun aydınlığına çıkmak muhaldir. 

Âkif’i hüsrana uğratan ruh hali devrinin şartlarıyla yakından alakalıdır; yoksa “kafa ve iman adamı” olan birinin “düşüncesizliği” övdüğü düşünülemez. Kaldı ki Âkif’in hoşlanmadığı şey düşünmek değil “uzun boylu düşünmek”tir. Ki bu da tereddüt, çaresizlik, ümitsizlik, durumu kabullenmek, ne yapacağını bilememek manasına gelir; tefekkür etmekle ilgisi yoktur. Müslümanların düşünce ile alakaları olmadığı iddiasına bu gibi sözleri delil gösterenler ya tefrik melekesini yitirmiş yahut art niyetli insanlar arasından çıkıyor. Kara propagandaya kapılan Müslümanlar ise düşünmek, hissetmek ve iman etmek arasında tercih yapmaya kalkışıyor. Milletler kuyruğunu kovalayan hayvanlar misali bu döngüye hapsedildiğinde yapılabilecek çok az şey kalıyor geriye. Yapılabileceklerin ilki ise cilveye bakın ki yine durup düşünmek. Düşünüp durmakta fayda yok ama durup bir düşünmekte çok hayırlar var.

Durup düşünmek’in ilk faydası bilebilmek. Düşünmek tetiğe bastığımızda, söze girdiğimizde, ayağa kalktığımızda tuzağa düşmeyeceğimizi, haksızlık etmeyeceğimizi bilmek içindir. Durup düşündüğümüzde eylememeye karar vermişsek, eylemeyi ertelemişsek bu da bir eylemdir ve bunda da hayır vardır. Önü arkası düşünülmüş eylemlerin faydalarını ise tarih kitaplarından okuyabiliyoruz. Bu manada hep fiille ilişkilidir düşünmek. Yine de sorulabilir: “Düşünmeden eylenemez mi hakikaten? Âkif’in devri biraz da böyle bir devir değil miydi?” Sulh zamanlarında herkesin gücü nispetinde mükellef olduğu düşünmek ile ölüm kalım günlerinin düşünmek’ini ayırt etmek lazım. Ölüm kalım savaşında bile bir toplumun güzideleri/kurmayları düşünmekten geri duramaz, düşüncesiz iş yapamaz, düşünceleriyle kitlesel eylemler üretmeden durduğunu yerin hakkını veremez. Onların düşüncelerinin sonu ölmeyi veya öldürmeyi emretmeye pekâlâ varabilir. Bu açmazı bugünkü çözük toplumsal kimliğimizle kavramamız zordur. Düşünce/düşünür ölmeyi veya öldürmeyi emredebilir mi? Ölme veya öldürme emrini yerine getirmek düşüncesizlik olarak değerlendirilebilir mi? Ölüm kalım zamanlarda kitlelerin uzun boylu düşünmeleri beklenemez. Milletten beklediğimiz sulh zamanlarında başlarına güzide insanlar seçmeyi bilecek kadar düşünceli/sorumlu davranmalarıdır. Böyle davranabildikleri takdirde harp zamanlarında üzerlerinden düşünme mükellefiyeti kalkar, geriye his ve iman safhalarını idrak kalır. Sulh zamanında düşünce (ahlâk) harbi vermeyen milletler harbin sonunda sulhü (istiklâli) kazanamaz. His ve imanları hakkındaki hüküm ahirete kalır.

Düşünce, his ve iman açısından bakıldığında çatırdayan bir toplumsal yapı arz ediyoruz. Çatı bel verdiğinde altına kiriş verilir. Fakat zemin çöktüğünde kirişin faydası olmaz. Müslim ve gayrimüslim prensiplerin eşitlendiği bir zeminde “her şeye yeniden başlama” teklifinin ve başlangıcın “yeniden düşünmek”le yapılması teklifinin karşılık bulamaması şaşırtmıyor. Akşam olunca kürkçü dükkânına dönmekten başka yol yok diye inanılıyor ise özgür düşünce adı altında bunca afra tafranın ne anlamı var? Akşamsa akşam. Yola akşamdan çıkmak zorundayız. Kendi gerçeğini keşfeden her millet gibi.

Muhammed SARI (26 Muharrem 1446 - 1 Ağustos 2024)