ÇAY EVİNDEKİ TARİH FİLOZOFU

Sanırım üniversitenin son yılındaydı. Erzurum’da talebelerin müdavimi olduğu ve korsan film oynatılan bir çay evinde Yeşilçam’ın ucuz tarihî avantür filmlerinden birini seyrederken bir uyanış ânı yaşamıştım. Filmin ilk dakikalarında Cüneyt Arkın’ın oynadığı Battal Gazi karakteri Bizans askerleri tarafından şehid ediliyor, yıllar sonra onun intikamını alan oğlu rolünü yine Cüneyt Arkın üstleniyordu. Bu tıpatıp benzerliğin Bizans hükümdarının dikkatini çekmemesi, üstelik onu kendi oğlu sanması gülünçtü elbette. Muhtemelen masraftan kaçmak için bulunmuş bu çare beni “yüz” hakkında, “yüzümüz” hakkında düşünmeye sevk etmişti: Huyum suyum babama benziyor mu? Çocuklarımın çehresi beni andıracak mı? Bir millette nesilden nesile değişen şeyler neler? Bir ailede batından batına devam edenler neler? gibi birçok soru eşliğinde seyretmiştim filmi.

Genetik çalışmaları etkisini göstermezden evvel insanların sûretleri yaratıcıdan bir âyet gibi görülürdü. Sûret ve sîret arasındaki ilişki ise her toplumun kendi geleneği çerçevesinde yorumlanırdı. Bazı geleneklerde sûretin sîreti doğrudan yansıttığı kabul edilmiştir. Bazı kimseler ise insanın yüzü ile özü arasında zorunlu bir ilişki olduğu fikrine mesafeli durmuştur. Ana-babanın sûret ve sîretinin evladını kaçınılmaz olarak belirlediğini kabul eden, çevre ve terbiye faktörlerinin etkisini sınırlı gören, yani meseleyi determinist denebilecek bakışla ele alanların sayısı “tabula rasa”cılardan az değildir. Sûretle sîretin geçişme, çakışma noktaları olduğu muhakkak. Belli durumlarda birbirinin gösterenine dönüştüklerine de şahit oluyoruz. Belki meseleyi ele alırken büyük hatalara düşmemek için öncelikle sûretin nispeten durağan olduğunu, sîretinse “seyr” kökünden geldiğini yani dinamik bir yapıya sahip olduğunu hatırda tutmalıyız. Bizi yanıltan, sîret ile sûretin çakışma ve kopuş anlarındaki görünümlerini mutlaklaştırmaktır. İnsanla ilgili gerçekleri mutlaklaştırmak bizi tarih, toplum ve tabiat hakkında keskin hükümler verme hatasına itiyor. Hatta tarihi topluma, toplumu tabiata, tabiatı tarihe karşı konumlandıracak kadar ileri gidiyoruz. Batılı zihnin tarih, toplum ve tabiatı bencilce tanımlama ve birbirine göre konumlandırma cinnetinin bedelini bütün insanlık ödedi. Biz bugün o hatalara insan hakları, özgürlük, ilerleme vs. adını vermişiz. 

Filmde aklıma düşen fikirlerden biri şuydu: Yüz, gösterendir ve göstermenin iki katmanı vardır: 1) bizim gerçekte kim / ne olduğumuz yani gerçek görüntümüz 2) dışarıya neyi gösterip göstermediğimiz. Ama işin içinde bir de bakan var, aklıma düşen diğer mesele de buydu. Yüz biraz da bakana göredir. Öyleyse iki katmandan daha söz etmeliyiz: 3) bakanın bize kim olarak / ne gözle baktığı 4) bakanın bizi / bizde olanı görüp göremediği. İlk katman büyük oranda bir tabiat ve biyoloji sorunudur, varlıkların çeşitli istihalelerden geçerek dışlaşması sürecidir. İkinci katman ağırlıkla toplumsal ve kültürel alana dâhildir, görünen varlıkların bakanlar tarafından nasıl anlamlandırıldığına ilişkin bir süreçtir. Tarih bu iki katmanı kuşatma, bütünlüklü bir anlatıya kavuşturma yolu olsa gerek. Geçmiş çağlardan hoşumuza giden sûret ve sîretler derleyip bir tür portreler galerisi oluşturarak tarih ilminin gereğini değil, olsa olsa aktüel politikanın ve popüler kültürün beklentilerini yerine getirmiş oluruz. Biyolojik nazarı esas aldığımızda ağaçlar yüzünden ormanı, sosyolojik nazarı esas aldığımızda orman yüzünden ağaçları göremez hâle geliriz. Anadan doğma âmâlar dahi hayatını sürdürmeyi mükemmelen öğrenebilir, fakat ideolojik ve teorik körlük en kötüsüdür. Hadiseleri hiçbir zaman doğru perspektifte, nesneleri hiçbir zaman gerçek formlarıyla algılayamamaktır. Elifi görse mertek sanacak olanlar bunlardır.

Kara kıştan kaçmak için girdiğim çay evinden tarih filozofu olarak çıktım. Meğer “yüz” üzerine düşünmek isim ve cisimler üzerine düşünmenin en kestirme yollarından biriymiş… Her yüz sahibini temsil eder ve bu bakımdan eşsiz kabul edilir. Kendimizi başkalarının halefi ve selefi gibi algılamaktan evvel, yüzümüzün tarihini kendimizle başlatmaya eğilimliyizdir. Psikolojik varlığımızın biricikliğini doğrulayacak tek fiziksel kanıt yüzümüzdür. Çocukluktan ihtiyarlığa kadarki değişimler sebebiyle özbenliğimizin ebedî görünümü hakkında yakınsak bir bilgiye sahipiz. Yine de aynaya baktığımızda zihnimizdeki imajla uyum halinde bir sûret göremezsek kriz patlak verir. Diğer açıdan, her yüz izlenimsel ve uzlaşımsaldır. Fiziksel varlığının biricikliğine karşın yüzümüzün başka zihinlerdeki yansımaları çok çeşitlidir. Zihinsel bütünlüğümüzü korumayı sağlayan bireysel yüz algımız, konu toplumsal bütünlük ve tarihsel devamlılık olduğunda kolektif bir anlam kazanır. Bazı sûretler vardır ki kendinin değil artık bir toplumun tarihinin göstereni olmuştur. Türk bayrağındaki nazlı hilal böyledir. Şairin hilâle hitabı bundandır. Personalar tarihte ve tarihle sayısız dönüşüm geçirerek biçimlenir. Gaza beylikleri devrinde halk irfanı bu yüze Battal Gazi adını vermiştir. Yani yüz hem sahibi hem muhatapları için aynı şeyi, Türk’ü temsil etmiştir. Bu açıdan bakınca filmde gazi babayla gazi oğul rolünü aynı kişinin oynaması küfrün Türklere bakışının değişmediğini anlatmanın veciz bir yolu olarak okunabilir. Kâfirler şehid ettikleri Türk’ün yüzünü tekrar tekrar karşılarında görmenin kâbusunu yaşarlar. Modern çağa geldiğinde bu yüzün yeni adı Mehmetçik olur. Mehmetçik personasının katmanlarını kaldırdığınızda ulaşacağınız son katman Muhammed Mustafa’nın mübarek sîmâsı olacaktır. Görenlerin “Bu yüz yalan söylemez!” dediği Muhammed Mustafa.

Yüz tanımaya, tanınmaya, tanışmaya yarar evvela. Türkçeye bakarsanız yüz konuşmaya da yarar. Konuşmaya yüzü ol(ma)mak... Bu deyim, bildiği tek iş konuşmak ve yazmak olanlar için büyük manaya sahip. Konuşup yazmanın ön şartı neden yüz olsun? Hem de yüzsüzlüğün alıp yürüdüğü bir çağda. İnsan içine çıkacak yüzü olmadığı halde edebiyat sahasını dolduranlar dinin istismarına, sanatın süflîleşmesine, kültürün endüstrileşmesine hizmet ediyor. Biz sözün arkasında bir yüz/insan, yüzün/insanın arkasında bir tarih olduğunu görmek isteyen insanlarız. Klasik epikler önden gidenlerin nesline, gazi oğlu gazilere ait epiklerdi. Bu metinlerde görünen yüz ile gören yüz birbirini doğruluyordu, biri mümin idiyse diğeri kâfir idi. Filmdeki gibi. Modern epik ise geride kalanların, geriye kalanların anlatısıdır. Yani şehidin banka memuru olan oğlunun epiğidir. Bu oğullar yüzlerini ne aynalarda ne elektronik kimlik kartlarıyla doğrulayabilmişlerdir henüz. Söz-insan-tarih ilişkisini sıhhatle aksettiren yalnızca İstiklâl Marşı’dır. 

Muhammed SARI (29 Zilka’de 1445 - 5 Haziran 2024)