SAHNEYE SAHNEYİ ÇIKARMAK

Bilgiye dair tecrübelerimiz bir yanıyla biriciktir. Aynı şekilde öğrenmeyiz. İki insanın bir bilgiyi aynı şekilde öğrendiğini söylemek aynı rüyayı gördüklerini söylemeye benzer. İnsanların iç dünyaları farklı olduğundan bilgiyi edinme ve anlamlandırma tarzları da son tahlilde kendilerine özgüdür. Öte yandan, herkesin öğrenmeye dair benzer bazı süreçleri idrak ettiğini kabul ederiz. Özellikle formel ve fonksiyonel hâle getirilmiş malumatın edinilme süreçleri bu umumî tecrübeyi yansıtır. Böyle olmasaydı bırakın toplumsal hayatın organizasyonunu, iki kişi arasında iletişim kurmaktan dahi söz edilemezdi. Bu bakımdan bilgi küresini “beni ben yapan” ve “benleri biz kılan” bilgiler olmak üzere iki parçaya ayırabiliriz.

Binlerce yıl önce gök kürede astronomik gözlemler yapmaya çalışan insanların durumu ne idiyse bugün bilgi küresini tarassut ederkenki hâlimiz odur. Başladığımız yerin gerisinde bile sayılabiliriz; çünkü teknik bilgi onu tecrübe etme, doğrulama veya yanlışlama kapasitemizin çok ötesine geçti. Teknolojinin sadece sonuçlarına maruz kalarak yaşıyoruz. Öyleyse soralım: Tecrübeye dayanmayan şeye bilgi denmeli mi? Bilgi-bağımlı küresel düzende bu soru yersiz görünebilir. Fakat kim bilir, belki de enformasyon çağında sorulması en yerinde soru budur. Özellikle teknik bilginin köpürme hızı ile onun insan tecrübesine konu olması arasındaki makasın korkunç bir hızla açılması, yeni fakat bir o kadar tanıdık bir tahakküm türüyle karşı karşıya bıraktı hepimizi. Modern anlamıyla teknik bilgi ne “ben”e ne “biz”e hayat hakkı tanıyor, bütün olup bitenler “o” alanına hizmet ediyor. Kolektif tarihsel tecrübeye dayanması bakımından “biz” bilgisinin önemi asla yabana atılamaz, fakat insan teki olarak en esaslı tecrübelerimizi “beni ben yapan bilgi” alanı sayesinde kazanırız. “Biz” ve “o” bilgileri bile ancak bu zeminde tesis edilir. “Beni ben yapan bilgi”; taklit (bebeklik), talim (gençlik) ve terbiye (yetişkinlik) öğrenmesi gibi biyolojik ve sosyal hayatın idamesini sağlayan öğrenmeleri de kapsayarak öteye uzanan bir bilgi alanıdır. Bu alanın girişinde “aynı yere çıkıp çıkmayacakları garanti edilemeyen” iki kapı vardır: din ve sanat.

İslâm’ın sünnet ve farzlar üzerinden kulun zahirî eylemlerini sorumluluk ve hesap verilebilirlik prensiplerine sıkıca bağlaması bilgi ile tecrübe arasındaki bağı “mutlaklaştırmadan” canlı tutmuştur. Mutlaklaştırmamıştır çünkü dinin bir de batınî veçhesi vardır ve bu alan çoğu insanın tecrübesinin dışındadır yahut buradaki tecrübe pozitif (yanlışlanıp doğrulanabilir türden) değildir. Yani Müslüman tecrübe edemediği, etse de sözle anlatılamayan şeylere de iman etmiş kişidir. Naklî bilgiyi aklî olana önceler. “Beni ben yapan bilgi”lerin doğrulanması kişinin gönlünde doğan emniyet hissine bağlıdır. Zahirî veçheye dönersek: İslâm’da ne yaptığını bilmek ve bildiği kadarını yapmak övülmüş, bildikleriyle amel etmemek ve amelleri bilgiye dayandırmamak yerilmiştir. Yapmadığı şeyi bildiğini iddia etmek, bildiği şeyin gereğini yapmamak en çok enformasyon çağı insanının imtihanı olmuş görünüyor. Tavşanın suyunun suyunu önümüze bilgi diye koyup itaat bekleyen enformatik algoritmalara karşı lüzumlunun ve elzemin bilgisine ulaşmanın yolunu bulmak zorundayız. 

Levazım bahsinde din elimizden tutar, gerekirse yakamızdan tutma hakkını mahfuz tutarak elbette. Din bilgisi lüzumdan elzeme doğrudur. Vadedilenin vuku bulacağı güne, haber verilen o büyük günün şiddetine bizi adım adım hazırlar, dramatik yükü zamana ve zemine yayar. İrade ve takatimizi aşan işlerden ve malumattan mesul tutmaz. Her ferdin kendi bilgisi (gücü ve nasibi) nispetinde hazırlık yapmasına imkân tanır, ferdiyeti mücerretleştirip tanınmaz hâle getirmez, elzemin tazyiki altında ferdin ezilmesine müsaade etmez. Sanat ise daha dünyadayken yapışır yakamıza, haberin çoktan vuku bulduğunu haykırır, ben’i öldüresiye sarsar. Ben’i adeta öldürerek diriltmeye, mücerretleştirerek müşahhas kılmaya çalışır. Bütün dramatik yükü âna, bugüne bindirir; elzem olana varmaya odaklandığından lüzumluyu terk eder. Bir bakıma kıyamı, haşri, mizanı ve sıratı dünyadayken tecrübe etme provasıdır sanat. Sahne kurar; fakat oyun, oyuncu ve oynama eylemi birer bahanedir. Amaç sahneye sahneyi çıkarmak, bizatihi sahne mefhumunu temaşa edebilmektir. 

“Beni ben yapan bilgi”nin kapıları ilhama da evhama da ardına kadar açıktır. Kapıdan giren şeyin şifa mı virüs mü getirdiğini bilmek bu yüzden hayatî önem taşıyor. Ruhuna aşina olmadan dinde kürsüye talip olmak ahlâkî hastalıkları görülmemiş bir hızda çoğaltıyor. Yordamına kafa yormadan sanatta sahne almak çirkinliğin çoğalmasıyla sonuçlanıyor. Viral çağda bilgiyle ilişki tarzımızı en iyi ifade eden kelime “kapmak” olsa gerek. Eskiden kapılırdık, bir cazibesi vardı bilginin. Şimdilerde herşeyi -tavırları, duyguları, fikirleri- bir yerlerden kapıyoruz. Bilgiyi de kapıyoruz. Hastalık kapar gibi.

Muhammed SARI (23 Safer 1446 - 27 Ağustos 2024)

NEŞVE BİZİMDİR

Kur’ân okuyan mü’min turunçgiller gibidir. Kokusu hoş, tadı güzeldir. Kur’ân okumayan mü’min hurma gibidir. Kokusu yoktur, tadı güzeldir. Kur’ân okuyan münafık fesleğen gibidir. Kokusu hoş fakat tadı acıdır. Kur’ân okumayan münafık yabani kavun / yabani kabak gibidir. Kokusu yoktur ve tadı da acıdır. | Hadis-i Şerif

Neşve bizimdir. Dünya hayatının oyundan ibaret olduğunu bildiğimiz, dünyalık için ölümüne hırslar beslemediğimiz, işleri asıl sahibine havale etmek gerektiğinde ipin ucunu bırakmayı bildiğimiz için hakiki neşve bizimdir. Durgun ve çalkantısız görüntümüzün altında tevekkülün engin ferahlığını tadarız. Dünya hayatı oyundur deriz, bununla beraber oyunu öğrenmekten geri durmayız. Oyunda öğreniriz, oyundan öğreniriz, oyunla öğreniriz; hepsi birdir bize. Dünya hayatının oyun oluşu çocuğun oyunla kurduğu ilişkiye benzemez. Çocuk için oyun ve hayat diye iki ayrı şey yoktur, uyuduğu uyandığı hep oyundur onun. Bu bakımdan çocukluk bilgeliğin ya tam tersi yahut ta kendisidir. Yetişkinliğin sancısı oyun ile hayat arasındaki yarılmayı fark edişle başlar. Kemal ise oyun ile hayatın birbirini anlamlı kıldığını, hatta böyle mutlak bir ayrımın hiç olmadığını keşfe açılmakla mümkündür. Hayatın sırrına, çocuklukta oyunu tanıdığımız için, tanıdığımız kadar erebiliriz. Bir bakıma başladığımız yere döneriz. Söz konusu hayat yolculuğuysa başladığı yere dönmeyen boşuna yol almış demektir. Başladığı yere değişmeden dönen hiç yol almamış gibidir. Başa döneceksin. Fakat değişmiş olarak. Neşve böyle doğar.

Neşve bizimdir ama neşvenin kaynağı biz değilizdir. Kıymetlerin bizden kaynayıp taştığına zannına kapılırsak aramanın zahmet ve rahmetinden mahrum kalırız. Neşvenin dışımızda bir yerlerde olduğu fikrine saplanırsak neşveye yabancılaşma veya neşveyi ele geçirilebilen bir şey gibi görme uçları arasında savruluruz. Neşve en dışımızdan getirilmiş, en içimize konmuştur. Bu yüzden korunmaya muhtaç ve layıktır. İnsan soyu doğuştan sahip olduğu nimetlere karşı ya kördür veya onların kıymetini bilme konusunda nankörlük içindedir. Fakat ele geçirdiği ve elden kaçırdıklarına karşı kıskançtır. Neşve en dışımızdan getirilmemiş olsaydı onun kıymetini bilmemiz mümkün olmazdı. En içimize konmamış olsaydı onu başka yerlerde arama yanılgısıyla ömür tüketecektik. Öyleyse neşveyi bulmak için içimize dönecek, korumak için dışımıza çıkacağız. İçe doğru daima seyrüsefer hâlinde olacak, dışa doğru karar bulmuş hâlde yaşayacağız. Diğer bir ifadeyle, yaşamak ile yaşatmak arasında bir tercihte bulunmayı reddedeceğiz. Dışımızdakilere faydası ulaşmayan neşve noksandır. Kendi başına açıp solan güzelliğin ziyan oluşu gibi.

Neşveyle esrik olduğunu iddia eden kişi gerektiğinde dışarıya, kendi dışına çıkmak zorundadır; fakat bir karar bulmuş, bir form kazanmış olarak. Dışarıya ve dışımıza nasıl çıktığımız önemlidir. Kiminin dışarıya ve kendi dışına çıkışı uykunun en tatlı yerinden uyandırılışı, yatağın en sıcak yerinden sökülüşü gibidir. Soğukla temas eden sıcak nesneler nasıl tüterse bu kimseler de hâllerini öyle belli eder. Uyandırılan esrikler dışlarına karşı genellikle isteksiz ve müsamahasız görünür, bilerek veya bilmeyerek dışarıdakileri daha bir dışlar. Bir an önce içeri dönmek istemektedir çünkü. Onun neşve diye bildiği aslında bir tür konfor alanı, bir kaçış rotasıdır. Bu hâl, tatlılık ve sıcaklığı neşvenin kendisi zannetmekten kaynaklanır. Oyundan çıkmak istemeyen çocuklar gibidirler. Oyundan çıkmak istemeyen, daha doğrusu hakikat saydığı şeyleri oyunlaştırmış bir yetişkinin hâlini gülünç buluruz. İçe doğru seyir hâlinde olmayı ihmal eden bu kişiler dışarı çıktıklarında neşve zannedegeldikleri o esrikliği, o hazzı koruyamayacaklarını bildiklerinden korkuya kapılırlar, hatta korkularını gizlemek için şiddete başvurdukları bile olur. Dinlerinin ve sanatlarının itibarına halel getirenler genellikle bu türden ham ve tek yönlü insanlardır. Hep kendileri yaşamak ister, yaşatmayı beceremezler.

Esasen ne kaygılar ne korkular neşveye manidir. Bünyeyi felç eden kaygılanmak kaygısıdır, korkudan korkmaktır. Gerçek korku ve kaygılarla mücadele etmek kadar insanı kendini gerçeğine yaklaştıran bir uğraş olmasa gerek. Mücadeleden kaçmayan insan yorgun hatta mağlup olabilir fakat varlığını beyhude görmez, kendini aşağılanmış hissetmez. Neşve gerçeklerden kaçmayan, düşmanlarını bilenlerindir. Sahte düşmanlarla boğuşan muzaffer bir komutan görülmemiştir. Gerçeklerle yüzleşmekten kaçan herkes aslında konfor düşkünlüğü yüzünden hayaletlerle savaşma düşkünlüğüne uğramıştır. Neşve böyle vesveselilerin semtine pek uğramaz. Gündelik hayatın keşmekeşine set çekemeyen, ilgi arsızı, dikkati zayıf, emeği süreksiz insanlar gönül evlerini hayaletlerin istilasına açmış demektir. Hayaletlerle dolu bir ev… Böyle bir ortamda insan bırakın dışarı çıkmayı, pencereleri açacak kadar dahi cesaret ve mecal bulamaz kendinde. Yatağın altı, dolabın içi, perdenin arkası hayaletlerle doludur. Yorgan hariç! Hâlbuki tek hayalet vardır, o da yorganın altında yatmaktadır! Böyle insanlar yaşamak isteseler de varlıklarına musallat olan hayaletler bedenlenirken kendileri günden güne solgunlaşırlar.

Kendine katı, başkalarına yumuşak davranan insanların dramı daha başkadır. Kendi başlarınayken bile maske takmak, rol yapmak zorundadır onlar. Çileyi anlamadan çileciliği yüceltmeye kalkışan, kendi içlerinde kuruyup kalmış insanlardır. Dışlarındaki cazibeye kapılıp yanlarına yaklaşanların kokudan burnu düşer, sertlikten dişi kırılır. Koku ve katılıkları sebebiyle kınandıklarında ise iki türlü karşılık verdikleri görülür: Ya nedamet getirip hayatlarını yeniden gözden geçirmeye yönelerek denge durumunu yakalamaya gayret ederler yahut öfkeyle kendi yüzlerindeki sırçayı kendi elleriyle döker, dışına da içine olduğu kadar katı davranmaya başlarlar. İlk yolu tercih edenlerin işleri rast giderse zahidin yarım neşvesini bile aşıp hakiki neşveye varmaları işten değildir. Nasuh tövbenin gafilce ibadete üstünlüğüdür bu. İkinci yolu seçen insanlar iç dünyalarında tansiyonun çok yüksek seyretmesi sebebiyle kendilerinin hakikat arayışında herkesten ileride oldukları duygusuna yenilmişlerdir. Yenilgi onları koyu bir kibre itmiştir ve bir tür tanrılık psikolojisi içinde dış dünyayla ilişkilerini daima savaş pozisyonunda, yani mutlak ciddiyet durumunda tutarlar. Mutlakçılıkları oyun bilmemelerinden ileri gelir. Oyun bilmeyişleri hayatı hakkıyla anlamalarını, yani yaşamayı ve yaşatmayı imkânsızlaştırır. Zayıfların ve bencillerin yarım neşvesinden bile nasipleri yoktur.

Muhammed SARI (12 Safer 1446 - 16 Ağustos 2024)

CREDO’DAN KREDİ’YE

Hiçbir şey sebepsiz ve birdenbire olmuyor. Bugün yaşadığımız bütün felaketler geçmiş hataların bedeli. Tantanalı törenlerle, toplu rıza gösterileriyle, oy birliği veya çokluğuyla, sağduyulu davranmanın gereği bilerek, ehven-i şer sayarak, korkularımıza yenilerek işlediğimiz hatalar bunlar. 150 yılda bazılarının anaparasını yarıladık bazılarının olsa olsa faizini ödeyebiliyoruz. Bugünlerde hangi hataları işlemekte olduğumuzu önümüzdeki yıllarda göreceğiz. Yeni faturalar geldiğinde kimimiz burada olacaksa da bir kısmımız dünyadan göçmüş olacak. Dolayısıyla kimin borcunu kimin ödediğini tespit etmek de ayrı bir mesele. Toplumların karar vermek ile bedel ödemek arasındaki salınımlarına tarih, tarihin andaki görünümüne kültür dersek yanlış olmaz. Dündeki ve andaki görünümlerin üst üste konmasıyla elde edeceğimiz süperpoze bir görüntü bize hesap hatası yapıp yapmadığımızı gösterebilirdi. Fakat “büyük resim”i kimler görecek de gösterecek? 

Hegel, Napoleon’la karşılaştığında “Çağımızın Geist’ını at üstünde gördüm!” demiş. Feci bir indirgeme örneği ama belli ki bunun tarihteki kutlu karşılaşmalardan biri olduğuna inanmıştı. Devlet teorisinin ete kemiğe bürünmüş hâlini dünya gözüyle gören filozof hızını alamadı; Batılı efendilerin yüksek ideallerinin faturasını dünyanın geri kalanındaki kölelerce ödenmesinin felsefesini de yaptı. “Yasal mevzuat”ı filozoflarca vaz edilen yeni dünyada işler bir kez bu yola girdiğinde geri dönmek mümkün olmadı: Efendiler daima alacaklıydı, ödemek zorunda olan kölelerdi. Efendilerin bile kendi aralarında birikim ve alacak bakımından ast-üst ilişkisi söz konusuydu. Efendiler aydınlanmışlıklarının gereğini yerine getirmediğinde düşkünleşebilirdi ve köleler borçlarını ancak aydınlandıklarını ispat ederek ödemiş sayılabilirdi. Efendiler ölmeyi göze aldığı için öldürme hakkına sahipti ve köleler öldürmeyi bilmedikleri için ölmeye müstehaktı. “Ölerek ödemek” köleler arasında ödeme yollarının en yaygını ve en ucuzuydu. “Ödediği hâlde ölmek” ölümlerin en talihsiziydi. “Ödeyemeyecek kadar ölgünleşmek” sistemin kârlılık mantığına tersti ve istenen bir durum değildi. Dolayısıyla işler 1945’ten sonra “ölmeyecek kadar ödemek” esasına oturtuldu. Böylece Batı’nın credodan krediye varan yolu ardına kadar açılmış oldu.

Bir şeyi gökten yere indirdiğinizde onu menfaatin konusu yapmış olursunuz. Hegel’in yaptığı gibi. Aklı gözlerine inmiş itikadınca Hegel “at üstündeki Geist” tasviriyle Napoleon’un şahsında Fransız İhtilâli sonrasının modern efendilerine itimadını ilan etmişti. İtikadıyla itimadının denk düştüğü anda beliren “büyük resim”in kendi menfaatine olacağını anlamıştı. Credodan krediye geçişi haklı, en azından kaçınılmaz buluyordu. Onların kaçınılmaz saydıklarından kaçmak sadece Türklerin elindeydi. Çünkü ne credomuzu tekelinde tutan bir kilise ne birbirimize itimadımızı sarsan tefeci yapılanmalar vardı. İtikadımız dolayısıyla peşinen gösterdiğimiz itimat, itimadın kötüye kullanılmamasıyla pekişen itikad bize fazlasıyla yetiyordu. Gün gelip başımızdaki köle ruhlular yüzünden kaçınılmazlık bizi de yakaladığında “ölmeyecek kadar ödemek” yolunu tercih ettik. Bu tercih bizi ölmekten beter etti. Ne hâlde olduğumuzu anlamak için Türkiye’de yatay ve dikey ilişkilerin tesisinde neyin ölçüt alındığına bakın. İtimadın yerine menfaat konuldu. İtimat esasına dayalı toplum kulağımıza artık masal gibi geliyor. Borçlanamayan ve alacağını tahsil edemeyen insanlar arasında doğan bütün güven ve otorite boşluklarının resmî kurumlarla, ticarî kuruluşlarla doldurulduğunu gördük. Nitekim müessese dediğin boş arazide tesis edilirdi. Birilerinin meydanı boş bulduğu kesin.

Meydanı doldurmanın yolu silahı kapıp ortalığa atılmak olmadı hiçbir zaman. Boş insanlar olmadığımızı gösterebildiğimizde meydanın kendiliğinden dolup taşacağını göreceğiz. Müslümanların sayısının kaç milyara vardığının, nüfusun ne kadarını oluşturduğunun bu sistemde bir önemi olmadığı anlaşılalı çok oldu. Birbirine kucak değil kredi açan insanların özgül değeri “sıfır”dır. TDK sözlüğüne “kredisi düşmek, kredisi tükenmek” bir deyim olarak girmiş bile. “Güvenilirliğini ve saygınlığını yitirmek” manasında kullanılır diyor sözlük. Kredi ile saygınlığın müteradif kullanılması hayra alâmet değil. İşler bankadan kredi alamayanın saygın ve güvenilir kabul edilmemesine kadar varır demeyeceğim çünkü neredeyse bu noktadayız.

Saygınlık kredilendirilebildiği için değil veya başkaları tarafından gösterildiği için değil, insanların kendi ahlâkî seçmeleriyle kazanıldığı için bir değerdir. Kimse sırf başarılı, güçlü, ünlü olduğu için peşinen saygınlık hak etmiş olmaz. Saygınlık başkalarının övgüsü ve desteğiyle ayakta duramaz; kişiliğimize dışarıdan iliştirilebilen, eklenebilen bir vasıf değildir. Saygınlık kişinin kendine saygısıyla başlamıyorsa başkalarının küçük bir fiskesiyle bitecek demektir. Atanmışların ve seçilmişlerin peşinen kazandığı zannedilen şey saygınlık değil kredidir. Atanmışları ve seçilmişleri credo ve kredileriyle baş başa bırakıp saygınlığı kendimizde bulmak ve itimadı birbirimize göstermekle efendi-köle tuzağına düşmekten kurtulabiliriz. Çünkü ne efendilerin gözü ödemekle doyar ne de borç ödeyerek kölelikten kurtulan duyulmuştur.

Muhammed SARI (7 Safer 1446 - 11 Ağustos 2024)

YENİDEN BAŞLANABİLİR Mİ?

Başlamaktan bahsediyorsak başlamanın “baş”ında ne olduğunu baştan söylememiz gerek. En başta düşünmek var. Hem de derinlemesine düşünmek. Geçmişte entelektüel geçinenlerimiz ve bugün trollerimiz sayesinde her şeyi mükemmelen bildiğimiz için başımız derinlemesine düşünmekle hiç hoş değildir. Bize göre, hoca elini sazın sapına atar ve her defasında doğru perdeyi bulur nasıl olsa. Hiçbir şeyi derinlemesine düşünmeye, hele yeniden düşünmeye vaktimiz, mecalimiz, niyetimiz yok. Vakti, mecali ve niyeti olmayan ama millî gururundan başı arşa vuran bir topluluk tarih sahnesini hâlâ neden işgal etmektedir acaba, meraka değer. Kendi dünyamızı kurmak adına bir tür hazırlık safhasında mıyız yoksa birilerinin bizim için hazırladığı bir sona doğru mu ilerliyoruz? 

Derinlemesine düşünmenin hindi gibi düşünmek, Karadeniz’de gemileri batmış gibi düşünmekle alakası olmadığını belirtmek zorunda kalmışsak, bu, insanlarımızın derinlemesine düşünmekle karşılaşmamasındandır. (Ben miyim derinlemesine düşünebilen? Bu yanlış bir soru olur. Ben önemli biri değilsem de düşüncesiz sayılamayacak biriyim.) Âkif meşhur şiirinde şöyle demiş: 

Gür hisli, gür îmanlı beyinler coşar ancak,

Ben zâten uzun boylu düşünmekten uzaktım!

İki mısraa üç kritik kelime sığmış: his, iman, düşünce. İnsaf nazarıyla tek tek bakıldığında vazgeçilmez bulduğumuz ama bir araya geldiklerinde büyük sancılara sebep olan üç kelime. Yakın tarih tecrübemizin aşağılık psikolojisiyle ve gündelik hayat tecrübemizin sığlaştırıcı etkisiyle baktığımızda en zekice çözüm üçünden de kurtulup hayatını yaşamak olacaktır. Zaten insanların çoğu böyle yapıyor. Hiç düşünmeden! “Gözünü kırpmadan” da diyebilirdim. Demek ki gözünü kırpmak ile düşünmek arasında küçük ama hayatî bir bağ var. İnsanlar bir göz kırpımı süresince olsun düşünmekle mükelleftir. Gözünü kırpmayan ya ölüdür ya robot. Göz kırptığımızda gözümüzü diktiğimiz şey bir anlığına kararır ve tekrar belirir. Kararlar o karanlıkta alınır. Doğan o karanlıktan doğar. Düşüncenin alacakaranlığı olmadan duyguların şafağına şahit olmak ve iman nurunun aydınlığına çıkmak muhaldir. 

Âkif’i hüsrana uğratan ruh hali devrinin şartlarıyla yakından alakalıdır; yoksa “kafa ve iman adamı” olan birinin “düşüncesizliği” övdüğü düşünülemez. Kaldı ki Âkif’in hoşlanmadığı şey düşünmek değil “uzun boylu düşünmek”tir. Ki bu da tereddüt, çaresizlik, ümitsizlik, durumu kabullenmek, ne yapacağını bilememek manasına gelir; tefekkür etmekle ilgisi yoktur. Müslümanların düşünce ile alakaları olmadığı iddiasına bu gibi sözleri delil gösterenler ya tefrik melekesini yitirmiş yahut art niyetli insanlar arasından çıkıyor. Kara propagandaya kapılan Müslümanlar ise düşünmek, hissetmek ve iman etmek arasında tercih yapmaya kalkışıyor. Milletler kuyruğunu kovalayan hayvanlar misali bu döngüye hapsedildiğinde yapılabilecek çok az şey kalıyor geriye. Yapılabileceklerin ilki ise cilveye bakın ki yine durup düşünmek. Düşünüp durmakta fayda yok ama durup bir düşünmekte çok hayırlar var.

Durup düşünmek’in ilk faydası bilebilmek. Düşünmek tetiğe bastığımızda, söze girdiğimizde, ayağa kalktığımızda tuzağa düşmeyeceğimizi, haksızlık etmeyeceğimizi bilmek içindir. Durup düşündüğümüzde eylememeye karar vermişsek, eylemeyi ertelemişsek bu da bir eylemdir ve bunda da hayır vardır. Önü arkası düşünülmüş eylemlerin faydalarını ise tarih kitaplarından okuyabiliyoruz. Bu manada hep fiille ilişkilidir düşünmek. Yine de sorulabilir: “Düşünmeden eylenemez mi hakikaten? Âkif’in devri biraz da böyle bir devir değil miydi?” Sulh zamanlarında herkesin gücü nispetinde mükellef olduğu düşünmek ile ölüm kalım günlerinin düşünmek’ini ayırt etmek lazım. Ölüm kalım savaşında bile bir toplumun güzideleri/kurmayları düşünmekten geri duramaz, düşüncesiz iş yapamaz, düşünceleriyle kitlesel eylemler üretmeden durduğunu yerin hakkını veremez. Onların düşüncelerinin sonu ölmeyi veya öldürmeyi emretmeye pekâlâ varabilir. Bu açmazı bugünkü çözük toplumsal kimliğimizle kavramamız zordur. Düşünce/düşünür ölmeyi veya öldürmeyi emredebilir mi? Ölme veya öldürme emrini yerine getirmek düşüncesizlik olarak değerlendirilebilir mi? Ölüm kalım zamanlarda kitlelerin uzun boylu düşünmeleri beklenemez. Milletten beklediğimiz sulh zamanlarında başlarına güzide insanlar seçmeyi bilecek kadar düşünceli/sorumlu davranmalarıdır. Böyle davranabildikleri takdirde harp zamanlarında üzerlerinden düşünme mükellefiyeti kalkar, geriye his ve iman safhalarını idrak kalır. Sulh zamanında düşünce (ahlâk) harbi vermeyen milletler harbin sonunda sulhü (istiklâli) kazanamaz. His ve imanları hakkındaki hüküm ahirete kalır.

Düşünce, his ve iman açısından bakıldığında çatırdayan bir toplumsal yapı arz ediyoruz. Çatı bel verdiğinde altına kiriş verilir. Fakat zemin çöktüğünde kirişin faydası olmaz. Müslim ve gayrimüslim prensiplerin eşitlendiği bir zeminde “her şeye yeniden başlama” teklifinin ve başlangıcın “yeniden düşünmek”le yapılması teklifinin karşılık bulamaması şaşırtmıyor. Akşam olunca kürkçü dükkânına dönmekten başka yol yok diye inanılıyor ise özgür düşünce adı altında bunca afra tafranın ne anlamı var? Akşamsa akşam. Yola akşamdan çıkmak zorundayız. Kendi gerçeğini keşfeden her millet gibi.

Muhammed SARI (26 Muharrem 1446 - 1 Ağustos 2024)