İsmet Özel meşhur Türk tanımını yapmadan önce de Türk’tüm ben. Aslen Kürt olan ben o tanımın yaşayan hâliydim. Art niyetli, bilgisiz, umursamaz, kandırılmış veya korkularımızın esiri değilsek çoğumuz böyleyizdir, buna bilkuvve açığızdır. Türklük tanımının parlak görünme kaygısı taşımaması ve komplekssizliği bana en güven veren yanı olmuştur. “Kâfirle çatışmayı göze alan Müslüman’a Türk denir.” Duyduğum günden beri “Bunda yeni hiçbir şey yok ve tamamen doğru!” demiştim içimden. Başka türlü bir Türklük bilmiyordum ki. Ben de bu fikrin bir parçası olayım demedim, bu fikir benim olsun da demedim. Bu fikir bizatihi bendim zaten.
Kendimizizdir yahut değilizdir. Kendimizin olamayız. Parçamıza ait olamayız. “Aslen Kürt olan ben” ibaresi de bu yüzden isabetli sayılmaz. Kürtlük benim ve Türkiye’nin dününü ve yarınını ifadede yetersiz kalıyor. Tarihteki adımız Türk idi ve varsa bir geleceğimiz yine Türk olarak var. Sözün doğrusu “aslen Türküm” demektir ve Kürtlük gibi sair etnisitenin bir fasıl olduğunu bilmektir. Tarih sahnesine iki isimle, iki kimlikle çıkamazsınız. Hele birbirinin muadili ve alternatifi olmayan iki baş ile hiç çıkamazsınız. Birini diğerine kestirirler. Sokağa çıkabilirsiniz ama tarih sahnesine çıkamazsınız. Sosyal hayatta birtakım kimlik terkipleriyle yol almak mümkündür hatta farklılıklar birer nimet ve âyettir; ama tarihte sadece mütecanis ve yekpâre bir varlık olarak yer alabilirsiniz. Bir yerde iki millet varsa orada cumhuriyet olamaz. Cumhuriyet türdeşliği gerektirir. Eğer bu topraklarda en az iki millet var diyorsak mevcut rejimin uzun vadede bir federasyon, bir tür krallık olarak değişmesini de zımnen destekliyoruz demektir. Heterojen yapılar ancak bu tip rejimlerle ayakta durabilir.
Türklüğü etnisite ve nasyonalite bağlamlarında anlayanlara sesimizin ulaşması zor. Müslümanlara ulaşması iki kat zor. Çünkü onlar Müslümanlık ve Türklüğü ırkçı ve ulusalcı propagandaların şekillendirdiği bir kültür ortamında tanıyageldiler. Önce farkına varıp bu psikolojik dayatmaları aşmak, sonra kendi özlerini yeniden tanımak gibi iki kat ağır bir yükün altındalar. Allah hepimizin yardımcısı olsun. Yine de Türklüğün altında buzağı arayan Müslüman kardeşlerime diyeceğim şudur: Türklüğü kazıdığınızda altında İslâm mühründen başka bir şey bulunmadığını anlamak istiyorsanız evvela İslâm ve Türklük adına üzerinize kat kat atılan örtüleri tek tek kaldırmak zorundasınız. Bunun kolay bir yolu yok. Türklük bir davet olduğu kadar bir seçme de getiriyor.
Kendimden bahsetmek zorundayım. Yazdıklarımızın ucu gider yaşadıklarımıza dayanır çünkü. Erzurumlu bir aile olarak iki vasfımız vardı ki ikisi de mevcut düzenle uyuşmazlık hâlindeydi: Müslümanlık ve Kürtlük. Bu uyuşmazlık sebebiyle ikisini de bırakıp “kürtçü” olmam için 90’lı yılların Türkiye’sinde bütün şartlar hazırdı aslında. Semtinde yaşadığımız beyaz Türklerin hayat tarzına uzaktık. Uyruğu olduğumuz laik ideolojinin çizdiği vatandaş profiline uzaktık. Etnikçi ve ulusalcı düzen yanlıları senden nefret ederdi ama -burasına dikkat- seni asimile etmeye de istekli görünmezdi. Onlardan olamazdın, haddin değildi. Kendin olamazdın, hakkın değildi. Seni hep cenderede tutarak bir karikatür karakteri ve bir günah keçisi olmaya iterlerdi. Sayısız delil var; bakın medyaya, bakın politikaya, bakın gündelik hayata. Komikler ve mafyalar hep Kürt’tür. Neyse ki ailemizde Müslümanlık ve Kürtlük vasıflarımız birbirine denk değildi. Evde her zaman baskın olan Müslümanlıktı ve beni “kürtçü” olmaya zorlayan şartlara karşı tek denge unsuru buydu. Ailemden öğrendiğim kadarıyla yaşadığım Müslümanlık ırkçı zırvaları aşmamı sağlıyordu ama ötesine geçmeye yetmiyordu. Kendimi seküler-laik-ulusalcı katmanı da yarmak, bilhassa orayı yarmak zorunda hissediyordum. “Kürtçü olmamak” bir var olma biçimi olamazdı asla. Çoğu Kürt bu katmanda kalmıştır.
“Onlardan olmak” bir aşağılık kompleksi, “kendin olmak” bir reklam sloganı. Yirmi yaşımda anladım ki "onlar"ın canına okumadan kendimle gerçek bir temas kurmam hayalcilikti. 2001 yılında yayınladığım ilk şiirimde bunun farkına vardığımı yarım yamalak da olsa göstermek istemiştim. Müslüman kimliğim ırkçı ithamlara karşı direnç sağladığı hâlde ulusalcı dayatmalar karşısında neden işe yaramıyor diye düşünmüş ve sonunda kritik cevabı bulmuştum: Hanefîlik. Anahtar buydu. Fark ettim ki ırkçılığa karşı kendi asabiyesini ve Müslümanlığını muhafaza eden bütün akrabalarım Şâfiî idi. Fakat Şâfiîlik ulusalcı ideolojinin şehir hayatında hissedilen baskısı karşısında etkisizdi. Şâfiîliğin kazandırdığı asabiye o kadar kuvvetliydi ki kır-kent, mâdun-mâfevk, esmer-beyaz gibi çatışma düzlemlerinin hepsinde size bir mevzi sağlıyor, sizi bir kişilik sahibi kılıyordu. Öyle ki PKK bile bir süre Şâfiî mezhebinden olduğunu söyleyerek sempati toplamaya çalışmış ve kısmen başarmıştı da. Politik bölücülük Şâfiî mezhebinin keskin ve tavizsiz karakterini kırsalda kendi lehlerine kullanabilmişti. Irkçı muameleden ve ekonomik geri kalmışlıktan canı yanan Şâfiî Kürtlerin çok az da olsa bir kısmı bu oyuna gelmişti. “PKK için” değil elbette ama “PKK üzerinden” kentlerde yaşayan mâfevke had bildirebileceğini düşünmüştü.
İster köyde ister kentte olsunlar çoğu Şâfiî olan akrabalarımın bir kısmı yukarıda özetlemeye çalıştığım pozisyonlardan birine hayatlarının bir döneminde muhakkak uğradılar. Açıktan söylemese de PKK sempatizanı olan da, para ve itibar kazanamadığı için kusuru “TC ırkçılığı”nda bulan da, solcuların liberallerle ortaklığından türeyen söylemlere merak salan da vardı. Bütün bu karmaşaya rağmen Şâfiîliğin Sünnîlikle sıhhatli bağı onun çizgiyi asla aşmamasını sağlıyordu. Çizgiyi geçen Alevîler ve Alevî Kürtlerdi. Kimine göre zaten o çizginin ötesinde başlıyordu Alevîlik. Yani yirmisinde keşfettim dediğim Hanefîlik aslında Şâfiîliğe değil Alevîliğe karşı fonksiyon icra ediyordu. Yaş aldıkça gördüm ki Türkiye’nin politik haritasında fay hatları Şâfiî Kürtler’den değil Kürt olsun olmasın Alevîlerden geçiyordu. Fakat Alevîlerin sol cenaha, solculuk yoluyla Avrupa ve Amerika’ya bağlılığını bildirmesi onları kendi ülkeleriyle çarpık bir aşk-nefret ilişkisine zorlamıştı. Kırdaki ve şehirdeki Alevîler bile dostlarının ve düşmanlarının kim olduğu konusunda fikir ayrılığına düşmüştü. Kır Alevîleri devletin ırkçı olarak niteledikleri yüzüyle, şehir Alevîleri ulusalcı denen yüzüyle mücadele halindeydi.
Bu sırada biz az sayıdaki yoksul Hanefî Kürt ne yapıyorduk? Pek fazla şey değil doğrusu. Politik bilincimiz Şâfiî akrabalarımıza göre zayıftı, hatta Alevîlere göre yok gibi birşeydi. Kaba bir nazarla bakıldığında “dünyevîleşmiş” ve “sistemle muvafık” bile denebilirdi bizim için. Bu halimizle sağcılığın her türlüsü için kolay bir avdık. Büyük şehrin geçim derdinin orta yerinde, seküler düzenin orta yerinde, terör saldırılarının orta yerinde ayakta kalmaya çalışıyorduk sadece. Çok azımız ayakta kalmanın kritiğini yapmıştır. Kritiği yapanlar ırkçılığın ve ulusalcılığın hiçbir türüyle yol yürünemeyeceğini anlamakta gecikmedi. Geriye tek seçenek kalıyordu: Her şeyin orta yerinde durarak ama ortalık malı olmadan, ortayı bularak ama ortalamaya rıza göstermeden, hülasa ortanın bizzat kendisi olduğumuzun idrakine vararak Müslümanca bir yol yürümeliydik. Hanefîlik bu demekti, fıkhî bir tutuma indirgenemezdi. Batıcıların züppe kültürüne karşı Kürtlüğün asabiyesini panzehir olarak kullanabilirdik; fakat bölücü emperyalizmin oyuncağı olma tehlikesi gösterdiği an bu asabiyeyi çöpe atabilmeli ve kendi irademizle asimile olup Türkleşebilmeliydik. Resmiyetin müsaade ettiği kadar Müslüman olma zilletine karşı Şâfiî mezhebinin ilmî tavizsizliğinden güç devşirebilir, Alevîlerin sınıf bilincinden ders alabilirdik; fakat dünya sistemi tarafından yöresel ve bölgesel çerçevelere sıkıştırılma riskine karşı Hanefîliğin açtığı politik manevra alanına yönelerek Sünnîliğin cihanşümul nazarını mezhep nazariyemizin üzerinde tutmayı bilmeliydik.
Dünyada hiçbir millet bu kadar karmaşık bir politik tutum alışa zorlanmamıştır. Türklük veya Türkleşmek zorluğu nispetinde dönüştürücü bir potansiyele, zincirleme bir reaksiyonu tetikleme gücüne sahip. Batı’dan ısmarlanan mezhepçi, ırkçı, ulusalcı açılım projeleri bu potansiyel kuvveden fiile geçmesin diye sürülüyor önümüze. Züppelik kültürü (solculuk) ve resmî Müslümanlık (sağcılık) el ele verip gözlerimizi perdelemeye devam ediyor.
Muhammed SARI (24 Rebiülahir 1446 - 27 Ekim 2024)