Mistikler, hayatı öz ve kabuk olmak üzere iki unsurdan mürekkep sayar ve aslolanın özde, soyutlamada bulunduğuna inanır. Materyalistler ise hayatı varlığın dışlaşmış tezahürlerinde, maddenin ve hadiselerin somutluğunda arar. Hayatın ne ile kaim olduğu, kavranabilecek bir cevherinin olup olmadığı; iç-dış, öz-kabuk, mana-madde ayrımlarının gerçeği ne kadar isabetle yansıtabildiği tartışmaları iki taraf nazarında da sürüp gitmektedir. Müslümanlığın meseleye yaklaşımı kuşatıcıdır, öz ile formu birbirinden ayırmamaya, hayatı bio-kültürel bir bütün olarak görmeye eğilimlidir. Müslümanlar mistik veya maddecilerden hangisine bel bağlarsa diğer yanlarının eksik kalacağını ve o eksikliğin felaket getireceğini bilmiştir. Nitekim bu bağlamdaki mesellerinden biri şöyledir: “Köyünden genç yaşta uzaklaşıp dağ başlarında hayat süren, kar ve pınar suları içip tabiatta bulduğu et ve otları yiyerek karnını doyuran, köydekiler gibi para pul kaygusu çekmeyen bir adam varmış. Yaşadığı tabii hayat sayesinde yetmişinde bile cildinin pürüzsüz görünmesi, kaslarının sağlamlığı, dişlerinin tastamam olması ahalinin dilindeymiş. Ne var ki tabiata hâkim olduğunu sanan adamcağız günün birinde aç bir kurda kafa tutmaya kalkmış ve kurt da bu dolgun lokmayı kolayca avlayıvermiş. Haberi duyan köylüler üzülmüş ama şaşırmamışlar. Böyle olacağı belliydi, demişler. Aynı köyde yaşayan, zengin fakir herkesin sevip saydığı bir başka adam daha varmış. Gecelerinin tamamını ibadetle geçiren, gündüzleri dişini tırnağına takarak başkalarına hizmet yolunda çalışan bu iyiliksever ve cömert adamcağız sonunda bedenini öyle yıpratmış ki otuz beşine varmadan basit bir soğuk algınlığıyla yatağa düşüp ateşler içinde öbür tarafa göçüvermiş. Haberi duyan köylüler çok üzülmüş ama yine hiç şaşırmamışlar. Böyle olacağı belliydi, demişler.” Hikâyecikten anlaşılan o ki adamları öldüren onların en karakteristik yönleridir. Aynı şey bizim için de geçerli: Ölümümüzü hayat tarzımıza borçluyuz. Dengeden uzak ve tek yönlü hayat tarzımıza.
İslâm’ın getirdiği hayat ölçüsü, mistik veya materyalist her türden perhizciliğe ve iddiacılığa mesafeli durmayı gerektirir. İslâm’da hayatın anlamı ve değeri hakkındaki nihaî hüküm insanların muhakemesine (fantezilerine) bırakılmamıştır. Fakat kendinde bu hakkı vehmedenlerin kurdukları zulüm düzenini bugün tarih diye okutuyoruz. Din başka, tarih başka bir şey anlatıyor bu yüzden. Mütegallibe, yaşamanın mânâsı tartışmasını kenara bırakmış, yaşama hakkı üzerinde tek söz sahibi olma stratejisine yönelmiştir. Resmî tarih anlatılarına bakıldığında kimin yaşayıp yaşamayacağına zorbaların karar verdiğini görürüz. Âdemoğlu Kur’ân dışında güçlülerin tarihine karşı haklıların tarihini yazan bir kitap okumadı. İslâm insanın yaşayabilme hakkını önemsemiş ve bunu korumak için yaşanabilir bir çevre kurma gücüne sahip olmayı teşvik etmiştir. İkisi arasındaki ilişkiyi münavebeli olduğunu vaz etmiş fakat aralarında hiyerarşi kurmamıştır. İslam’a göre i) ideal durum haklıların güçlü olmasıdır, ii) güçlü olsa da olmasa da insanlar haklılıklarını muhafaza etmekle mükelleftir, iii) güçlülüğü haklılığın ön şartı sayanlar veya haklılığı güçlülüğe feda edenler ziyandadır. Şeyh Edebali’ye atfen zikredilen “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın.” sözü ilk bakışta devleti insanın önüne koyarak bir hiyerarşiyi haklılaştırma çabası gibi anlaşılmaya müsaittir. Bu kasıtla söylenmişse ve bu şekilde anlaşılıyorsa bu sözün yeri çöp tenekesidir. Kriz anlarında öncelikler değişir, fakat sair zamanlarda olağanüstü hâli kalıcılaştırmak hayat hakkının gaspı anlamına gelir.
Hak ve gasp… Türkiye’nin yakın tarihini anlatırken bu iki kelime etrafında dönüp durmak zorundayız. Uzun lafın kısası şu: 1950’ye kadar “yaşayabilir bir Türkiye” planladıklarını söyleyenler onun yaşanabilirliğini hesaba katmadılar. 1950’den sonra “yaşanabilir bir Türkiye” istediklerini söyleyenler onun yaşayabilirliğine katkıda bulunmadılar. Türkiye’de siyasiler ve zenginler ülkenin yaşayabilirliğinin yükünü halka yükledi, yaşanabilirliğinin kaymağını kendine sakladı. Dünyada yaşayabilirliği ile yaşanabilirliği birbiri aleyhine konumlandırılmış başka bir ülke yok. Hâl böyleyken Türkiye neyine güveniyor diye sorabiliriz. Türkiye’nin altında yatır mı var bomba mı? Türkiye’ye dokunulup dokunulmayacağının garantisi var mı? Kendimizle övünürken aç bir kurda mı yem olacağız, ahalinin övgüsüyle sarhoşken içimizdeki bir kurda mı teslim olacağız? Günü geldiğinde bizim arkamızdan da mı “Böyle olacağı belliydi!” diyecekler.
Flora ve faunasıyla fizikî coğrafya, âmirleri ve memurlarıyla resmî kurumlar birer kabuktur. Türkeli’nden maksat daima onun insan kalitesi, hayata yüklediği anlam ve tarihe getirdiği dinamizmdir, öz budur. Ne var ki 1923’ten sonra yaşatılmaya değer bulunan, yaşamasına müsaade edilen kabuk olmuştur. Coğrafya ve kurumlar Türkiye’nin yaşayabilirliğine tanınan azamî alanın somutlaşmış hâliydi, Türklük o kabukta dondurulmuştu. Yaşayabilirliğinin sınırları Türkiye’nin yaşanabilirliğinin önüne engel gibi kondu. Böylece, yaşanabilir bulunmayan ülkenin yaşayabilirliği de tartışılır hâle getirildi. Var olmak var kalmaya yetmedi, var kalmakta zorlananın gerçekten var olup olmadığı sorgulanır oldu. Bu meyanda “önce vatan” deyişimizin sınırları, coğrafyayı ve kurumları kapsadığı hatırlanmalıdır. “Önce vatan” yaşayabilirliğin aciliyetini, kabuğun vazgeçilmezliğini vurgular. Sorun “önce vatan”dan sonra ne geleceğidir. Çünkü sonra gelen, önce gelene ne anlam yüklediğimizi açık edecektir. Bu sebeple “sonra can, sonra canan” diyen nefsperestleri hızlıca eleyebiliriz. “Önce vatan”ın ardından “yine vatan” ve “hep vatan” safhaları gelir. “Önce vatan” fizikî varlığımızın, “yine vatan” hukukî varlığımızın, “hep vatan” tarihî varlığımızın ikrarıdır.
“Can, cihan hepsi de boş, ‘gâye’dedir varsa hayât.” Süleymaniye Kürsüsü’nde böyle diyor Âkif. Dünyada bulunuş gâyesini (özünü) bilememiş Türkleri ne coğrafî konumları ne hukukî tezleri ne tarihî anlatıları kurtarmaya yetecektir. Yaşamaktan ve şiirden ben bunu anlıyorum.
Muhammed SARI (24 Şevval 1445 - 3 Mayıs 2024)