İnsanlar yaş alıp olgunlaştıkça zaman ve mekân üzerine daha çok kafa yorar. Hayat denilen sahnenin dekoru ve zemini üzerine düşünürken bulur kendini. Kurulum üzerine. Kuruluş üzerine… Gençlerse zaman-mekân kesitinde gerçekleşen hareketle ilgilenir daha çok. Aksiyondur onlar için sahneyi ve diğer her şeyi “görünür” kılan. Hareket yoksa varlık yok hükmündedir onlar için. Gerçi hareketi algılamak ve takip edebilmek az marifet sayılmaz. Çünkü çoğu insanın dikkat ve algı kapasitesi hareketi bile takip etmeye yeterli değildir. Hareket eden figüre, hatta figürün jestlerine, mimiklerine, kostümüne takılıp kalır insanlar. Oyun takılıp kalmamayı bilenlerin nazarına görünür. Diğer deyişle: Bir oyunu, oyunun içindekilere bakarak göremeyiz. Oyunu gerçek manada görmek için “oyun içinde oynanan oyun”u görmek gerekir. Oyunun ritmiyle kendi ritmimiz arasında bir asenkron yaratmadan, yani akışın dışına çıkmadan oyunu göremeyiz.
Oyunun dışına çıktığımızda akla gelen ilk soru, içinde yaşadığımız (daha doğrusu hapis tutulduğumuz) kapitalist oyun tarzının ne zaman ve nerede başladığı olacaktır. Teorik ihtilafları bir yana bırakırsak bilgilerimiz bizi 19. yüzyıl Avrupa’sına götürecektir. 1815’te başlayıp 1848 ve 1871’deki kritik kırılmalara rağmen 1914’e kadar uzanan hat boyunca kurulmuş bir dünya sistemi sahnesi var karşımızda. Oyunun küreselleşmesi de kılcallaşması da bu hattın işlerliğinden doğan maddi ve sembolik bolluk sayesindedir. Kurulumunda rol alan ülkeler hâlâ sahnededir ve rolleri aşağı yukarı aynıdır: Amerikanların silahı bol. İngilizlerin toprağı bol. Almanların parası bol. İsrail ise bizzat bunlar eliyle silahlandırılmış, topraklandırılmış, paralandırılmış bir unsur olarak başyardımcı rolündedir. Kurulumda yer almadığı hâlde şu sıralar oyunda görünen iki unsur daha var: Kürtçüler kendilerine vadedilen şeylerin zenginidir henüz. Hesaplarına göre kiminden silah, kiminden toprak, kiminden para alacakları vardır. Yani onlar da bolluğa kavuşmak hayaliyle girmiştir oyuna. Başından beri sadece Türkiye’dir bolluk yüzü görmeyen. Silaha değilse de paraya sıkışıktır. Toprağı değilse de vakti dardır.
Bunca sıkışıklık ve darlık üzerine bir de kast-ı mahsusa ile dünyadaki ve bölgedeki hadiseler Türkiye aleyhine hızlandırılmıştır. Hızlandırmanın gerekçesi dâhiyâne: Vaktimiz olmadığı için gaza basıyoruz! “Haklının acelesi yoktur.” diye bir söz var. Türkiye bu sözün muhatabı olabilecek bir konumu 1923’te benimseseydi bugün telaşa kapılmasına gerek kalmazdı. Birkaç yıl önce “Türkiye hızlandırılıyor!” demiş; ince ince ölçüp biçmemiz, en çok teenniyle hareket etmemiz gereken safhada hiç düşünme aralığı bırakılmamasından yakınmıştım. Türkiye’yi hızlandıranlar şunu biliyor: Gözler ellerden hızlı olamaz. Eller ve ışıklar hızlı, müzikler ve alkışlar güçlü ise bu senkronize şov kendini izletir. Ekim 2024’ten beri ortada bizim de parçası olduğumuz bir şov var ama aktör müyüz, seyirci miyiz, rejisör müyüz bilinmiyor. Şimdilik şöyle denebilir: Aktör veya yönetmen değiliz ama gecenin özel davetlisi biziz ve bize eşlik eden arkadaşımızdır. Gözler sahnede değil, bizim üzerimizde:
Biz dünya sistemi sahnesini özel davetli olarak, sahneye çok yakın bir mevkiden, yarı pasif bir konumda seyrediyoruz. Fakat bu yakınlık sahnedeki şovmenin ellerinin hızına karşı bir avantaj sağlamıyor. Yüksek ses ve parlak ışıklar dikkatimizi toplamaya mani oluyor. Sahnedekiler ve sahneyi gerilerden seyredenler bu bakımdan birbiriyle uzlaşır pozisyondalar. Şov onlar için sergilenmiyor ve arkadakiler de zaten o mesafeden el çabukluğunun sırrını çözemeyeceklerini biliyor. Satanlar razı, alanlar mecbur. Bütün büyük şovlar gibi bu şov da bilete en yüksek fiyat ödeyen ön sıralar için sergileniyor gibi görünüyor. Hâlbuki şovu mümkün kılan salt para değil, localarda oturan salon sahiplerinin himayeleridir. Loca sahipleri herkese tepeden, mütekebbirâne bakıyor. Arkadakiler sahneye bakmayı çoktan bırakmış, meraklı gözlerle salonu ve locayı seyrediyor. Şovu en önden izleyenlerin durumu ise hiç iyi değil. Arkalarından ne işler çevrildiğini görme bakımından en dezavantajlı durumda olanlar onlar. Arkasındakiler katil mi, casus mu, hırsız mı göremiyorlar.Biletleri satan ve sattıranların, alan ve aldıranların ilişkisi bir tür denge hâlindedir. Biz ön sırada oturup da olan bitenden bir şey anlamayanlar ne alıyor ne satıyoruz. Bu da şovun uzamasına, tatsızlığa sebep oluyor. Almıyoruz çünkü önce malı görmek istiyoruz. Satmıyoruz çünkü sahnede değiliz. Hem satacak nemiz var, orası da tartışmalı. Evet, bilete para ödemedik ama cemiyete katılmak için kiraladığımız kılık kıyafetin kesede açtığı büyük delik canımızı yakıyor. Parasını verip girseydik daha ucuza gelebilirdi. Keyifsiziz. Buna rağmen bize eşlik eden arkadaşımız ikide bir kolumuzu dürtüp şov bir harika değil mi diyor, alkışlayalım!... Alkışlayalım tabii ama inanasımız gelmiyor. Bunun alt tarafı bir illüzyon gösterisi olduğunu biliyoruz, kendimizi kaptırmıyoruz. Bir illüzyon gösterisi için neden bu kadar pahalı bir prodüksiyona ihtiyaç duyulduğunu da anlayamıyoruz. Bir müddet sonra arkadaşımız bizi ikna edemediğini görünce el yükseltmeye karar veriyor. Eğer alkışlamazsak bizi bir daha özel davetli olarak çağırmayacaklarını, hatta parasını ödeyerek bile bir daha şova mova giremeyeceğimizi fısıldıyor. Akla yatan bir ikaz. Ama bir daha böyle bir şov seyretmek isteyip istemediğimizden emin olmadığımız için diretiyoruz, gönülsüzlüğümüz daha da belli oluyor. Evde kalsaydık canımız sıkılacaktı. Buraya geldik, canımız daha da sıkkın. Asıl hata bizde diye düşünüyoruz, hiç gelmeyecektik, ama olan oldu bir kere...Biz türlü tasayla içten içe kıvranırken eşlikçimiz bir gözüyle bizi süzmeyi sürdürüyor. Gerçekten saf biri mi olduğumuzu yoksa istemem yan cebime koy demeye mi getirdiğimizi kestiremiyor. Saatine bakıyor. Vakit epeyce geç olmuş. Ya şimdi ya hiç deyip kararını veriyor. Ve sahnedeki şovmenle göz göze gelerek işmar ediyor. Şovmen kaçın kurası! Hemen çakıyor krizi ve sürpriz hamlesini yapıyor: Gecenin son gösterisi için, son büyük numara için sahneye bizi ve eşlikçimizi davet ediyor. Şok!!!
Oyunun gerisini henüz hiçbirimiz bilmiyoruz. Fakat buraya kadar nakledilen kısmına bakarak ileriye ve geriye doğru birçok çıkarımda bulunmak mümkün. Mümkün çıkarımların kanaatimce ilki ve en önemlisi, Türkiye’nin bu küresel prodüksiyonun neresinde durduğuyla ilgili karar verme hakkının hâlâ mahfuz olduğudur. Bunun dışındaki diğer bütün okumalar Türkiye’nin çekimserliği veya edilgenliğine giden yolun mazeretlerini temin etmekten başka bir şeye yaramayacak. “Özne” mefhumunun hiç olmadığı kadar küçümsendiği bir çağda “çekimserlik ve edilgenlik” kulağa çok da kötü gelmiyor olabilir. Fakat şuna cevap vermeli insanlar: Ne dekorunda ne senaryosunda ne rejisinde yer aldığımız bir oyunun son sahnesinde kurşunu yiyen neden biz olalım? Şayet kurşun yemek kaçınılmazsa bunu neden onursuz şekilde bekleyelim ki? Oyun bitmeden ayağa kalkmazsak bunun bir oyun olduğunu ve oyunu bitirmek istediğimizi nasıl gösterebiliriz?
Küresel oyun boyunca giriş-gelişme-sonuç şemasını doğrularcasına Batı’dan dünyaya yayılan üç dalgaya şahit olduk. 19. yüzyılın kıtaları yavaş yavaş yutan sosyolojik ve kültürel dalgalanmaları, 20. yüzyılın tsunami benzeri yıkıcı ideolojik ve ekonomik dalgalanmaları, yerlerini 21. yüzyılda kısa erimli teknolojik ve psikolojik şok dalgalarına bıraktı. Yeni tahakküm biçimi en kısa sürede en büyük etkiyi almayı amaçlıyor. Bu da onu bir “şov ve şok rejimi” görünümüne büründürüyor. Böylesi maliyeti yüksek, etkisi kısa süreli bir rejimin sürdürülebilirliği yok. Sistem değer üretemeyişini başka değerleri yok ederek gizlemeye çalışıyor. Meşhur bir müzik grubunun bateristi grubun sıra dışı kariyerini özetlerken şöyle demişti: “Eskiden büyük farklar yaratan küçük bir makineydik. Şimdi özel ayrıcalıklar sunan büyük bir makineyiz.” Yolun sonuna geldik demenin şık bir yolu. Kapitalizm “sınırsız üretim-sınırsız tüketim-sınırsız kâr” prensibi sebebiyle zaten yolun başındayken sonuna varmıştı. Kürede başkasına yer bırakmayacak, kendi bile sığamayacak kadar büyümüş kapitalist sistemin peşine takılıp varılacak bir yer yok. “Büyük farklar yaratan küçük makine” olmanın yolunu yeniden hatırlamalıyız. Anlattıklarım kimilerine masal gibi geliyor olabilir. Bir masal anlatmış olsam bile siz hiç masallarda masal anlatıldığını gördünüz mü?
Muhammed SARI (27 Cemaziyelevvel 1447 - 18 Kasım 2025)