Bilinçliliğin nihaî ereği bilinci aşan varlıkları ve durumları “tatmaya” açılmasıdır. Özel şartlandırmalar altına girmemiş hemen her zihin bir gün kendini “nasıl düşünebiliyorum, neden varım, benden ötede ne var” sorularının eşiğinde bulur. Eşikler nesne ile nesne, nesne ile nesne-olmayan arasındadır. Nerede eşik varsa orada iç ve dış, öte ve beri olmak üzere en az iki alan olduğunu kabul etmek zorundayız. Ve nerede ikilik varsa orada soruların türemesi kaçınılmazdır.
Sorular eşiktir. Çoğu bilgi disiplini eşiği geçip cevaplara ulaşmak üzere faaliyet gösterir. Bilhassa pozitif bilimler cevaba doğrudur. Felsefî düşünme ise sorunun ardından cevabı bulmayı değil, hep bir önceki soruya, giderek ilk soruya, ben kimim / varlık nedir sorusuna dönmeyi amaçlar. Filozof her cevabın beraberinde yepyeni soru ve sorunlar getirdiğini bildiğinden hangi öğretiyi vaz ederse etsin hep iki soru arasındaki eşikte durur. Mevcut cevapların yetersizliği ile mümkün cevapların nihayetsizliği arasında durur ve soruya tutunur.
Hiçbir bilgi alanı en mühim nesneyi, yani ölümü aşan bir haber vermez. Bunun metoda sadakat mi acziyet mi olduğuna herkes kendi karar vermeli. Dinin üstün vasfı, nesneler arası ilişkilerden başlayıp nesne ile nesne-olmayan, oradan da nesne-olmayan ile nesne-olmayan arasındaki bağlantılara kadar uzanan bir kozmogoniye dair haber vermesinden ileri gelir. Haber; soru ve cevabı içererek aşan üstün formun adıdır. Haberin beraberinde bir soruyu mu cevabı mı getirdiğinin pek önemi yoktur. Haber acı veya umut dolu da olabilir. Haber geldiği sürece kendimizde dünya hayatına katlanma gücü bulabiliriz, insanlığımızı anlamlandırıp koruyabilmemiz için haberdar olmaya muhtacız. İman dediğimiz üstün hâl haberi kalben kabulle doğar. Doğuşla birlikte bir lezzet hâsıl olur. Bilginin tadılabilir kıvama gelmesi onun din ve/veya sanat alanına mahsus bir mahiyet kazanması demektir. Dini vecdden, sanatı hazdan ayıramayız. Vecdin ve hazzın ışığında aydınlatılıp yumuşatılarak sunulmasaydı yaratılmışlığın, ölümlülüğün, dirilişin ve hesaplaşmanın yakıcı bilgisi bizi kül ederdi.
Bütün aydınlatıcı bilgiler aynı zamanda yakıcıdır. Nasıl bilebildiğimizi bilirsek bildiklerimiz bizi yakmak yerine yapar. Öyleyse evvela “bilinen > bilen > bildiren” sırası bozulduğunda bilginin sıhhatinin tehlikeye gireceğini bilmeliyiz. Bilmenin fıtrî seyrinde önce nesneye uzanmak vardır. Göz neye bakar ise gönül ona akar. İnsan yavrusu duyuları yardımıyla nesneler dünyasından sürekli kokular, dokular, renkler, şekiller, sesler devşirir. Kişi ergenlikten çıkar çıkmaz duyular yoluyla edinilmiş nesne bilgisi eşliğinde kendi içine dönmek ihtiyacı hisseder. Duyum ve doyumlarını adlandırma ve anlamlandırma uğraşına dalar. Hem sürekli yeni bilgiler öğrenildiği hem de bilgiler sürekli işlendiği için bilgilenme yolculuğunun en uzun, en zahmetli safhası budur. Öğrenme hızı ile işleme hızı arasındaki uçurumun sürekli büyümesi kişiyi bir sıçrama yapmaya zorlar. Sonunda kişi afaktan ve enfüsten muttali olduğu bilgileri içererek aşan, yani kendini aşkınlığa, kaynağa ulaştıracak olan yola girer ki buradan sonrasının pek söze gelir yanı yoktur. Bilinenin ve bilenin bildirende erimesi söz konusudur artık. Yunus’un diliyle söylersek:
Hak'dan nazar oldı bana, Hak kapusın açar oldum
Girdüm Hakk'un haznesine, dürr ü gevher saçar oldum
Esritdi ışka düşürdi, ben hamıdum ışk bişürdi
Aklum başuma divşürdi, hayrı şerden seçer oldum
Şairler (tıpkı müminler gibi) bilme yolculuklarına “aşk” adını vermişler. Şairin yolculuğu maceraperestlerinki veya turistlerinki gibi değildir, dışlaşmaz. Şair hem gösterişçi bilgiden hem sevgi gösterilerinden özenle uzak durur. Şair soruların ve cevapların lüzumsuz olmadığının fakat gönül indirilecek çerçeveler olmadığının da farkındadır. Gönül indirdiğinde kendini müminlerin katından filozofların ve bilim insanlarının zeminine indirmiş olacağını bilir. Gönlü yüce tutmak uğruna kınanmayı göze alır. Şatafata karşı şatahatı yeğler.
Muhammed SARI (20 Zilka’de 1445 - 27 Mayıs 2024)