SORUDAKİ HAKİKAT PAYI

23 yıldır iktidarda bulunan partinin isminin kısaltması 2000’lerin başında çeşitli biçimlerde açılıyordu. Herkes meşrebine, zekâsına, terbiyesine, niyetine, eşref saatine göre bir isim uyduruyordu. Bugün “reis! reis!” diye hâhişle, sitâyişle konuşan şuarâ, üdebâ, ulemâ, ukalâ, vükelâ tayfasının o zamanki alternatif bel altı isim önerilerini duysanız ağzınız açık kalır. (Kalır mı gerçekten?) Hepsi birbirinden ağır itham ve imalar içeren bu gayrıresmi adlandırmalar bana pek komik gelmiyordu. Kelime oyunu sevmediğimden değil; taşı gediğine koyarken hakikati de ifade edebileceğimiz bir yakıştırma arıyordum ama bulamıyordum. Kısa zaman sonra aradığım şeyin gözümün önünde durduğunu fark ettim. Hep böyle olmaz mı zaten? Bizi kör eden hırslarımız, beklentilerimiz, varsayımlarımızdır. Partinin resmi ismi başlı başına espri idi. Devlet sağlam bir espri patlatmıştı ama hiçbirimiz uyanamamıştık. Söz konusu kadro her ne yapacaksa bunu yargı organları ve finans ağları aracılığıyla yapacağını açık seçik söylemişti. Taş gediğimize konmuştu bir kere. 

Taş hâlâ oradadır. Gediğimize oturtulmuş taşla mı yaşasak yoksa taştan kurtulup gediği başka bir şeyle mi kapatsak bilemiyoruz. Orta yolcular “Kendi gediğimizi doldurmaya gücümüz yetmez ama gedikle de yaşanmaz. Hem o giderse daha beteri gelir. O yüzden hiç karışmayın.” deyip işin içinden sıyrılıyor. Fakat mesele yukarıda bahsi geçen partiden ibaret olsa tahammül edilebilirdi. Orta yolcuların görmediği yahut üzerini örttüğü gerçek şu: Türkiye’deki neredeyse bütün kritik kurum ve kuruluşların isimleri bir oksimorondur. Adında “halk” geçen partinin sicili vesayetçilikle, darbecilikle kapkaradır. “Hareket” partisi dedikleri yarım asırdır aynı yerde kaskatı, çakılı duruyor. İsmine “yeni” bilmemne diyenler mezardan çıkmış taze ölülerdir. Parti tabelasında “büyük” sıfatına bayılanların seçimdeki karşılığı ondalık küsuratlardan ibarettir vs. “Kayyım” tartışmasına da bu açıdan bakmanızı tavsiye ederim. Her siyasi partinin başındaki zat o seçmenin başına seçimle gelmiş gösterilen kayyımlardır. Bu seçilmişlerin vakti gelince kendi kurdukları partilerin kuruluş ilkelerine zıt görüşleri fütursuzca savunmaları başka nasıl açıklanabilir? Açıklaması basittir ve pragmatizmin dillendirilmeyen altın kuralıdır: Bir harekete ihanet etme hakkı yalnız o hareketin liderine aittir! Çünkü buna ancak o zaman ihanet denemez! 

Kökeni sofistlere dayandırılsa da pragmatizm esasen İngiliz-Amerikan hayat ve hâkimiyet tarzının felsefedeki yansımasıdır. Felsefe tarihinde yer verilse de pragmatistler kavramlarla veya kavramsallıkla uzun uzadıya ilgilenmezler, kavramları ancak “bir olgudan başka bir olguya geçebilmek” için kullanırlar. Olgusuz kavram yok hükmündedir onlar için. “Mevcut fiilî durum” neyi gerektiriyorsa onu yapmaya yönelen ve isteklerini gerçekleştirmek için sürekli “yeni fiilî durumlar” yaratmayı esas alan; pratik, müdahaleci, deneme-yanılmacı bir zihniyete sahiptir. Pragmatistler istekleriyle fiilî durumlar arasındaki uyumsuzluğu gidermekte ne kadar hevesliyse, eski fiilî durum ile yeni fiilî durum arasındaki zıtlığı, eski istekleriyle yeni istekleri arasındaki çelişkiyi tartışmakta o kadar isteksizdir. Bu bakımdan pragmatizm Erdoğan’ın (ve temsil ettiği kabul edilen kitlenin) en büyük silahı ve handikapıdır. Kapitalizm açısından işler tıkırında giderken el üstünde tutulduğu, kendini dünyanın zirvesinde hissettiği belli oluyordu Erdoğan’ın. Fakat kapitalizmin ağababası Amerika bile yeri geldiğinde ideolojik (görünümlü) kararlar almaktan çekinmez. Zaten pragmatizm Amerika için hem din hem dünya demektir, böyle avantajlı (!) bir itikadları var. Avamın nazarında kovboyların dürüst, harbi ve iş bitirici görünmeleri bu yüzdendir. Bu durumda kıvırmak, tevil etmek, riyâkârlık dezavantajlı kitlelerin (Müslümanların) payına düşer. Avam kendini kötülemeye, suçu kendinde aramaya mahkûmdur bir kere. Fıkradaki adamın dinindendir avam. Ramazan kavurucu yaza denk gelmiştir. Susuzluk iman gevretmektedir. O sırada oruçlunun biri, soğuk suyu kafasına diken gâvura yaklaşıp “dininin kıymetini bil!” demiştir. 

Adamın dini olur, avamın dini olmaz. İslâm adamlığımızı esas alır. Ve üstün vasıflarının bir gereği olarak “adam”ları avamı koruyup kollamakla mesul tutar. Pragmatizm ise bu asalet-mesuliyet bağdaşıklığının tam zıddına hizmet ediyor. Pragmatizmin sağladığı “genişliğe” rağmen Türk siyasetçisinin eksen değiştirmesi her zaman kolay olmuyor. Türk siyasetçisi tarihsel dezavantajlarından(!) hemen kurtulamıyor. Egemen güçler tarihsel kimliklerini bir baskı aracı olarak kullanabilirken tâbi pozisyonundakiler için kendi ideolojileri, kimlikleri, tarihsel rolleri gibi düşünceye dayalı meseleler ayak bağına dönüşüyor. Pragmatizmi, düşünceye dayalı karar anlarında Erdoğan’ın zaafını ortaya çıkarıyor. Aklı başında herkes Erdoğan’ın hemen hiçbir ideolojik ön kabulü ve uzun vadeli ereği olmadığını düşünsel kriz anlarında ayan beyan görebilir. Daha iyi görebilmek için Davutoğlu dönemiyle kıyas yapabilirsiniz. Davutoğlu pür ideoloji soslu söylemlerinin arkasında hiçbir reel ve fonksiyonel dayanak bulunmaması bakımından Erdoğan’ın zıddını temsil ediyordu. Kendini bütün Ortadoğu’nun dizaynına muktedir bir aktör olarak görürken basit bir blog yazısıyla alaşağı ediliverdi. Yerine pragmatizmden bile anlamayacak kadar pratik işlerin adamı olan biri geçti. Altmış gün sonra da darbe oldu. 15 Temmuz’un bu kontrastın tam ayrımında gerçekleşmesi tesadüf değildir. Bahçeli ve Öcalan 23 yıl boyunca bütün acil sorunlarda (seçimse seçim, ittifaksa ittifak, ateşkesse ateşkes, savaşsa savaş…) Erdoğan’ın imdadına yetişti, fakat Erdoğan onların ideolojik taleplerine hiçbir zaman aynı açıklıkta cevap vermedi. Yargı ve finans eliyle yürüttüğü kimi operasyonlar bazen Türkçülerin ve Kürtçülerin canını yaksa da onlardan ciddi bir muhalefet görmedi. “Kepçeyle alıp kaşığın sapıyla bile geri vermeme” siyaseti muhafazakâr seçmenin gözünde Erdoğan’ın kudretine ve zekâsına hamlediliyor. Son on yıl bunun hiç de böyle olmadığının misalleriyle dolu. Yeni bir misaline önümüzdeki günlerde şahit olabiliriz. “Terörsüz Türkiye” süreciyle ilgili ideolojik eşik aşılıp halkın tepkisi bastırılabilirse, yani iş pragmatik kararlar almaya kalırsa Erdoğan’ın yeniden öne çıktığını görebiliriz.

Bir faydası olacaksa o günler gelmeden soralım: “Terörsüz Türkiye” ve “Büyük Ortadoğu Projesi” bağlamında Araplar ve Kürtler neden “Akdeniz’den Hazar’a kadar iş birliği” sloganıyla sürekli birlikte zikrediliyor? Türkiye; yaklaşık yüz yıldır biri İsrail’in esiri, öbürü uşağı hâline getirilmeye çalışılan iki unsurun arasına alınarak yeni düzende tamamen etkisizleştirilmeye mi çalışılacak? AK Parti’nin kısaltmasındaki A ve K harfleri yeni dönemde artık Araplara ve Kürtlere mi delalet edecek? Abartılı görünen sorulardaki hakikat payını fark edene kadar bekleyelim, peşin hüküm vermeyelim. Birilerinin çok acelesi var. Biz acele etmeyelim.

Muhammed SARI (17 Cemaziyelevvel 1447 - 8 Kasım 2025)