BİR KÜRT YAZISI

İsmet Özel meşhur Türk tanımını yapmadan önce de Türk’tüm ben. Aslen Kürt olan ben o tanımın yaşayan hâliydim. Art niyetli, bilgisiz, umursamaz, kandırılmış veya korkularımızın esiri değilsek çoğumuz böyleyizdir, buna bilkuvve açığızdır. Türklük tanımının parlak görünme kaygısı taşımaması ve komplekssizliği bana en güven veren yanı olmuştur. “Kâfirle çatışmayı göze alan Müslüman’a Türk denir.” Duyduğum günden beri “Bunda yeni hiçbir şey yok ve tamamen doğru!” demiştim içimden. Başka türlü bir Türklük bilmiyordum ki. Ben de bu fikrin bir parçası olayım demedim, bu fikir benim olsun da demedim. Bu fikir bizatihi bendim zaten.

Kendimizizdir yahut değilizdir. Kendimizin olamayız. Parçamıza ait olamayız. “Aslen Kürt olan ben” ibaresi de bu yüzden isabetli sayılmaz. Kürtlük benim ve Türkiye’nin dününü ve yarınını ifadede yetersiz kalıyor. Tarihteki adımız Türk idi ve varsa bir geleceğimiz yine Türk olarak var. Sözün doğrusu “aslen Türküm” demektir ve Kürtlük gibi sair etnisitenin bir fasıl olduğunu bilmektir. Tarih sahnesine iki isimle, iki kimlikle çıkamazsınız. Hele birbirinin muadili ve alternatifi olmayan iki baş ile hiç çıkamazsınız. Birini diğerine kestirirler. Sokağa çıkabilirsiniz ama tarih sahnesine çıkamazsınız. Sosyal hayatta birtakım kimlik terkipleriyle yol almak mümkündür hatta farklılıklar birer nimet ve âyettir; ama tarihte sadece mütecanis ve yekpâre bir varlık olarak yer alabilirsiniz. Bir yerde iki millet varsa orada cumhuriyet olamaz. Cumhuriyet türdeşliği gerektirir. Eğer bu topraklarda en az iki millet var diyorsak mevcut rejimin uzun vadede bir federasyon, bir tür krallık olarak değişmesini de zımnen destekliyoruz demektir. Heterojen yapılar ancak bu tip rejimlerle ayakta durabilir.

Türklüğü etnisite ve nasyonalite bağlamlarında anlayanlara sesimizin ulaşması zor. Müslümanlara ulaşması iki kat zor. Çünkü onlar Müslümanlık ve Türklüğü ırkçı ve ulusalcı propagandaların şekillendirdiği bir kültür ortamında tanıyageldiler. Önce farkına varıp bu psikolojik dayatmaları aşmak, sonra kendi özlerini yeniden tanımak gibi iki kat ağır bir yükün altındalar. Allah hepimizin yardımcısı olsun. Yine de Türklüğün altında buzağı arayan Müslüman kardeşlerime diyeceğim şudur: Türklüğü kazıdığınızda altında İslâm mühründen başka bir şey bulunmadığını anlamak istiyorsanız evvela İslâm ve Türklük adına üzerinize kat kat atılan örtüleri tek tek kaldırmak zorundasınız. Bunun kolay bir yolu yok. Türklük bir davet olduğu kadar bir seçme de getiriyor.

Kendimden bahsetmek zorundayım. Yazdıklarımızın ucu gider yaşadıklarımıza dayanır çünkü. Erzurumlu bir aile olarak iki vasfımız vardı ki ikisi de mevcut düzenle uyuşmazlık hâlindeydi: Müslümanlık ve Kürtlük. Bu uyuşmazlık sebebiyle ikisini de bırakıp “kürtçü” olmam için 90’lı yılların Türkiye’sinde bütün şartlar hazırdı aslında. Semtinde yaşadığımız beyaz Türklerin hayat tarzına uzaktık. Uyruğu olduğumuz laik ideolojinin çizdiği vatandaş profiline uzaktık. Etnikçi ve ulusalcı düzen yanlıları senden nefret ederdi ama -burasına dikkat- seni asimile etmeye de istekli görünmezdi. Onlardan olamazdın, haddin değildi. Kendin olamazdın, hakkın değildi. Seni hep cenderede tutarak bir karikatür karakteri ve bir günah keçisi olmaya iterlerdi. Sayısız delil var; bakın medyaya, bakın politikaya, bakın gündelik hayata. Komikler ve mafyalar hep Kürt’tür. Neyse ki ailemizde Müslümanlık ve Kürtlük vasıflarımız birbirine denk değildi. Evde her zaman baskın olan Müslümanlıktı ve beni “kürtçü” olmaya zorlayan şartlara karşı tek denge unsuru buydu. Ailemden öğrendiğim kadarıyla yaşadığım Müslümanlık ırkçı zırvaları aşmamı sağlıyordu ama ötesine geçmeye yetmiyordu. Kendimi seküler-laik-ulusalcı katmanı da yarmak, bilhassa orayı yarmak zorunda hissediyordum. “Kürtçü olmamak” bir var olma biçimi olamazdı asla. Çoğu Kürt bu katmanda kalmıştır. 

“Onlardan olmak” bir aşağılık kompleksi, “kendin olmak” bir reklam sloganı. Yirmi yaşımda anladım ki "onlar"ın canına okumadan kendimle gerçek bir temas kurmam hayalcilikti. 2001 yılında yayınladığım ilk şiirimde bunun farkına vardığımı yarım yamalak da olsa göstermek istemiştim. Müslüman kimliğim ırkçı ithamlara karşı direnç sağladığı hâlde ulusalcı dayatmalar karşısında neden işe yaramıyor diye düşünmüş ve sonunda kritik cevabı bulmuştum: Hanefîlik. Anahtar buydu. Fark ettim ki ırkçılığa karşı kendi asabiyesini ve Müslümanlığını muhafaza eden bütün akrabalarım Şâfiî idi. Fakat Şâfiîlik ulusalcı ideolojinin şehir hayatında hissedilen baskısı karşısında etkisizdi. Şâfiîliğin kazandırdığı asabiye o kadar kuvvetliydi ki kır-kent, mâdun-mâfevk, esmer-beyaz gibi çatışma düzlemlerinin hepsinde size bir mevzi sağlıyor, sizi bir kişilik sahibi kılıyordu. Öyle ki PKK bile bir süre Şâfiî mezhebinden olduğunu söyleyerek sempati toplamaya çalışmış ve kısmen başarmıştı da. Politik bölücülük Şâfiî mezhebinin keskin ve tavizsiz karakterini kırsalda kendi lehlerine kullanabilmişti. Irkçı muameleden ve ekonomik geri kalmışlıktan canı yanan Şâfiî Kürtlerin çok az da olsa bir kısmı bu oyuna gelmişti. “PKK için” değil elbette ama “PKK üzerinden” kentlerde yaşayan mâfevke had bildirebileceğini düşünmüştü. 

İster köyde ister kentte olsunlar çoğu Şâfiî olan akrabalarımın bir kısmı yukarıda özetlemeye çalıştığım pozisyonlardan birine hayatlarının bir döneminde muhakkak uğradılar. Açıktan söylemese de PKK sempatizanı olan da, para ve itibar kazanamadığı için kusuru “TC ırkçılığı”nda bulan da, solcuların liberallerle ortaklığından türeyen söylemlere merak salan da vardı. Bütün bu karmaşaya rağmen Şâfiîliğin Sünnîlikle sıhhatli bağı onun çizgiyi asla aşmamasını sağlıyordu. Çizgiyi geçen Alevîler ve Alevî Kürtlerdi. Kimine göre zaten o çizginin ötesinde başlıyordu Alevîlik. Yani yirmisinde keşfettim dediğim Hanefîlik aslında Şâfiîliğe değil Alevîliğe karşı fonksiyon icra ediyordu. Yaş aldıkça gördüm ki Türkiye’nin politik haritasında fay hatları Şâfiî Kürtler’den değil Kürt olsun olmasın Alevîlerden geçiyordu. Fakat Alevîlerin sol cenaha, solculuk yoluyla Avrupa ve Amerika’ya bağlılığını bildirmesi onları kendi ülkeleriyle çarpık bir aşk-nefret ilişkisine zorlamıştı. Kırdaki ve şehirdeki Alevîler bile dostlarının ve düşmanlarının kim olduğu konusunda fikir ayrılığına düşmüştü. Kır Alevîleri devletin ırkçı olarak niteledikleri yüzüyle, şehir Alevîleri ulusalcı denen yüzüyle mücadele halindeydi.

Bu sırada biz az sayıdaki yoksul Hanefî Kürt ne yapıyorduk? Pek fazla şey değil doğrusu. Politik bilincimiz Şâfiî akrabalarımıza göre zayıftı, hatta Alevîlere göre yok gibi birşeydi. Kaba bir nazarla bakıldığında “dünyevîleşmiş” ve “sistemle muvafık” bile denebilirdi bizim için. Bu halimizle sağcılığın her türlüsü için kolay bir avdık. Büyük şehrin geçim derdinin orta yerinde, seküler düzenin orta yerinde, terör saldırılarının orta yerinde ayakta kalmaya çalışıyorduk sadece. Çok azımız ayakta kalmanın kritiğini yapmıştır. Kritiği yapanlar ırkçılığın ve ulusalcılığın hiçbir türüyle yol yürünemeyeceğini anlamakta gecikmedi. Geriye tek seçenek kalıyordu: Her şeyin orta yerinde durarak ama ortalık malı olmadan, ortayı bularak ama ortalamaya rıza göstermeden, hülasa ortanın bizzat kendisi olduğumuzun idrakine vararak Müslümanca bir yol yürümeliydik. Hanefîlik bu demekti, fıkhî bir tutuma indirgenemezdi. Batıcıların züppe kültürüne karşı Kürtlüğün asabiyesini panzehir olarak kullanabilirdik; fakat bölücü emperyalizmin oyuncağı olma tehlikesi gösterdiği an bu asabiyeyi çöpe atabilmeli ve kendi irademizle asimile olup Türkleşebilmeliydik. Resmiyetin müsaade ettiği kadar Müslüman olma zilletine karşı Şâfiî mezhebinin ilmî tavizsizliğinden güç devşirebilir, Alevîlerin sınıf bilincinden ders alabilirdik; fakat dünya sistemi tarafından yöresel ve bölgesel çerçevelere sıkıştırılma riskine karşı Hanefîliğin açtığı politik manevra alanına yönelerek Sünnîliğin cihanşümul nazarını mezhep nazariyemizin üzerinde tutmayı bilmeliydik. 

Dünyada hiçbir millet bu kadar karmaşık bir politik tutum alışa zorlanmamıştır. Türklük veya Türkleşmek zorluğu nispetinde dönüştürücü bir potansiyele, zincirleme bir reaksiyonu tetikleme gücüne sahip. Batı’dan ısmarlanan mezhepçi, ırkçı, ulusalcı açılım projeleri bu potansiyel kuvveden fiile geçmesin diye sürülüyor önümüze. Züppelik kültürü (solculuk) ve resmî Müslümanlık (sağcılık) el ele verip gözlerimizi perdelemeye devam ediyor.

Muhammed SARI (24 Rebiülahir 1446 - 27 Ekim 2024)

SÖZÜN BAŞI, KİTABIN ORTASI, YOLUN SONU

Hakan Fidan 21 Ekim’de “Gülenciler yol yakınken dönsün.” dedi. Arkasından Devlet Bahçeli 22 Ekim’de “Bugün kitabın ortasından konuşacağım.” dedi. Öyleyse biz de sözün başındayken kitabın ortasından konuşalım ve bir yolun sonuna geldiğimizi söyleyelim. Yolun sonu sözü size ne çağrıştırıyor bilmiyorum. İyi yolda olduklarını düşünenler bu tabirden endişe duyacaklardır. Gidişatın kötü olduğunu düşünenlerse betere doğru gittiklerine kanaat getirip daha iç karartıcı düşüncelere dalacaklardır. Zaten yolumuz yol değildi, belki bu vesileyle yeni bir yola gireriz diye düşünenler de vardır mutlaka. Bir yol olsun da nasıl olursa olsun diyenlerin sayısı hiç de az değildir.

Türkiye’de siyasetin etki alanı, gündemi belirleme kapasitesi ne kadar yüksekse bu gücü elinde bulunduran odakların sayısı o kadar az. Bu durum, devlet gücünü arkasına alan gizli bir azınlığın topluma her istediğini dayatmasına sebep oluyor. Öte yandan, siyasî meseleler hakkında herkesin yorum yapabilme serbestisi ile gerçek bir siyasî katılım gösterme sorumluluğu arasındaki uçurum gittikçe derinleşiyor. Bu durumda ise safdil ve tecrübesiz kimselerin siyasî alana tedbirsizce girip harcandığına şahit olabiliyoruz. Devletle millet, resmiyetle sivillik birbirinden koptukça ve gri bölgeler genişledikçe zihinlere belirsizlik, kargaşa ve sanrılar hâkim oluyor. 

Griyi açık siyah olarak mı, kirli beyaz olarak mı tanımlayacağız? Konjonktüre göre değişir, cevabını verecektir çoğu insan. İlkeler yerine menfaatler üzerinden konum almanın tabii neticesi olarak. Gri alanda konumlanan aktör ve grupların gerçek renklerini anlamak hakikaten zordur. Fakat ilk elde şu kadarını bilsek bile bir başlangıç noktası yakalayabiliriz: Gri oluşumlar meşruiyetlerini tabandan (halktan), ehliyetlerini tavandan (seçkinlerden) almaya çalışır. Griler hem yönetenlerin bazı imtiyazlarına ortak olma fırsatını kovalar hem de yönetilenlerin itirazlarının sözcülüğünü yapma onurunu kimseye kaptırmazlar. Ölü evinin yasçısı, düğün evinin tefçisi bunlardır. Ömürlerinin uzunluğu bu dengeyi koruyabilmelerine bağlıdır. Bu nedenle Türkiye’deki siyasal alan ve sivil alan bir açıdan bakıldığında birbirine karışıp sınırları kaybolmuş gibi görünürken bir açıdan bakıldığında en keskin çizgilerle birbirinden ayırılmış görünmektedir. Griler ne mutlak karışmayı ne mutlak ayrışmayı ister. 

Grilik üçüncü bir taraf gibi algılansa da aslında siyah ve beyazların zaman zaman içine dalıp gizlenmelerini, araziye uyarak doğru zamanı beklemelerini sağlayan geçici duruma verilen addır. Bu bakımdan Türkiye’de belli bir etki alanına erişmiş bütün de facto yapılar (holding, dernek, vakıf, tarikat, cemaat, cemiyet, lonca, kooperatif, sendika, ajans, lobi, mafya, çete…) vakti geldiğinde etkilerini de jure yetkilerle taçlandırmak, gelirlerini sağlama almak niyetindedir. Bu süreç boyunca “sivil bir parti” ve “sivil bir hükûmet unsuru” gibi hareket ederler. Tersi de olur: Partiler veya hükûmetler bazen manevraları ve söylemleriyle kâr amacı gütmediği söylenen kuruluşları taklit eder. Amaçları sürecin sonunda yetkilerini arttırmak veya yetkilerinin toplumdaki etkisini arttırmaktır. Yani de jure statünün yetmediği yerde de facto durumlar yaratarak kendi lehlerine kaldıraç etkisi oluşturmaya çalışır. İki taraf gri bölgede karşılaştıklarında çatışmak yerine kaynaşmayı tercih eder. Dolayısıyla mevcut Türkiye şartlarında AKP bir şirkettir, CHP bir tarikattir, MHP bir ajanstır, FETÖ ve PKK sistem içre birer de facto partidir… dediğimizde yanlış bir söz söylemiş olmayız. Kimileri gücü ele geçirebilmek için sivil görünümlü alandan resmî makamlara doğru uruç halindeyken kimileri elindeki gücü koruyabilmek için sivillerle dolu festival alanında akrobatik gösteriler yaparak puan toplamaktadır. 

PKK cinayet makinası ve Gülenciler Türkiye’nin savunma mekanizmasını yenemedi. Yenmeye yaklaşamadılar bile. Kozları patronlarının kendilerine teoride ve pratikte sınırsız yedek parça tedarik etmesiydi. Kürtçülük ve Gülencilik son 40 yılda de facto pozisyondan de jure statüye geçmek stratejisine bu sayede büyük oranda sadık kalabildi. Türkiye’nin tek kozu tek başınalığıydı, seçeneksizliğiydi, ölümüneliğiydi. Fakat Türk devletinin başındakiler ne hukukî ne fiilî ne ahlâkî üstünlüklerini hakkıyla kullanabildi, buna niyetlenilmedi bile. Neticede varılan yer, yüz yıl önce memlekete dışarıdan sokulan nifakın bugün yine dış tehditler gerekçesiyle ittifak tekliflerine muhatap olmasıdır. Akla birçok soru geliyor: Öcalan, Osmanlıda asilere pâye verilip sulh edilmesi kabilinden bir anlaşmayla uluslararası bir statü mü kazanacak? Gülen’e intisap edenler “yol yakınken” etkin pişmanlık yasasından faydalandırılıp topluma mı kazandırılacak? Devlet açık ve örtülü ittifak teklifi (tehdidi?) yoluyla örgütlerin içinde çatlaklar oluşturmayı mı amaçlıyor gerçekten? Öcalan mecliste konuşsun, Gülenciler yol yakınken dönsün demek zorunda kalan devlet aklının, alacağı cevap ne olursa olsun Edirne’de, Diyarbakır’da, Irak’ta, Suriye’de özellikle de İsrail’e karşı aktif ve kararlı bir politika izleyeceğine güvenilebilir mi? Hem Türkiye hem muarızları CENTCOM’dan izinsiz adım atabilecek durumda mı? Yakın denilen yol hangi yoldur? Şu ortasından konuşulan kitap hangi kitaptır? Soruları çoğaltmanın faydası yok. Dünya sistemi cevapları asla verilmeyecek sorularla oyalanmamızdan istifade ediyor. Tehdidin boyutunu teklifin şok ediciliğine bakarak kestirmeye çalışmak eleştirel düşünme melekemizi köreltiyor.

İslâm’ın siyasetsizleştirilmesi, siyasetin İslâmsızlaştırılması ve üstelik bunların iki ayrı alan olarak var olmaya zorlanmaları Türk toplumunda derin yarıklar açtı. Bizim için takdir modernlik projesi bu ameliyatın gerçekleştirilmesinden ibaretti, başarıldı. Ayrılıkçı, takiyeci, menfaatçi unsurlar bu yarıklarda yuvalandı. İslâm itikadı sünepe bir görüntüye hapsedildi. Siyaset kurumu sansasyonel çıkışlar yapmadan yol alamaz hâle geldi. Siyasetin elindeki tabanca başından beri kurusıkıydı ama patlama sesini duyar duymaz kendi rızanızla ölmek zorundaydınız. Güzellikle ölmediğinizde sizi kabzayla dövüle dövüle gerçekten öldürülme tehlikesi bekliyordu çünkü. Bugün ise ölülerin ve ölmüş gibi yapanların ittifakı siyaset kurumunu bir teklife zorlamış görünüyor. Anlaşılan o ki hata katmerlenerek devam ediyor. Ahlâk sorunuyla hukuk sorununun birbirinden ayrılamayacağını kabule hâlâ kimse yanaşmıyor.

Muhammed SARI (20 Rebiülahir 1446 - 23 Ekim 2024)

AKILSIZ BAŞ, BAŞSIZ GÖVDE

Tarihte eşi görülmemiş bir bilişsel yüklemenin tazyiki altındayız. Kondisyon orta düzey beceri sayılıyor artık, kognisyona yükleniyoruz. GIF’teyiz. Zihinlerimiz bu döngüde çaresiz. Dünyayı kuşatan teknolojik gelişmeler aklımızı başımızdan aldı. Aklımızı aldı, satamadı ama geri de getirmedi. “Akılsız baş”ımızla yaklaşık üç yüz yıldır vaziyeti idare etmeye çalışıyoruz. Gazze’nin yakılıp yıkılmasını normalleştiren son hadiseler “akılsız baş” hiç yoktan iyiydi dedirtiyor, çünkü şimdiki halimiz “başsız gövde”den farksız. 

Bir toplum “nomos”unu kaybetmişse doğru ve yanlış diye dünya sisteminin kendine yutturduğu şeyleri bilir. Namus insanın kıymetli olanı tanıma ve koruma kabiliyetlerinin bir bileşkesidir ve insana sağlayacağı yarar yine tanıma ve koruma kabiliyetlerinin keskinleşmesi (yani namusunu korumak) olacaktır. Namus (iman) insana okuyup yazmakla bulunamayacak türden bir akıl (logos), bitip tükenmeyecek türden bir cesaret (epos) bahşeder. Namuslular başın bir yerde, gövdenin başka yerde durduğu bir hayatı tasavvur edemez. Edemezdi. Türklerin benlik, nesne ve âlem tasavvuru kısa sürede öylesine erozyona uğradı ki 18. asırda ayakların baş olması rezaletini 20. asırda başımızla gövdemizin ayrılması felaketi takip etti. Düşünceleriyle davranışları arasındaki bağ kopan hiçbir organizma bu kötü akıbete uğramaktan kurtulamadı. Elimizin işte gözümüzün oynaşta oluşu mahvetti bizi. Elimizden pek iş gelmiyor artık. Küntleştik. Oynaşabilmiş de değiliz; hatta o rezil açlık hissi, inkılâpların tamamlayıcısı olan askerî darbelerle birlikte yerini hınca bıraktı. Aldatıldığımızı anladık ama kabullenemedik. Hıncımızı bizi aldatandan değil bize sadakat gösterenden çıkardık, çıkarıyoruz. O gün bu gündür yârânımız yok, yaranabildiğimiz yok. Kapitalizm bizi dışlayarak yutmak istiyor, tarihimiz bizi kendi dışımıza koyvermiyor. Dışımızı dışlayamıyoruz, içimizin içine giremiyoruz. 

Arada kalmışlık ölümden beter. Muradımızı satır aralarına serpiştirerek konuşabiliyoruz çoğu zaman. Çok şeyi satır arasında söylemek zorunda kaldık. Konuşmanın zorlaştığı dönemlerde satır aralarının nasıl genişlediğini, ne kadar çok mânâyı yüklenebildiğini bilseniz şaşırırdınız. Edebiyat bu genişlemeden istifade edebilir ama hakikat açısından satır aralarının bu kadar şişmesi hayra alâmet değil. İçimizin şişmesi hayra alâmet değil. Gebelik ile gebeşlik arasındaki fark durumumuzu anlamaya yardımcı olacaktır. Hayır ve bereket, olursa namuslu bir gebenin sancısından hâsıl olur. Gebeşlerde namus aramayın. Gebeler hayatta kalarak doğurabilir, doğurmuşken ölebilir, düşük yapabilir. Müslümanın hayatında hepsinin yeri var. Gebeşler asla doğuramazlar ama şişip sıkışmaktan bir gün çatlayacakları muhakkak.

Aklımız başımızda, başımız gövdemizde, gövdemiz ayaklarımızın üzerinde, ayaklarımız vatanımızın üzerinde olsaydı mânâlar satır aralarında değil insanlar arasında gezinecekti. Bir ütopyadan mı bahsediyoruz? Bir düşünceyi vaktinden evvel dile getirmek acemilik sayılır. Diğer deyişle, ütopya vaktinden önce dile getirilmiş düşüncedir. Fakat biz vaktiyle olmuş olanın peşindeyiz. Olmamış gibi davranılmasına itiraz ediyoruz. Tekrar neden olmasın, hatta daha iyisi neden olmasın deyip duamızı buna göre yapalım diyoruz. Bizim bütün işimiz imkânla, potentia ile. Lehimize verilecek yepyeni bir “kün” emr-i İlâhîsi ile. Olguyu, olayı ve oluşu bir bütün olarak kavramak istiyoruz.

Taşın yerinde ağır olması gibi baş da yerinde ağır. Ve Türklerin ağırlığı davasının ağırlığı kadar. Türk aklını başına devşirdiği an davasını da “baş üstüne!” ünlemesiyle üstlenecektir. Fakat ortada hayat idamesi ve devlet idaresiyle bocalayan hatta hafife alınan bir toplum varsa onun Türklüğü şüphelidir. Üç yüz yıldır vaziyeti idare ettiğimiz için idame-i hayat edemiyoruz. “Dvr” masdarından müştak bir kelime idare. Akışta değil döngüdeyiz. Döngüde ilk ve son birdir, ayak ve baş yoktur. Kondisyonumuz düşük olsa da yeni bir yürüyüş hattına ihtiyacımız var. Bir mekânda, birim zamanda gerçekleştirilecek bir yürüyüş kurallar kitabının yeniden yazılmasını sağlayacak.

Muhammed SARI (14 Rebiülahir 1446 - 17 Ekim 2024)

YERYÜZÜ BÜYÜKLÜĞÜNDE BİR TABUT

Türkiye’de İslâm’ın artık kendine mahsus bir sosyal hayatı kalmadığı fikrine ne dersiniz? Alt tarafı bir tespittir denilip geçilebilir mi? Yakın tarihi esas alırsak gerçekten de Türklerin ölmeye, bitmeye, can çekişmeye, ölüp ölüp dirilmeye yabancı olmadığını görür, yirmi birinci asrın ilk çeyreği biterken yine can derdine düşmelerini şaşırtıcı bulmayabiliriz. Bu bakımdan yukarıdaki önermenin bir tespit değeri taşıdığı kabul edilebilir. Fakat bize asıl lazım olan tespitin hangi bağlamda, hangi niyetle, hangi tonlamayla, hangi jest ve mimikler eşliğinde söylendiğidir. “Türkler artık İslâm’a göre yaşamıyor.” dediğimizde bir tenkidi mi bir temenniyi mi dile getiriyoruz?

Kötülüğün her türlüsüne şahit olunan bir çağda tenkit veya temenniye dayanmadan siyasî tespitler yapılabileceği inancı çocukçadır. Çağ ve şahitliklerimiz bizi taraf seçmeye, gerektiğinde üçüncü taraf olmaya zorluyor. İslâm’ın Türkiye’deki yeri istisnasız herkesi etkilediği için insanların bu tespitin öncesinde ve sonrasında nasıl pozisyon aldığını takip etmeliyiz. Tespiti tenkit amacıyla yapanlar bozulmayı geriletmek için neler yapıyor? İslâm’a mahsus yaşama tarzının gerilemesini temenni edenler işlerin bu noktaya varması için neler yaptı? Bu iki ucu tutabilir ve birleştirebilirsek işe yarar bir hareket noktası elde edebiliriz. Yani: Tarafları bileceğiz. Taraflardan birini tutup tutmadığımızı göstereceğiz. Tarafların dışında konumlanmanın imkânını yoklayacağız.

1923’te yeni bir rejime geçildiği halde yönetim anlayışı bakımından hiçbir ciddi değişiklik yaşamadık. Monarşik dalavereyi bürokratik ve oligarşik yapılar devraldı. Öte yandan, İslâm’ın Türkiye’deki tarihsel önemi hiç azalmamasına rağmen 1923’ten sonra ülke içinde birçok dinî, mezhebî ve etnik grubun varlığından söz edilir oldu. Lozan’da sadece müslim-gayrımüslim ayrımı esas alınsa da devletin gayrımüslimlik içinde yuvalanan anasırı muhatap alması bu tuhaflığın başlıca müsebbibi oldu. Özetle: Devlet şekilden şekile girse de özünde değişmeyi daima reddetti ve uluslararası koruma altındaki unsurlar İslam’ın yerinin değişmediğini asla kabul etmedi. Durum “herkesin herkese karşı savaşı”nı andırıyorsa da gerçek tam olarak böyle değil. Çünkü ne devlet ne İslâm ne de anasırın tanımı üzerine bir uzlaşı söz konusu. Ayrıca devlete göre İslâm, anasıra göre devlet, İslâm’a göre devlet ve anasır da farklı tanımlara sahip. Yani sorunu bu denklemin içinde kalarak çözmek imkânsız. Kimlik tanımımızı kendimiz yapamadığımız müddetçe bırakın İslâm’a mahsus hayat tarzını korumayı, mürted bir Batılı olarak bile bu topraklarda kimsenin yaşamasına müsaade edilmeyeceği açıktır.

Türklük tarih sahnesine bir sürpriz olarak çıkmıştır. Mevcut denklemi bozup yeni denge noktası olarak çıkmıştır. Hem 13. hem 20. asırda. Türk’ün sürpriz oluşu nevzuhur oluşu anlamına gelmiyor. Bilakis, Türk hep orada olan ve en son başvurulan olduğu için sürprizlik vasfını korumuştur. Türklük; Osmanlı nizamı boyunca yaşanan din, devlet ve toplum arasındaki çekişmeleri denge noktasına kavuşturan konsensüsün adıdır. Türk kendini İslâm ordusu olarak tanımlamış, ordu-devletler kurarak tecessüm etmiş, ordu-millet denen kavramı hayata geçirerek toplumsal hayatın kanı ve iliği olmuştur. Hem tartı hem tartan hem tartılan olmak onun varoluşunun mütemmim cüzleri olduğu için Türklüğü modern siyaset, ilahiyat ve sosyoloji teorileriyle açıklamak hayli zordur. Bu sebeple 17. asırdan sonra görülen toplumsal çözülmeler, devlet organizasyonundaki bozulmalar, İslâm’ın temsilindeki zaaflar Türklüğün değil bu dengenin aleyhine iş görmeye başlayan Osmanlılık mantığının hanesine yazılmak durumundadır. Batılılaşma fırtınası 19. asırdan itibaren kadim yapıları, bakir bitki örtüsünü hatta yüzeydeki mümbit toprağı bile söküp götürmüş ve ana kaya gün yüzüne çıkmıştır. Böyle olmasaydı Türklüğün 20. asırdaki dirilişi açıklanamazdı.

1923’ten sonrakiler hiçbir kimlik tanımını kabul etmeyip ne anlama geldiği meçhul “biz bize benzeriz” yolunu seçtiler. 1960’tan sonrasının muktedirleri Batılılarca tanımlanmaya öncekilerden daha teşneydi. 27 Mayısçılar Türkiye’de İslâm’ın yeri olmadığı fikrinin temennikârlarıydı. Hâlbuki Türkler ne kaçak dövüşerek ne düşüklüğe rıza göstererek varlık gösterebilirdi. Bugüne kadar gösterdiğimiz şey neydi öyleyse, varlık değil miydi? Bütün olan biten, “var mısınız” sorusuna korkarak evet, “yok musunuz” sorusuna yine korkarak hayır demekten ibarettir. 2002’den sonraki AKP döneminde bütün sorulara yüksek sesle cevap verilir olması birilerinin gözünü boyamaya yetti. Akılda yüksek volümün çınlamaları kaldı, cevapların manasını kimse sorgulamadı. Daha ilginci, varlık-yokluk sorularını ortaya atan da AKP’nin kendiydi. Artık dışarıdan bir müstemlekecinin bize beka tehdidi fısıldamasına gerek kalmamıştı, kendi beka endişemizi kendimiz üretip satacak kapasiteye ve iç pazara erişmiştik. İslâmcılık vaktiyle sistem tarafından tanımlanmayı reddedip teorik açıdan millet odaklı bir fikri merkeze alarak gelişebilseydi Müslümanlar böyle bir düzende hükûmet etmeyi bir başarı olarak görmeyecekti. AKP kafalarda böyle bir cehdin hiç olmadığının somut delilidir. AKP iş başına gelene kadar siyasetteki İslâmcılık ile sivil alanda siyasi faaliyet gösteren İslâmcılar arasında bir fark vardı. Bu fark eleştirinin sıhhat şartıydı, eğri kılıcın eğrilikleri düzeltme imkânıydı. Sivil odaklar iktidara göbekten bağımlı kılındıktan sonra bu imkân ortadan kalktı. 

Bir kapı kapanır, diğeri açılır. Çaresizlik duygusu yenilgiden yıkıcıdır. Dönüp dolaşıp Türklük bahsine varmamızın sebebi bu. “Her şeyin devletleşmesi” karşısında tek teklifin (başta millet olmak üzere devletin ve sair unsurların İslâm’ı yeniden ve bu kez itikadî bir zenginlik olarak keşfetmesine dayalı hayat tasarısının) Türklükten gelmesi onu sahici kılıyor. İsmet Özel’in tanımladığı şekliyle Türklük, bu kimliği taşımaktan memnuniyet duyanlar tarafından ciddi bir tahkik ve eleştiriye tabi tutulabilirse büyük bir kazanç elde edeceğiz. Tenkidin hakkını veren müdafaa-i hukukçular kazanacak, el ovuşturan muhipler ve temenniciler müstahakkını bulacak.

Kötümserliğine yenildiği günlerden birinde Turgut Uyar “Tarihe gömülen koca koca atlar / Tarihe gömülür o kadar” demiş. Böyle olduğuna inansaydım hayatım boyunca tek kelime okuyup yazamazdım. Tarihe sığmayacak cesamette gerçekler vardır. Güneşin altında yeni bir şey olup olmaması önemli değil, önemli olan yazdıklarımızın bu cesamete temas etmesidir. İlla yeni şeyler söylemek iptilasındaysanız Türk’ün iktisadî mantığı üzerine, tabiat ve maddeyle kurduğu ilişki üzerine düşünün derim. Ben Mithat Cemal’in “Ölmez bu vatan, farz-ı muhal ölse de hatta / Çekmez kürrenin sırtı bu tabût-ı cesîmi.” deyişini esas alıyorum. Hamaseti aşan bir hakikat var bu mısralarda. Evet, Türk bugün hâlâ hayattaysa biraz da mematının sebep olacağı tüyler ürpertici kıyamet sebebiyledir. 

Muhammed SARI (7 Rebiülahir 1446 - 9 Ekim 2024)

TERSİNE SİMYA

Türkiye’de ve dünyada olan bitenleri anlamak için akıldan önce mideye ihtiyacımız var. Midemiz yaşananlardan ne zaman bulanırsa geleceğe dair umutlarımız o zaman artar. Aklımıza giden yol midemizden geçiyor. Fakat mide bozucu etkisiyle bilinen iki enfeksiyon kaynağını kurutmadıkça bünyenin toparlanması zor: Medyadan ve mafyadan bahsediyoruz. İstisnasız bütün toplumlar medyatik prodüksiyonların ve mafyatik operasyonların kıskacında şekillendiriliyor. Şekilsizleştiriliyor demek daha doğru olur. 

Medyatik ve mafyatik yapılar teşhir ve teşrih esasına göre işliyor. Çirkini gözümüze sokmak suretiyle ruhu lime lime ediyorlar. Lime lime edilen bedenleri göstererek gözdağı veriyorlar. Gözü korkutulmuş, gönlü yağmalanmış insanlar topluluğundan ne beklenebilir? İnsanın özü, cevheri, madeni bozulmaya yüz tutar böyle toplumlarda. Böyle bir toplum mesih sanrıları ve fetih hülyaları için son derece müsait bir zemin haline gelmiştir. Çürüdükçe temizlikten, eridikçe semizlikten dem vuranlar çoğalır. Çöken bir toplumda mesihler en büyük sahtekâr, fatihler en büyük ihtikârcıdır. Modern çağ bu çarpıklık üzerine kurulmuş ülkelere bile şahitlik etti. Başta Amerika’nın kuruluşuna. O Amerika ki tarih boyunca görülen bütün düşkünlüklerin bir toplum vasatı ve bir devlet mantığı olarak tecessüm etmiş hâlidir. “Altına hücum”la başlayan Amerikan hayat tarzı, küresel ölçekte bütün insan ilişkilerini “satma ve satın alma” prensibine bağlayarak insanlık cevherini karartmaya, insanlık madenini kurutmaya azmetti.

Köle, seks ve uyuşturucu pazarları medyada kuruluyor. Kovuşturma ve mahkemeler medyada cereyan ediyor. İnfaz ve hesaplaşmalar medya üzerinden gerçekleştiriliyor. Mafyanın medyayı icadı ile medyanın kitleyi ifsadı yaşıttır, bir ve aynı şeydir. Amerikalılar (yani medya sahibi mafyalar) herkesin bir fiyatı vardır der. Bu sözün doğru olup olmadığını anlamanın tek yolu yaşamak ve görmektir. Dirençlilik bu yüzden ahlâkın mühim göstergelerinden biri olagelmiştir. Beşerî zaaflarımız sebebiyle çoğumuzun çözüldüğü, yelkenleri indirdiği, bir şeylere tav olduğu bir nokta var. Ne kadar dirençli görünürsek görünelim o noktaya vardığımızda birilerinin sözlerine, pozlarına, pozisyonlarına tav oluyoruz. Belki tav olmak zorunda bırakılıyoruz. Madenlerin tavına getirilerek işlenebilmesi gibi tavını bulunca insanların da işlenebileceğini biliyoruz. Özellikle muktedirler, emri altındaki insanları hangi sıcaklıkta, ne kadar tazyik altında şekillendirebileceklerine göre sınıflandırıyor. İpleri ellerinde tutmak isteyenler bu tasnif bilgisine (elementler tablosuna?) vakıf olmak zorunda.

Para (ve beraberinde gelen konfor türleri) çoğu insanı satın almaya yeter. Çok az sayıda insan para dışındaki şeyleri esas alır. Enteresan olan şu ki bunlar ender bulunan ahlâk timsali kimseler olabileceği gibi son derece tehlikeli, kriminal kimseler de olabilir. İpleri ellerinde tutanların önceliği ahlâktır. Batı en büyük ahlâkçıdan en büyük suçlu yaratma numarasından asla vazgeçmez. En büyük gişe hasılatı getiren film hep masumiyetin yitirilişi olmuştur. Temizi kirletebildiğinde kirlilik kavramının/suçlamasının kendiliğinden ortadan kalkacağını bilir ve en büyük yatırımını buna, bir taşla iki kuş vurma senaryosuna yapar. En büyük ahlâkçıdan en büyük suçluyu yaratmak… Altını çamura çevirmek suretiyle gerçekleştirilen tersine simya faaliyetlerine bugün global kültür diyoruz. Tersine simya, yani simgeler (sēmeîon) ve anlamlar (semantik) üzerinden yapılan kimyevî işlem sistem lehine oldukça tatmin edici sonuçlar verdi son iki asırda. 

Devlet görünümlü mafyalar temizin direnmesine alışıktır. Yüzyıllar içinde onu nasıl lekeleyebileceği, üzerinde nasıl kalıcı izler bırakabileceği konusunda uzmanlaşmışlardır. Yine de diş geçirilemeyen, altın karakterini ölümüne muhafaza eden kimseler her zaman olmuştur. İpleri ellerinde tutanların en hazırlıksız olduğu senaryo çamurun altına dönüşme ihtimalidir. Suç ile ahlâkın zıt ama bitişik varoluşları acı ve tatlı sürprizlere açıktır. En büyük kriminalden en büyük tövbekârın çıkması kelimenin tam manasıyla büyü bozumudur. İmkânsız denilenin bir kez gerçekleşmesi gerçek bilenegelenin yutturmacadan ibaret olduğunu sonsuza dek ispatlar. İslâm’a göre, kişi ölmediyse gidebileceği bir kapı hep vardır ve o kapı daima açıktır. Çamurun altına dönüşmesi herşeyi değiştirir. Çünkü altınlaşmanın mümkün olması insanların çamura bakışını da değiştirir.

Global sistem, sıhhatini tehdit eden beklenmedik yan etkiler görüldüğünde doğruca bir doktora başvurmuştur. Dawkins, Keynes ve Lacan bu doktorların en meşhurlarıydı. Darwin, Marx ve Freud ise doktor yetiştiren doktorlar kuşağının ağa babalarıydı. Bu zevatın bütün doktrinleri altın diye bir şeyin var olmadığı, dolayısıyla çamurdan şikâyet etmenin mânâsızlığı, hele çamurdan altın elde etmenin tamamen bir saçmalık olduğu üzerine kurulmuştu. Buna karşı bir sözümüz var mı? Çamurdan yaratılmış olmanın çamurlaşmaya mazeret teşkil etmediğini bilen, altından karakterin altına hücum kültürüyle çatışma halinde olduğunu bilen kimseler kaldı mı acaba? Temiz kalmak isteyen dirençli insanlar ile tövbe edip altınlaşma yolunu tutan insanların cinaî şebekeye karşı elbirliği etmesi ham hayal mi?

Muhammed SARI (28 Rebiülevvel 1446 - 1 Ekim 2024)