Şairin en çok dalaştığı, en davacı olduğu figür benzemeye en yakın olduğu figürdür, yani siyasetçi. Şairin zorbaları dize getiren daha büyük bir zorba olma, küçük mükemmel krallığını kurmak için bütün coğrafyayı yakma potansiyeli hep yüksek olmuştur. Aynı şeyi siyasetçiler için söyleyemeyiz, fakat onların da tuhaf bir çelişkisi var: En sevmedikleri kimselerden olduğu halde siyasetçilerin en çok iltifat ettikleri kişiler şairler olmuştur. Onların sözlerini önlerinde, arkalarında, iki yanlarında görünmez bir silah, bir sancak, bir muska gibi taşıyarak şahsî meşruiyetlerini pekiştirme ihtiyacı duymuşlardır. Öyleyse şu soruların cevaplanması lazım: Şairlerin kaçtıkça kapıldığı, siyasetçilerin yaklaştıkça ittiği şey nedir? Şairleri ve siyasetçileri tahtta hak iddia eden üvey kardeşler olarak niteleyebilir miyiz?
Türk şairleri ve siyasetçileri arasındaki gerilimli ilişkinin tarihini modern manada Namık Kemal’le başlatırız. Aslında sanat ve devlette Türk etkisininin ilk kez hissedilmeye başlandığı 11-13.yy periyoduna tarihlenmesi gereken bu ilişki her tarihî dönemeçte daha kritik bir hâl almıştır. Yolun ta başlarında, Kutadgu Bilig’de bile hükümdarlara şairlerle iyi geçinmesi, onların diline düşmemesi, kendini onların dilinden satın alması tavsiye edilmiştir. Kitapta şairlere; âlimler, tabipler, efsuncular, rüya tâbircileri, müneccimler, çiftçiler, tüccarlar, zanâatkârlar diye uzayıp giden bir kadronun içinde yer verilmiştir. Bu dizilişten devletin gözünde şairin bir sosyal statüsü olageldiğini çıkarsak bile tarih boyunca şairliğin protokoldeki yerinin hiçbir zaman garanti olmadığı unutulmamalıdır. Şairlerin yeri in’âm defterlerinde böyle sunulsa da esasta başka türlüdür; bunu iyi bildiği için Balasagunlu Yusuf’un şairlerle ilgili tavsiyelerindeki vurgu diğer “meslek”lere göre belirgin biçimde farklıdır. Klasik çağlarda âlim ve müneccimlerin; çiftçi, tüccar ve zanaatkârın hükümdarla ilişkileri somut bir alışverişe dayanmıştır. Astronomik ve mali hesaplar tuttuğu sürece bu ilişkiler kolay kolay bozulmamıştır. Tabip, efsuncu ve tâbirciler ise hükümdarın fizik ve psikolojik dünyasına dönük, yani dar çerçevede bir işleve sahiptir. Şair ile hükümdar arasında da bir alışveriş vardır fakat bu bir semboller alışverişidir. Şair hükümdar için itibar, hükümdar şair için boş vakit satın alır. Alan ve satan razı olduğu müddetçe hükümdar kitlelerin, şair kendi kendinin efendisi olarak yaşamaya devam etmiştir.
Şairlerle nasıl münasebet kuracaklarına dair hükümdarlara akıl veren çok olmuş, fakat aynı konuda şairlere nasihat vermeye yeltenen çıkmamış. Şairler laftan sözden anlamayan insanlar olduğu için mi? Doğrusu şairlerin çoğu kendi sözlerini, kendi sözlerine yakın sözleri anlamaya eğilimlidir, başka laflardan anlayası yoktur. “Laftan anlamayan şair” ibaresi oksimoron olduğu kadar gerçek, oksimoron olduğu için gerçektir. Öte yandan şunu da sormak lazım: Hükümdarlar sözün kıymetini bildikleri için mi şairleri alttan almıştır? Böyle düşünmek safdillik olur. Her şeyden önce “hükmetmek” ve “alttan almak” birbirini götüren fiillerdir, birlikte var olmaları mümkün değildir. Ayrıca “sözün kıymetini bilen” bir kişinin ne hükmetmek ne alttan almakla işinin olması düşünülebilir. Ve hükümdarın lügatinde “sözün kıymetini bilmek” çoğunlukla “malın ederini bilmek” demektir. Toparlayalım: Görünüşte ikisinin de işi “söz” iledir. Şairlerin ve siyasetçilerin sözlerinin palavra mı yoksa bedeli ödenmiş bir tecrübenin hâsılası mı olduğu hayatî önem taşır. Bu konuda okur ve/veya vatandaş olarak vereceğimiz karar akıbetimize bir biçimde tesir eder.
Üvey kardeşlerin ikinci ortak noktası “para”dır. Himâye ve patronaj bahislerine girmeyeceğim. Çünkü bu kavramların dar zaviyesinden bakarak şairliğe mahsus psikolojiyi ve hükümdarlığa mahsus patolojiyi derinlemesine anlamak mümkün değil. Himâye ve patronaj dün olduğu gibi bugün de bir gerçek, fakat sadece tek bir (1) gerçek. Kimi büyük eserler şairinin hayattayken taltif edilmesine vesile olmuşsa da bahşiş uğruna yazılmış hiçbir şiir şaheseri yoktur. (Âkif’in para ödülünü “kahraman ordumuz”a bağışladığını hatırlayın.) Tasannu ustalığının bahşiş için kriter sayıldığı çağlarda bile hakiki şiir o musanna kasidelerde değil hep diğer metinlerde meknuz ve mahfuz idi. Modern çağa yaklaştıkça doğal seçilim bu yönde gerçekleşmiş, musanna (süslü) olanın yerine muhayyel (canlı) ve müstakim (tutarlı) olan öne çıkmıştır.
Para ve söz birer dolayımlayıcıdır. Şair söz söyleme istiklâlini korumak için makul bir paraya muhtaç iken, siyasetçi iktidarını tahkim etmek için parayla satın alacağı muteber bir söze muhtaçtır. Yine de söz ile paranın farklı türde dolayımlayıcılar olduğuna dikkat etmek lazım. Tabiri caizse siyasetçiye göre hava hoştur; iktidarını pekiştirmek için herhangi türden bir sözü satın alma rahatlığıyla hareket eder. Bu sözü alamazsa şu sözü almaya yönelir, pazar birçok seçenek sunmaktadır. Zaten sözün çok yüksek veya çok düşük kalitede olmasından kaçınır. Kendini sorumluluk altına sokmayacak, seçmenin beklentilerini doyuracak, orta karar ve fonksiyonel bir şeyler satın almaya bakar. İnkılâp edebiyatı, devrimci şiir, muhafazakâr sanat gibi. Şair ise hem sözün hâlisliğine hem hâlis söz söyleme istiklâline halel getirmeyecek paranın derdindedir. Şaire gereken temiz, az da olsa düzenli, minnetsiz paradır. Böyle bir zamanda böyle bir parayı kodunsa bul! Paranın bile niteliklisini aramak tuhaflığı şairin payına düşmüştür. Şairin “parasızlıktan yakınış”ını “para için yakarış” zanneden yanılır. Yakınış insanlara, yakarış Allah’adır. Gerçek şiir bu doğru bağıntıdan doğar. Allah’a yakınıp insanlara yakaranlar yolunu kaybetmiş kimselerdir. Bunların şiiri de yolları gibi bozuktur. Nitekim para paradır deyip ödüllü yarışma, reklam yazarlığı, örtülü ödenek kovalayan şairlerin sayısı az değildir. Şairlerin kaçtıkça kapıldığı şey dünyalık ve iktidar hırsı ise, yani şair uzanamadığı ciğere murdar diyorsa fena. Hasedden ölüp gidecektir. Siyasetçilerin yaklaştıkça kaçırdığı şey özgürlük ve hakikatseverlik ise, yani makama esaretleri yüzünden suretihaktan görünmeye çabalıyorlarsa daha fena. Hazımsızlıktan ölüp gideceklerdir. Miskinlik makamını âlî bilen şair, resmî makamının esiri olmamayı bilen siyasetçi hasım değil özbeöz kardeştir. Tarihte kaç kez görebildik böyle kardeşliği?
Söz ile paranın iç içe geçtiği yerde sevi ile dâvî mefhumları da hercümerc olmuş haldedir. Siyasetçi şairden (ç)aldığı sevgi sözlerinin arkasına gizlenip günbegün kendi davasını yürütür. Ve dava görüntüsü arkasında hep öz sevgisini gizler. Sevgi lafını asıl davasına, dava lafını asıl sevgisine “paravan” olarak kullanır. Şairin sevgisi günün sonunda davası içindir, davası ile aynı şeydir. Hep kend’özüyle meşgul görünse de Hak’tan özge sevdiği yoktur şairin. Şair davayı ve sevgiyi korumak için parayı bir “paratoner” olarak kullanır. Meşhur nutkuna bakıp Yûnus’u davası olmayan bir miskin zanneder ahali. Hümanistçe alıklığın ve hümanizmin alıklarca alımlanmasının yol açtığı yanlış anlamalar Yûnus’u ve onun sulbünden gelen şairleri dünya hayatının tezatlarıyla mücadeleden kaçan kimseler olarak görüp göstermiştir. Hâlbuki sevgiye varmanın yolu kavgadan geçer demektedir hazret. Yûnus’un sevi ile dâvî hikâyesinin bir avuç dünyalık darı pazarlığıyla başladığını unutmamak lazım.
Muhammed SARI (7 Zilhicce 1445 - 13 Haziran 2024)