Bilgiye dair tecrübelerimiz bir yanıyla biriciktir. Aynı şekilde öğrenmeyiz. İki insanın bir bilgiyi aynı şekilde öğrendiğini söylemek aynı rüyayı gördüklerini söylemeye benzer. İnsanların iç dünyaları farklı olduğundan bilgiyi edinme ve anlamlandırma tarzları da son tahlilde kendilerine özgüdür. Öte yandan, herkesin öğrenmeye dair benzer bazı süreçleri idrak ettiğini kabul ederiz. Özellikle formel ve fonksiyonel hâle getirilmiş malumatın edinilme süreçleri bu umumî tecrübeyi yansıtır. Böyle olmasaydı bırakın toplumsal hayatın organizasyonunu, iki kişi arasında iletişim kurmaktan dahi söz edilemezdi. Bu bakımdan bilgi küresini “beni ben yapan” ve “benleri biz kılan” bilgiler olmak üzere iki parçaya ayırabiliriz.
Binlerce yıl önce gök kürede astronomik gözlemler yapmaya çalışan insanların durumu ne idiyse bugün bilgi küresini tarassut ederkenki hâlimiz odur. Başladığımız yerin gerisinde bile sayılabiliriz; çünkü teknik bilgi onu tecrübe etme, doğrulama veya yanlışlama kapasitemizin çok ötesine geçti. Teknolojinin sadece sonuçlarına maruz kalarak yaşıyoruz. Öyleyse soralım: Tecrübeye dayanmayan şeye bilgi denmeli mi? Bilgi-bağımlı küresel düzende bu soru yersiz görünebilir. Fakat kim bilir, belki de enformasyon çağında sorulması en yerinde soru budur. Özellikle teknik bilginin köpürme hızı ile onun insan tecrübesine konu olması arasındaki makasın korkunç bir hızla açılması, yeni fakat bir o kadar tanıdık bir tahakküm türüyle karşı karşıya bıraktı hepimizi. Modern anlamıyla teknik bilgi ne “ben”e ne “biz”e hayat hakkı tanıyor, bütün olup bitenler “o” alanına hizmet ediyor. Kolektif tarihsel tecrübeye dayanması bakımından “biz” bilgisinin önemi asla yabana atılamaz, fakat insan teki olarak en esaslı tecrübelerimizi “beni ben yapan bilgi” alanı sayesinde kazanırız. “Biz” ve “o” bilgileri bile ancak bu zeminde tesis edilir. “Beni ben yapan bilgi”; taklit (bebeklik), talim (gençlik) ve terbiye (yetişkinlik) öğrenmesi gibi biyolojik ve sosyal hayatın idamesini sağlayan öğrenmeleri de kapsayarak öteye uzanan bir bilgi alanıdır. Bu alanın girişinde “aynı yere çıkıp çıkmayacakları garanti edilemeyen” iki kapı vardır: din ve sanat.
İslâm’ın sünnet ve farzlar üzerinden kulun zahirî eylemlerini sorumluluk ve hesap verilebilirlik prensiplerine sıkıca bağlaması bilgi ile tecrübe arasındaki bağı “mutlaklaştırmadan” canlı tutmuştur. Mutlaklaştırmamıştır çünkü dinin bir de batınî veçhesi vardır ve bu alan çoğu insanın tecrübesinin dışındadır yahut buradaki tecrübe pozitif (yanlışlanıp doğrulanabilir türden) değildir. Yani Müslüman tecrübe edemediği, etse de sözle anlatılamayan şeylere de iman etmiş kişidir. Naklî bilgiyi aklî olana önceler. “Beni ben yapan bilgi”lerin doğrulanması kişinin gönlünde doğan emniyet hissine bağlıdır. Zahirî veçheye dönersek: İslâm’da ne yaptığını bilmek ve bildiği kadarını yapmak övülmüş, bildikleriyle amel etmemek ve amelleri bilgiye dayandırmamak yerilmiştir. Yapmadığı şeyi bildiğini iddia etmek, bildiği şeyin gereğini yapmamak en çok enformasyon çağı insanının imtihanı olmuş görünüyor. Tavşanın suyunun suyunu önümüze bilgi diye koyup itaat bekleyen enformatik algoritmalara karşı lüzumlunun ve elzemin bilgisine ulaşmanın yolunu bulmak zorundayız.
Levazım bahsinde din elimizden tutar, gerekirse yakamızdan tutma hakkını mahfuz tutarak elbette. Din bilgisi lüzumdan elzeme doğrudur. Vadedilenin vuku bulacağı güne, haber verilen o büyük günün şiddetine bizi adım adım hazırlar, dramatik yükü zamana ve zemine yayar. İrade ve takatimizi aşan işlerden ve malumattan mesul tutmaz. Her ferdin kendi bilgisi (gücü ve nasibi) nispetinde hazırlık yapmasına imkân tanır, ferdiyeti mücerretleştirip tanınmaz hâle getirmez, elzemin tazyiki altında ferdin ezilmesine müsaade etmez. Sanat ise daha dünyadayken yapışır yakamıza, haberin çoktan vuku bulduğunu haykırır, ben’i öldüresiye sarsar. Ben’i adeta öldürerek diriltmeye, mücerretleştirerek müşahhas kılmaya çalışır. Bütün dramatik yükü âna, bugüne bindirir; elzem olana varmaya odaklandığından lüzumluyu terk eder. Bir bakıma kıyamı, haşri, mizanı ve sıratı dünyadayken tecrübe etme provasıdır sanat. Sahne kurar; fakat oyun, oyuncu ve oynama eylemi birer bahanedir. Amaç sahneye sahneyi çıkarmak, bizatihi sahne mefhumunu temaşa edebilmektir.
“Beni ben yapan bilgi”nin kapıları ilhama da evhama da ardına kadar açıktır. Kapıdan giren şeyin şifa mı virüs mü getirdiğini bilmek bu yüzden hayatî önem taşıyor. Ruhuna aşina olmadan dinde kürsüye talip olmak ahlâkî hastalıkları görülmemiş bir hızda çoğaltıyor. Yordamına kafa yormadan sanatta sahne almak çirkinliğin çoğalmasıyla sonuçlanıyor. Viral çağda bilgiyle ilişki tarzımızı en iyi ifade eden kelime “kapmak” olsa gerek. Eskiden kapılırdık, bir cazibesi vardı bilginin. Şimdilerde herşeyi -tavırları, duyguları, fikirleri- bir yerlerden kapıyoruz. Bilgiyi de kapıyoruz. Hastalık kapar gibi.
Muhammed SARI (23 Safer 1446 - 27 Ağustos 2024)