CREDO’DAN KREDİ’YE

Hiçbir şey sebepsiz ve birdenbire olmuyor. Bugün yaşadığımız bütün felaketler geçmiş hataların bedeli. Tantanalı törenlerle, toplu rıza gösterileriyle, oy birliği veya çokluğuyla, sağduyulu davranmanın gereği bilerek, ehven-i şer sayarak, korkularımıza yenilerek işlediğimiz hatalar bunlar. 150 yılda bazılarının anaparasını yarıladık bazılarının olsa olsa faizini ödeyebiliyoruz. Bugünlerde hangi hataları işlemekte olduğumuzu önümüzdeki yıllarda göreceğiz. Yeni faturalar geldiğinde kimimiz burada olacaksa da bir kısmımız dünyadan göçmüş olacak. Dolayısıyla kimin borcunu kimin ödediğini tespit etmek de ayrı bir mesele. Toplumların karar vermek ile bedel ödemek arasındaki salınımlarına tarih, tarihin andaki görünümüne kültür dersek yanlış olmaz. Dündeki ve andaki görünümlerin üst üste konmasıyla elde edeceğimiz süperpoze bir görüntü bize hesap hatası yapıp yapmadığımızı gösterebilirdi. Fakat “büyük resim”i kimler görecek de gösterecek? 

Hegel, Napoleon’la karşılaştığında “Çağımızın Geist’ını at üstünde gördüm!” demiş. Feci bir indirgeme örneği ama belli ki bunun tarihteki kutlu karşılaşmalardan biri olduğuna inanmıştı. Devlet teorisinin ete kemiğe bürünmüş hâlini dünya gözüyle gören filozof hızını alamadı; Batılı efendilerin yüksek ideallerinin faturasını dünyanın geri kalanındaki kölelerce ödenmesinin felsefesini de yaptı. “Yasal mevzuat”ı filozoflarca vaz edilen yeni dünyada işler bir kez bu yola girdiğinde geri dönmek mümkün olmadı: Efendiler daima alacaklıydı, ödemek zorunda olan kölelerdi. Efendilerin bile kendi aralarında birikim ve alacak bakımından ast-üst ilişkisi söz konusuydu. Efendiler aydınlanmışlıklarının gereğini yerine getirmediğinde düşkünleşebilirdi ve köleler borçlarını ancak aydınlandıklarını ispat ederek ödemiş sayılabilirdi. Efendiler ölmeyi göze aldığı için öldürme hakkına sahipti ve köleler öldürmeyi bilmedikleri için ölmeye müstehaktı. “Ölerek ödemek” köleler arasında ödeme yollarının en yaygını ve en ucuzuydu. “Ödediği hâlde ölmek” ölümlerin en talihsiziydi. “Ödeyemeyecek kadar ölgünleşmek” sistemin kârlılık mantığına tersti ve istenen bir durum değildi. Dolayısıyla işler 1945’ten sonra “ölmeyecek kadar ödemek” esasına oturtuldu. Böylece Batı’nın credodan krediye varan yolu ardına kadar açılmış oldu.

Bir şeyi gökten yere indirdiğinizde onu menfaatin konusu yapmış olursunuz. Hegel’in yaptığı gibi. Aklı gözlerine inmiş itikadınca Hegel “at üstündeki Geist” tasviriyle Napoleon’un şahsında Fransız İhtilâli sonrasının modern efendilerine itimadını ilan etmişti. İtikadıyla itimadının denk düştüğü anda beliren “büyük resim”in kendi menfaatine olacağını anlamıştı. Credodan krediye geçişi haklı, en azından kaçınılmaz buluyordu. Onların kaçınılmaz saydıklarından kaçmak sadece Türklerin elindeydi. Çünkü ne credomuzu tekelinde tutan bir kilise ne birbirimize itimadımızı sarsan tefeci yapılanmalar vardı. İtikadımız dolayısıyla peşinen gösterdiğimiz itimat, itimadın kötüye kullanılmamasıyla pekişen itikad bize fazlasıyla yetiyordu. Gün gelip başımızdaki köle ruhlular yüzünden kaçınılmazlık bizi de yakaladığında “ölmeyecek kadar ödemek” yolunu tercih ettik. Bu tercih bizi ölmekten beter etti. Ne hâlde olduğumuzu anlamak için Türkiye’de yatay ve dikey ilişkilerin tesisinde neyin ölçüt alındığına bakın. İtimadın yerine menfaat konuldu. İtimat esasına dayalı toplum kulağımıza artık masal gibi geliyor. Borçlanamayan ve alacağını tahsil edemeyen insanlar arasında doğan bütün güven ve otorite boşluklarının resmî kurumlarla, ticarî kuruluşlarla doldurulduğunu gördük. Nitekim müessese dediğin boş arazide tesis edilirdi. Birilerinin meydanı boş bulduğu kesin.

Meydanı doldurmanın yolu silahı kapıp ortalığa atılmak olmadı hiçbir zaman. Boş insanlar olmadığımızı gösterebildiğimizde meydanın kendiliğinden dolup taşacağını göreceğiz. Müslümanların sayısının kaç milyara vardığının, nüfusun ne kadarını oluşturduğunun bu sistemde bir önemi olmadığı anlaşılalı çok oldu. Birbirine kucak değil kredi açan insanların özgül değeri “sıfır”dır. TDK sözlüğüne “kredisi düşmek, kredisi tükenmek” bir deyim olarak girmiş bile. “Güvenilirliğini ve saygınlığını yitirmek” manasında kullanılır diyor sözlük. Kredi ile saygınlığın müteradif kullanılması hayra alâmet değil. İşler bankadan kredi alamayanın saygın ve güvenilir kabul edilmemesine kadar varır demeyeceğim çünkü neredeyse bu noktadayız.

Saygınlık kredilendirilebildiği için değil veya başkaları tarafından gösterildiği için değil, insanların kendi ahlâkî seçmeleriyle kazanıldığı için bir değerdir. Kimse sırf başarılı, güçlü, ünlü olduğu için peşinen saygınlık hak etmiş olmaz. Saygınlık başkalarının övgüsü ve desteğiyle ayakta duramaz; kişiliğimize dışarıdan iliştirilebilen, eklenebilen bir vasıf değildir. Saygınlık kişinin kendine saygısıyla başlamıyorsa başkalarının küçük bir fiskesiyle bitecek demektir. Atanmışların ve seçilmişlerin peşinen kazandığı zannedilen şey saygınlık değil kredidir. Atanmışları ve seçilmişleri credo ve kredileriyle baş başa bırakıp saygınlığı kendimizde bulmak ve itimadı birbirimize göstermekle efendi-köle tuzağına düşmekten kurtulabiliriz. Çünkü ne efendilerin gözü ödemekle doyar ne de borç ödeyerek kölelikten kurtulan duyulmuştur.

Muhammed SARI (7 Safer 1446 - 11 Ağustos 2024)