CANLILAR SORUNUNA GİRİŞ: GAZZE VE KÖPEKLER

Sıkıcı gecelerde, yani her gece adamlar pirinç direklerden kayarak inip Mekanik Tazı'nın koku sistemini tıkır tıkır ayarlayarak uygun kombinasyonlara getirir ve ardından itfaiye binasının aşağı eğimli rampasına sıçanlar, bazen de tavuklar veya zaten boğulması gereken kediler salarlardı. Sonra da Tazı'nın hangi kedi, tavuk veya sıçanı önce yakalayacağı üstüne bahse tutuşurlardı. Hayvanlar serbest bırakılırdı. Oyun üç saniye içinde biterdi: Tazı'nın rampanın ortasında yakaladığı sıçan, kedi veya tavuk patilerin arasında kısılıyken, yaratığın uzun burnundan çıkan on santimlik, içi boş çelik iğne büyük dozda morfin veya prokain zerk etmek üzere inerdi. Sonra o zavallı piyon fırına atılırdı. Ardından oyun yeniden başlardı. 
(Ray Bradbury, Fahrenheit 451)

Başıboş köpeklerle mücadele yolunun yıllardır bulunamaması ibret verici. Yeni küresel düzenin kurulması talebinden bölgesel barışın sağlanmasında oynanacak etkin role, iç vesayet odaklarıyla mücadeleden teröristlerin sınır dışına püskürtülmesine kadar birçok majör meselede kendinden emin tavırlarla konuşan hükûmet, sıra gündelik hayatın sorunlarına, düşünce derinliği veya felsefî tutarlılık gerektiren sorunlara geldiğinde son derece kararsız ve kırılgan bir profil sergiliyor. Vaziyet ibretlik, fakat bir o kadar tanıdık ve tipik.

Hükûmetlerin içeride ve dışarıda farklı davranması, bazen aslan kesilip bazen süt dökmüş kediye dönmesi yeni değil; elbette Türkiye’ye mahsus da değil. Peyin dışarıdan reyin içeriden temin edildiği bütün siyasî düzenlerde iktidarların en az iki yüzü olmuştur. Ne yazık ki bu iki-yüzlülüğe en çok şahit olunan ülkelerin başında Türkiye geliyor. Türkiye’ye hâkim olan zümreler kültürel iki başlılık (İslâm ve Batı) tehlikesi olduğu propagandasıyla (şantajıyla) iki-yüzlülüğü cumhuriyetten sonra bir devlet politikası olarak kurumsallaştırmıştır. Buna göre; Türk hükûmetleri hâkim uluslararası söylemlere hep “millî menfaatler” gerekçesiyle destek olmuş veya şerh düşmüştür. Aynı hükûmetler ülke içinde daima “batı menfaatleri” doğrultusunda bir eylem hattı takip etmiştir. Bu tuhaflık halkta duygusal karmaşaya sebep olmuştur. Halkın ekseri, içeride kendilerine her türlü eziyeti reva gören devletin dışarıda muvaffak olmasını dilemiştir. Halkın küçük bir kısmı ise içeride devlet eliyle birçok imtiyaz ve dokunulmazlığa kavuşmuş olsa da devletin elinin kolunun dışarıda bağlı olması için çalışmıştır. Hamakat ve hıyanet, çaresizlik ve fırsatçılık dönüşümlü olarak toplumsal refleksleri şekillendirmiştir.

Hükûmetlerin bazen dışarıda kükredikleri vâki ise de bu kükreyiş dünya sisteminin iplerini elinde tutanları endişelendirmiyor. Bunun önünde sonunda miyavlamak anlamına geldiğini, geleceğini, getirileceğini maalesef herkes biliyor. Uzun tarihsel bir vetirenin sonucu olan bu sorunun çözümü de uzun sürecektir. Hükûmetlerin içeriye karşı kükremesinin sebepleri ise daha psikolojik, daha karmaşık. Türk devleti ülke içinde en basit toplumsal sorunun bile Müslümanlık nokta-i nazarından ele alınmasına izin vermedi. Yani içeride gerçekten kükredi devlet. Son yüz yılda her nesilden Müslüman yasaklardan paylarına düşeni alarak bu tahammülsüzlüğü yakînen tecrübe etti. Fakat devletin içeride sadece imtiyazlı azınlık ve lobilere karşı gösterdiği ikinci bir yüzü daha var. Miyavladığı söylenemese de devletin bu kesimlere kükreyemediği bir gerçek. Homurdanıyor denebilir olsa olsa. Zülfüyâra dokunan, çıkar çatışmalarına sahne olan, hazırlıksız yakalanılan her hadisede devletin renkten renge girdiğine şahit olageldik. Örneğin; başıboş köpeklerin canı, köpeklerin parçaladığı çocukların canı, Gazzelilerin canı söz konusu olduğunda devletin farklı yüzlerini görebiliyor, farklı sesler çıkardığını işitiyoruz. 

Birkaç yıl önce “can dostlarımız” tabiriyle ideolojilerini damarlara tatlı tatlı zerk etmeye başlayan kesimler geçen süre zarfında boş durmadıklarını, hayat tarzı ve lobi faaliyetlerini kılcallara kadar ilerlettiklerini her köpek saldırısında bir kez daha gösterdi. Kendine mahsus bir insan tasavvuru olmayan (yahut bu tasavvuru unutmuş görünen) Türk toplumunun hayvan hakları söylemi karşısında direnmesi, tutarlı davranması zor görünüyor. Hükûmetin de bu meselenin altında yatan ideolojik fay hattını tetiklemek ve yeni bir “hayat tarzı” tartışmasına girmek istemediği açık. Dolayısıyla sorunun yerel yönetimlere havale edilerek sessizce gündemden düşürülmesi ihtimali yüksek. Hâl böyle olunca köpeklerin sahiplendirilmesi ile insanların sahipsizliği arasındaki tezat daha bir göze batmaya başlıyor. Sahipsizliğin -göz çıkarmamak şartıyla- göze batırılması birilerinin işine geliyor belli ki. Bu suretle gözdağı verilmek isteniyor. Mesele basit bir hukukî düzenlemeden veya şehir kültürü noksanlığından ibaret değil. Robot haklarından bahsedebilen bir zihniyet hayvan hakları paravanıyla elde edeceği kazançlar konusunda gevşeklik göstermeyecektir. Göstermemiştir de. Canlılığın tanımını mutlaklaştırıcı Aristo’dan muğlaklaştırıcı Derrida’ya kadar. 

Soru şu: Batıdaki felsefî geleneğin iki uç yorumuna da (Aristo-Derrida) mesafeli olan topraklarımızda insan haysiyeti, canlılık, hayat hakkı, hayvanın yeri gibi başlıklar neden modern biyolojinin kabulleri ve kavram setleri üzerinden konuşuluyor? Hakkın ne olduğunu tanımlama hakkına sahip olduğu iddiası, aklın ne olduğunu ve kimde bulunup bulunmadığını kendi aklına dayanarak çözebileceği iddiası Batı’nın yüzyıllardır deliliği bir yaşama tarzı olarak benimsediğinin göstergesidir. Bu akla göre “modern hayvan?” bir tür bilinç ve farkındalık sahibi varlık olarak kabul ediliyor. “Modern hayvanlar”ı modernleşmemiş insanlara tercih eden bir zihniyetle uğraşıyoruz. Gazzelilerin “insansı hayvanlar” olduğunu, toptan katledilmelerinde beis olmadığını söyleyen İsrail Savunma Bakanı Yoav Gallant tanrıyı oynayan zihniyetin mensubu olarak konuşuyordu. Sonrasında bütün hümanist âlemin İsrail’i kayıtsız şartsız desteklemesi bu hastalıklı geleneğin son derece “canlı” olduğunun kanıtıdır. 

Tarih boyunca köleleştirme hayvanlaştırmayla iç içe yürüdü. Köleler özgür olup olmadıklarından önce insan olup olmadıklarını ispatlamak zorunda kaldılar. Bugün ise Türkiye’de politik alanı sürüler halinde işgal eden hayvan hakları söyleminin sahipleri ile Gazze’de “insansı hayvanlar” yaftasıyla bir toplumun politik varlığına musallat olarak diş geçirmeye çalışanlar arasındaki akrabalık gözlerden saklanamıyor. Tavşana kaç, tazıya tut diyen aynı kişi. 

Muhammed SARI (24 Zilka’de 1445 - 1 Haziran 2024)