ACI VE UMUT DOLU HABERLER

Bilinçliliğin nihaî ereği bilinci aşan varlıkları ve durumları “tatmaya” açılmasıdır. Özel şartlandırmalar altına girmemiş hemen her zihin bir gün kendini “nasıl düşünebiliyorum, neden varım, benden ötede ne var” sorularının eşiğinde bulur. Eşikler nesne ile nesne, nesne ile nesne-olmayan arasındadır. Nerede eşik varsa orada iç ve dış, öte ve beri olmak üzere en az iki alan olduğunu kabul etmek zorundayız. Ve nerede ikilik varsa orada soruların türemesi kaçınılmazdır.

Sorular eşiktir. Çoğu bilgi disiplini eşiği geçip cevaplara ulaşmak üzere faaliyet gösterir. Bilhassa pozitif bilimler cevaba doğrudur. Felsefî düşünme ise sorunun ardından cevabı bulmayı değil, hep bir önceki soruya, giderek ilk soruya, ben kimim / varlık nedir sorusuna dönmeyi amaçlar. Filozof her cevabın beraberinde yepyeni soru ve sorunlar getirdiğini bildiğinden hangi öğretiyi vaz ederse etsin hep iki soru arasındaki eşikte durur. Mevcut cevapların yetersizliği ile mümkün cevapların nihayetsizliği arasında durur ve soruya tutunur. 

Hiçbir bilgi alanı en mühim nesneyi, yani ölümü aşan bir haber vermez. Bunun metoda sadakat mi acziyet mi olduğuna herkes kendi karar vermeli. Dinin üstün vasfı, nesneler arası ilişkilerden başlayıp nesne ile nesne-olmayan, oradan da nesne-olmayan ile nesne-olmayan arasındaki bağlantılara kadar uzanan bir kozmogoniye dair haber vermesinden ileri gelir. Haber; soru ve cevabı içererek aşan üstün formun adıdır. Haberin beraberinde bir soruyu mu cevabı mı getirdiğinin pek önemi yoktur. Haber acı veya umut dolu da olabilir. Haber geldiği sürece kendimizde dünya hayatına katlanma gücü bulabiliriz, insanlığımızı anlamlandırıp koruyabilmemiz için haberdar olmaya muhtacız. İman dediğimiz üstün hâl haberi kalben kabulle doğar. Doğuşla birlikte bir lezzet hâsıl olur. Bilginin tadılabilir kıvama gelmesi onun din ve/veya sanat alanına mahsus bir mahiyet kazanması demektir. Dini vecdden, sanatı hazdan ayıramayız. Vecdin ve hazzın ışığında aydınlatılıp yumuşatılarak sunulmasaydı yaratılmışlığın, ölümlülüğün, dirilişin ve hesaplaşmanın yakıcı bilgisi bizi kül ederdi.

Bütün aydınlatıcı bilgiler aynı zamanda yakıcıdır. Nasıl bilebildiğimizi bilirsek bildiklerimiz bizi yakmak yerine yapar. Öyleyse evvela “bilinen > bilen > bildiren” sırası bozulduğunda bilginin sıhhatinin tehlikeye gireceğini bilmeliyiz. Bilmenin fıtrî seyrinde önce nesneye uzanmak vardır. Göz neye bakar ise gönül ona akar. İnsan yavrusu duyuları yardımıyla nesneler dünyasından sürekli kokular, dokular, renkler, şekiller, sesler devşirir. Kişi ergenlikten çıkar çıkmaz duyular yoluyla edinilmiş nesne bilgisi eşliğinde kendi içine dönmek ihtiyacı hisseder. Duyum ve doyumlarını adlandırma ve anlamlandırma uğraşına dalar. Hem sürekli yeni bilgiler öğrenildiği hem de bilgiler sürekli işlendiği için bilgilenme yolculuğunun en uzun, en zahmetli safhası budur. Öğrenme hızı ile işleme hızı arasındaki uçurumun sürekli büyümesi kişiyi bir sıçrama yapmaya zorlar. Sonunda kişi afaktan ve enfüsten muttali olduğu bilgileri içererek aşan, yani kendini aşkınlığa, kaynağa ulaştıracak olan yola girer ki buradan sonrasının pek söze gelir yanı yoktur. Bilinenin ve bilenin bildirende erimesi söz konusudur artık. Yunus’un diliyle söylersek: 

Hak'dan nazar oldı bana, Hak kapusın açar oldum
Girdüm Hakk'un haznesine, dürr ü gevher saçar oldum

Esritdi ışka düşürdi, ben hamıdum ışk bişürdi
Aklum başuma divşürdi, hayrı şerden seçer oldum

Şairler (tıpkı müminler gibi) bilme yolculuklarına “aşk” adını vermişler. Şairin yolculuğu maceraperestlerinki veya turistlerinki gibi değildir, dışlaşmaz. Şair hem gösterişçi bilgiden hem sevgi gösterilerinden özenle uzak durur. Şair soruların ve cevapların lüzumsuz olmadığının fakat gönül indirilecek çerçeveler olmadığının da farkındadır. Gönül indirdiğinde kendini müminlerin katından filozofların ve bilim insanlarının zeminine indirmiş olacağını bilir. Gönlü yüce tutmak uğruna kınanmayı göze alır. Şatafata karşı şatahatı yeğler. 

Muhammed SARI (20 Zilka’de 1445 - 27 Mayıs 2024)

AĞARTILMIŞ YALAN, KİRLETİLMİŞ GERÇEK

Edep sahibi kimseler kendi işlemedikleri hayırlı bir işi başkasına öğütlemezmiş. Tersinden de olsa benzer bir tutuma sahibim sanırım: Kirleticiliğini anlatmak durumunda kaldığım her fena işi mutlaka işlemiş yahut onun kıyısından dönmüşümdür. Anlattıkça gördüm ki hayırda birlikteliğe davet değil, hatalarda benzerlik insanların dikkatini daha çok çekiyor. Derman arayışında farklı yönelimleri olsa da dertleri ortak olanlar arasında bir tür yakınlık doğuyor. Düşenin hâlinden düşmüş olan anlıyor. Hâlden anlamak fena işlere karışan insanların yakınlaşmasını izah için fazla iyimser bir açıklama olabilir. İnsanların birbirine taş atmamasının asıl sebebi sırça köşklerde oturan komşular olmalarıdır.

Yine de bir ayrım yapmalıyız: Sırça köşkten çıkıp sağlam bir binaya geçmek isteyenler ile sırça köşk düzenine bel bağlayanlar aynı muameleye layık değil. Varsın sırça köşkümüz yıkılsın, yeter ki fenalıktan kurtulalım diyenler kirliliğin ne idüğünü bildikleri için temizlenmenin kıymetini de hakkıyla bilmeye namzet insanlardır. Kirlilikten menfaat temin edenlerse işi aleniyete döküp yüzsüzlüğe vurmaya ya da kirlilik-temizlik mefhumlarını demagojiyle bulandırıp aradan sıyrılmaya çalışır. Sıyrılmacı tavrın benzerini başka bir kesimde daha görürüz: Kendini daima temiz görenlerde. Kendini daima temiz gören megalomanlar ve kirlilik konusunda profesyonelleşenler işbirliği ederek tevbe yolunu tıkar. Megalomanlar ağartılmış yalanlarla, profesyoneller kirletilmiş gerçeklerle yaşamayı tavsiye eder. 

Leke tutmayanlar ile kir göstermeyenlerin ittifakını fark edemeyen kimse dünya siyasetine, gündelik hayata yön veren dinamikleri kavramakta yetersiz kalır. Kendini koruma veya vicdanını rahatlatma ihtiyacıyla taraflardan birini seçtiğinde ise ittifaka can suyu vermiş olur. Paçayı megalomanlara kaptıranlar üzerinde leke olan beyaz bir sayfadan hoşlanmaz örneğin, bu onları rahatsız eder. Lekeleneni buruşturup atmaya hazırdırlar ütopik yücelik anlayışları gereğince. Hâlbuki leke, aslî ve arızî farkını görmemize yarar. Kazadır. Can sıksa da temizlik ihtiyacının hatırlatıcısıdır. Profesyonellere kananlar ise zeminin kirliliğine itiraz etmez. Onlar kirli zeminin yer yer ağarmış bölgelerine bakarak bazı hafifletici sebepler bulmaya reel-politik uyarınca dünden hazırdır. Tercihlerini aslî beyazdan değil beyazlık izlenimi uyandırandan, beyazımsılardan yana kullanırlar. 

İtikadımıza göre sadece kendilerine nimet verilmiş nebiler ve resuller lekesizdir. Diğer bütün insanlar bu kategorinin dışındaki bir hiyerarşiye tâbidir. Buna göre: Kim lekesizlerin yolunu yol bilmişse o üstünümüzdür. Kim lekelerinden kurtulmaya fiilen çabalıyorsa o üstünlük yolundadır. Kim lekelerinden utanıyor fakat elinden fazla bir şey gelmemesinin mahcubiyetiyle kıvranıyorsa üstünlerin himayesine girmeye hak kazanmıştır. Kim kirlilikten menfaat devşiriyorsa dalâlettedir. Kim lekesizlik iddiasındaysa gazaba uğramıştır. 

Hayatımız nimet, dalâlet ve gazap arasındaki tercihimize göre bir mana ifade ediyor. Temiz kalarak mı yaşadık yoksa yaşayarak kirlendik mi? Yıllar sonra her yerde yeniden “kardan aydınlık” ezgisini duymamız tesadüf mü? 

Muhammed SARI (14 Zilka’de 1445 - 21 Mayıs 2024)

İŞARETLER VE İBRETLER YURDU

Birçok tarihî hadiseden bahsetse de Kur’ân’ı bir tarih kitabı nazarıyla okumayız. Kur’ân’da hadiseler insanın ve imtihanın özünü aksettiren birer ibret levhası olarak nakledilir. İbretsiz tarih, Batı’nın dünyayı kendi lehine ifsat için uydurduğu bir tuzaktan ibarettir. 20. Hristiyan yüzyılında kendine Müslüman dediği hâlde Kur’ân’ı antropolojik ve arkeolojik verilerle “doğrulamak” isteyen insanlar görüldü. Bunlar Batılı tarih felsefelerinin ve tarihyazımı usûllerinin gözüyle dünyaya bakan insanlardı. “Doğrulama”nın tanımı gereği “yanlışlanabilirlik”i de beraberinde getirdiği gerçeğini bilerek veya bilmeyerek ihmal ettiler. Kur’ân’ı doğrulama gayretkeşliği gösterenlerin 20. yüzyılda sebep olduğu itikadî yaraları saramadan 21. yüzyılın ilk çeyreğini bitirdik bile.

Batı’nın en küçük detaylarına kadar tarihi tespit ve tevsik iddiası Müslümanlar için uzak durulması gereken bir saplantıdır. Avrupa merkezli bir tarih yazmak uğruna ortaya atılan kaba saba ön kabullerin de Müslümanlara fayda sağlamadığı açıktır. Kur’ân hadiselerin geliş, oluş ve gidiş istikametleri boyunca çizdiği hattı işaret etmekle en lüzumlu bilgiyi insanların istifadesine açmıştır. Usûl olarak işaret, hâsıla olarak ibret ilmin en yalın hâlidir. İşaret ve ibret menzillerinden geçen her kul hidayete mazhar olabilir. Tarih bize nail olunmuş ve vadedilmiş mazhariyetlerin yolunu işaret etmiyorsa zuhurata tabi olmak dedikleri tutum başa bela olacak yanlış anlamaları beraberinde getirecektir. Belki her mazhariyet zuhurat cinsindendir, fakat kendini hadiselerin akışına bırakarak anlamlı bir yere varabilen görülmemiştir.

Hadiseleri akışına bırakmayacağız da ne olacak? Muradımızın aksine akan suların savağını, yatağını değiştirmeye mi çalışacağız? Uçan kuşun kanadını bize selam vermedi diye hakikaten kıracak mıyız? Sünnet-i Seniyye hiçbir sorunu kökten çözme iddiası taşımaz. Sünnet’in manası, nefsimize ağır gelse de, hududullaha riayettir. Bu yüzden Sünnet üzre kararlı yaşayan ve “yasayan” müminler yeryüzünün şirazesi olagelmiştir. Beşerin zaaflarıyla malûl hükümler (mesela Fatih Kanunnamesi, mesela Mecelle, mesela Anayasacılık) ancak herşeyi düzeltmeye kalkışmanın esasa ilişkin bir şeyleri yok etmesiyle hâkim olabilmiştir. Failiyyeti hegemonyaya dönüştürmeyen, münfail hâle düşecek kadar kendini akışa kaptırmayan bir hayat düsturuna sahip olmaya, desturlu yaşamaya Sünnet diyoruz.

Arapsaçına dönmüş tarihî ve aktüel meselelerde ortak bir kavrayışa varamayışımızın sebebi hayat düsturuna ve insan tasavvuruna dair köklü farklılıklarımızdır. Meselelerin evvela bu düzeyde ele alınması gerekir. Göstermelik kavgalar ve menfaat koalisyonlarıyla sağlıklı kararlara varılamaz, varılamıyor. Köküne ve toprağına kastedilmiş bir ağacın dalıyla budağıyla uğraşıyoruz. Tarihi işaretler ve ibretler yurdu olarak anlamayı bıraktığımızda gündelik hayat denen şey bindiğimiz dalı kesme tuhaflığı ve gözümüzü budaktan sakınma endişesiyle dolu bir keşmekeş hâlini alıyor. En uzak mesel ile en taze haber arasındaki irtibat kopuyor. Meaşa saplanan nazar mebde ve mead fikrinden kopuyor. Kopukluk tarihin işlenişini aksattığı kadar aklın işleyişini de sakatlıyor. Aksak tarih ile sakat aklın birlikteliğinden sadece çarpıklık ürüyor. 

Çarpıklık sadece kendi içinde tutarlı bir yol izleyebilir. Bu sebeple; kardeş katlini onaylayan ve keyfî biçimde uygulayanların İstiklâl Mahkemeleri’ne, askerî darbelere ve faili meçhul cinayetlere diyecek lafı yoktur. Bazen açıktan bazen el altından yapılmış olsalar da bu mantığa göre hepsi vatanseverlik eylemi olarak kabul edilmelidir. Birbirine “kanlı bir kardeşlik”le bağlı olanlar arasında devleti kimin idare edeceği kavgasından ibarettir hepsi. Bunlara mukabil, ölüm döşeğindeki Hz. Ömer’in kendinden sonra oğlunun halife olması yolundaki teklifleri “Bir evden bir kurban yeter!” diyerek şiddetle reddetmesi anlaşılmaya değer. Halife olayları akışına bırakmamış, olayların akışına kapılmamış, kan akıtmamış, kanından olanları kayırmamış, işleri seçkin bir zümrenin istişaresine havale ederek kenara çekilmiştir. “Kişinin acizlik (kınanma) ile günah işleme arasında muhayyer bırakılacağı bir zaman gelecektir. Sizden kim o zamanda yaşarsa acizliği (kınanmayı) günah işlemeye tercih etsin.” hadisinin gereği neyse onu yapmıştır. Bu gibi nakillerin siyaset ve tarih disiplinleri içinde değil de ilahiyat eğitimi bağlamına sıkıştırılarak ele alınması din ile tarih “anlatı?”larını birbirine rakip hâle getiriyor. Faili meçhul bir tarih olamayacağı gibi cehli bir yol olarak benimseyen Müslümanların tarihinden ve failliğinden de hayır gelmez. Modern tarihyazıcılığını tesviye etmeli, hadiselere Kur’ân ve hadislerin aydınlığında bakmayı öğrenmeliyiz.

Tarih, tarihin hiçbir döneminde modern çağdaki gibi bir tartışma konusu olmamıştır. Modernliğin tarihle alıp veremediği vardır. Modernliğin tarihten alıp vermedikleri vardır. Bütün çağlara fâikiyet iddiasında olsa da modernlik insanın ve devletin günahlarına sahip çıkma konusunda diğer çağların fersah fersah ilerisindedir. Modernlik tarihin bütün renk, şekil, koku, doku, ses ve tatlarını toplayıp kataloglayarak, onları ait oldukları zaman ve zeminden soyutlayarak, hülasa soysuzlaştırarak garabet bir tablo arz ediyor. Jakobenlerle anarşistler, köylülerle libertenler, translarla mütesettirler aynı sokakta yürürken, aynı binalarda yaşarken, aynı çarşıdan alışveriş yaparken, aynı okullarda okurken, aynı diziyi seyrederken, aynı partiye oy verirken görülebiliyor. “Tarihin sonu” biraz da bu demektir. Bütün çağları kendinde toplayıp her şey olmak iddiasındaki bir çağın hiçbir şey olamayışını gözlerden saklanma çabasıdır. 

Muhammed SARI (6 Zilka’de 1445 - 14 Mayıs 2024)


YATAY DÜNYA

Dünya son kırk yılda finans gücüne dayalı liberal kültürün etkisiyle hiç olmadığı kadar yatay bir görünüme büründü. Demokrasi, insan hakları ve serbest piyasa söylemleri yataylıktan hem alabildiğine yararlandı hem de yatıklığı pekiştiren en önemli unsurlar oldu. İnsanlar paçalarını kaptırdıkları sistem mengenesinin öteki ucundan artık yamyassı hâlde çıkıyor. Çıkıntılık yapana rastlanmıyor. Kimseler bir çıkıştan söz etmiyor. Sistemin çıktısına dönüşmek insanları iki hâlden birini seçmeye itiyor: çıldırmak veya züğürt tesellisiyle avunmak. 

Çıldırmak bahsi karmaşık. Yatay dünyada intihar bombacısı olmakla bütün inançlarını kaybetmek arasında varsa ancak çok ince bir çizgi vardır. Kayboluş ve şiddet birbirini doğurur. İnsanı azdıran yegânelik zannıysa çıldırtan da bigânelik hissidir. Kendini biricik zanneden insanlar yatay dünyanın teminatıdır, tavanda kendileri bulunduğu sürece tabanda neler olduğuna bigânedirler. Yalnızlıktan, birbaşınalıktan ise ne doğacağı bilinmez. Yalnızlıkta fikir de tasarlanabilir silah da. Yalnızın kapısını Cibril de çalabilir CIA ajanları da. Yalnız insan kapıyı meleğe de açabilir şeytana da. Yatay dünya ihtimalleri teke indirerek; meleklerle ve fikirlerle irtibatı keserek, ümidi yok ederek varlığını koruyabilir. 

Kitleyi yeden, düzeni pekiştiren, mekanizmayı yağlayan daima züğürt tesellisine yönelenlerdir. Boyutlarını kaybeden insanlar tarihte ve coğrafyada daha az ve iddiasız bir yer tutmanın faydasına kendilerini inandırmış görünüyor. Mecliste, camide, okulda, tribünde iddiasızlığın savunuculuğuna kalkışarak, bazen de iddiasızlığı eleştiriyor görünerek yatay dünyaya yataklık ediyorlar. Bütün numara sahada iki taraf olduğu, ortada bir müsabaka, bir münazara olduğu izlenimini uyandırmakta. İzlenime kapılan anında kör olur. Yatay dünya “o iş yattı” sözünün en sık işitildiği dünyadır. Galipler ofsayttan buldukları golün üstüne, hakem kulağının üzerine yatar. Kupon yatar. 

Yatay dünyada kıdem, kıymet, liyakat gibi kavramlar itibarsızlaştırılmıştır. Suyun yamaçtan gürül gürül akanı değil, taşıma yoluyla düz ovayı “yeşillendirip” yoncalandıranı makbul sayılır olmuştur. Beynelmilel odakların teşvikiyle şekillenen kültivasyon politikaları yayılmaya müsait bu otlakların sürdürülebilirliğini, et ve süt kalitesini yüksek tutarak sağlamıştır. Züğürt tesellisi arayan otlakçılar bu meyanda da fevkalade yararlılıklar göstermiştir. “Önemli olan nemalanmadır” diyerek yeşillenmenin akan değil kokan suyun çevresinde meydana geldiği gerçeğini perdelemişlerdir. 

Yatay dünyamızda her şey enlemesine hareket etmez elbette. Kariyer, sosyal statü, serbest rekabet, kredibilite gibi aparatlar yardımıyla dikey hareketlilik illüzyonu oluşturmak ihmal edilmemiştir. Yine de toplumsal hayata belli bir irtifadan bakma cesareti gösterdiğinizde iki boyutlu canlıların birbirleriyle yarışıp didiştiği acıklı bir güldürünün sahnelendiğini rahatlıkla görebilirsiniz. Bu güldürü şüphesiz en net biçimde uydulardan seyredilebilmektedir. Zaten yatay dünyamızdaki tek gerçek dikey hareketlilik imtiyazı uydularındır. Tepeye bir uydu yerleştirerek herkesi “şehrin o yatık raksına” ayak uydurma mecburiyetinde bırakabilirsiniz. Tuhaflığı fark edebilecek bir mesafeye çekilmek düşünmeye başlamaktır. Hadiseler ile aramızda mesafe yoksa düşünce ile aramıza dünya kadar engel girmiş demektir.  

Dünyanın yatay, yassı, yatık hâle gelişine insanların düşünceyle rabıtalarının zayıflaması sebep olmuştur. Düşünme eyleminin insanın dikey, atılımcı, yükselmeyi imleyen yönünün bir neticesi olduğu unutulmuştur. Bugünkü yaygın anlamıyla düşünmek; verili düzendeki yatay hareketliliği çözümleyen, yatık dünyanın gündelik sorunlarına pratik çözümler üreten insanlarının zihinsel etkinliğinden ibarettir. Bu türden düşünmeler “düzenin haklılaştırıcısı”dır, dolayısıyla safra ve saçmalık üretmekten fazlasına yaramamaktadır. 

Son kırk yılda, önceki kırk yıldan daha kıyıcı ve dehşetli hadiseler yaşandı. Buna rağmen sisteme yönelik kayda değer bir kıpırdanış görülmüyor. Aksine; karınların doymasına, ömrün uzamasına, eğitim ve sağlık hizmetlerine erişimin kolaylaşmasına bakılarak görece bir genişlikten, gelişmişlikten söz ediliyor. Her on yılda bir katlanarak artan tüketime endeksli bir bolluk bu. Bolluk izleniminin oluşmasında sofistike manipülasyon stratejilerinin geliştirilmesinin payı büyüktür. Gündelik hayatta “stabil” görüntünün oluşmasını sağlayan görünmez baskıcı politikaları ifşa etmedikçe, yatay hareketliliğin görünmez kıldığı “statik” ruh durumuna dikkat çekmedikçe düşünme eylemi töhmet altında kalacaktır. Olan bitenler ile arasına eleştirel bir filtre koyamayan düşünceler olsa olsa “yatıştırıcı”lar nev’inden bir ecza muamelesi görecektir. 

Muhammed SARI (28 Şevval 1445 - 7 Mayıs 2024)

YAŞAYABİLİR TÜRKİYE, YAŞANABİLİR TÜRKİYE

Mistikler, hayatı öz ve kabuk olmak üzere iki unsurdan mürekkep sayar ve aslolanın özde, soyutlamada bulunduğuna inanır. Materyalistler ise hayatı varlığın dışlaşmış tezahürlerinde, maddenin ve hadiselerin somutluğunda arar. Hayatın ne ile kaim olduğu, kavranabilecek bir cevherinin olup olmadığı; iç-dış, öz-kabuk, mana-madde ayrımlarının gerçeği ne kadar isabetle yansıtabildiği tartışmaları iki taraf nazarında da sürüp gitmektedir. Müslümanlığın meseleye yaklaşımı kuşatıcıdır, öz ile formu birbirinden ayırmamaya, hayatı bio-kültürel bir bütün olarak görmeye eğilimlidir. Müslümanlar mistik veya maddecilerden hangisine bel bağlarsa diğer yanlarının eksik kalacağını ve o eksikliğin felaket getireceğini bilmiştir. Nitekim bu bağlamdaki mesellerinden biri şöyledir: “Köyünden genç yaşta uzaklaşıp dağ başlarında hayat süren, kar ve pınar suları içip tabiatta bulduğu et ve otları yiyerek karnını doyuran, köydekiler gibi para pul kaygusu çekmeyen bir adam varmış. Yaşadığı tabii hayat sayesinde yetmişinde bile cildinin pürüzsüz görünmesi, kaslarının sağlamlığı, dişlerinin tastamam olması ahalinin dilindeymiş. Ne var ki tabiata hâkim olduğunu sanan adamcağız günün birinde aç bir kurda kafa tutmaya kalkmış ve kurt da bu dolgun lokmayı kolayca avlayıvermiş. Haberi duyan köylüler üzülmüş ama şaşırmamışlar. Böyle olacağı belliydi, demişler. Aynı köyde yaşayan, zengin fakir herkesin sevip saydığı bir başka adam daha varmış. Gecelerinin tamamını ibadetle geçiren, gündüzleri dişini tırnağına takarak başkalarına hizmet yolunda çalışan bu iyiliksever ve cömert adamcağız sonunda bedenini öyle yıpratmış ki otuz beşine varmadan basit bir soğuk algınlığıyla yatağa düşüp ateşler içinde öbür tarafa göçüvermiş. Haberi duyan köylüler çok üzülmüş ama yine hiç şaşırmamışlar. Böyle olacağı belliydi, demişler.” Hikâyecikten anlaşılan o ki adamları öldüren onların en karakteristik yönleridir. Aynı şey bizim için de geçerli: Ölümümüzü hayat tarzımıza borçluyuz. Dengeden uzak ve tek yönlü hayat tarzımıza. 

İslâm’ın getirdiği hayat ölçüsü, mistik veya materyalist her türden perhizciliğe ve iddiacılığa mesafeli durmayı gerektirir. İslâm’da hayatın anlamı ve değeri hakkındaki nihaî hüküm insanların muhakemesine (fantezilerine) bırakılmamıştır. Fakat kendinde bu hakkı vehmedenlerin kurdukları zulüm düzenini bugün tarih diye okutuyoruz. Din başka, tarih başka bir şey anlatıyor bu yüzden. Mütegallibe, yaşamanın mânâsı tartışmasını kenara bırakmış, yaşama hakkı üzerinde tek söz sahibi olma stratejisine yönelmiştir. Resmî tarih anlatılarına bakıldığında kimin yaşayıp yaşamayacağına zorbaların karar verdiğini görürüz. Âdemoğlu Kur’ân dışında güçlülerin tarihine karşı haklıların tarihini yazan bir kitap okumadı. İslâm insanın yaşayabilme hakkını önemsemiş ve bunu korumak için yaşanabilir bir çevre kurma gücüne sahip olmayı teşvik etmiştir. İkisi arasındaki ilişkiyi münavebeli olduğunu vaz etmiş fakat aralarında hiyerarşi kurmamıştır. İslam’a göre i) ideal durum haklıların güçlü olmasıdır, ii) güçlü olsa da olmasa da insanlar haklılıklarını muhafaza etmekle mükelleftir, iii) güçlülüğü haklılığın ön şartı sayanlar veya haklılığı güçlülüğe feda edenler ziyandadır. Şeyh Edebali’ye atfen zikredilen “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın.” sözü ilk bakışta devleti insanın önüne koyarak bir hiyerarşiyi haklılaştırma çabası gibi anlaşılmaya müsaittir. Bu kasıtla söylenmişse ve bu şekilde anlaşılıyorsa bu sözün yeri çöp tenekesidir. Kriz anlarında öncelikler değişir, fakat sair zamanlarda olağanüstü hâli kalıcılaştırmak hayat hakkının gaspı anlamına gelir. 

Hak ve gasp… Türkiye’nin yakın tarihini anlatırken bu iki kelime etrafında dönüp durmak zorundayız. Uzun lafın kısası şu: 1950’ye kadar “yaşayabilir bir Türkiye” planladıklarını söyleyenler onun yaşanabilirliğini hesaba katmadılar. 1950’den sonra “yaşanabilir bir Türkiye” istediklerini söyleyenler onun yaşayabilirliğine katkıda bulunmadılar. Türkiye’de siyasiler ve zenginler ülkenin yaşayabilirliğinin yükünü halka yükledi, yaşanabilirliğinin kaymağını kendine sakladı. Dünyada yaşayabilirliği ile yaşanabilirliği birbiri aleyhine konumlandırılmış başka bir ülke yok. Hâl böyleyken Türkiye neyine güveniyor diye sorabiliriz. Türkiye’nin altında yatır mı var bomba mı? Türkiye’ye dokunulup dokunulmayacağının garantisi var mı? Kendimizle övünürken aç bir kurda mı yem olacağız, ahalinin övgüsüyle sarhoşken içimizdeki bir kurda mı teslim olacağız? Günü geldiğinde bizim arkamızdan da mı “Böyle olacağı belliydi!” diyecekler. 

Flora ve faunasıyla fizikî coğrafya, âmirleri ve memurlarıyla resmî kurumlar birer kabuktur. Türkeli’nden maksat daima onun insan kalitesi, hayata yüklediği anlam ve tarihe getirdiği dinamizmdir, öz budur. Ne var ki 1923’ten sonra yaşatılmaya değer bulunan, yaşamasına müsaade edilen kabuk olmuştur. Coğrafya ve kurumlar Türkiye’nin yaşayabilirliğine tanınan azamî alanın somutlaşmış hâliydi, Türklük o kabukta dondurulmuştu. Yaşayabilirliğinin sınırları Türkiye’nin yaşanabilirliğinin önüne engel gibi kondu. Böylece, yaşanabilir bulunmayan ülkenin yaşayabilirliği de tartışılır hâle getirildi. Var olmak var kalmaya yetmedi, var kalmakta zorlananın gerçekten var olup olmadığı sorgulanır oldu. Bu meyanda “önce vatan” deyişimizin sınırları, coğrafyayı ve kurumları kapsadığı hatırlanmalıdır. “Önce vatan” yaşayabilirliğin aciliyetini, kabuğun vazgeçilmezliğini vurgular. Sorun “önce vatan”dan sonra ne geleceğidir. Çünkü sonra gelen, önce gelene ne anlam yüklediğimizi açık edecektir. Bu sebeple “sonra can, sonra canan” diyen nefsperestleri hızlıca eleyebiliriz. “Önce vatan”ın ardından “yine vatan” ve “hep vatan” safhaları gelir. “Önce vatan” fizikî varlığımızın, “yine vatan” hukukî varlığımızın, “hep vatan” tarihî varlığımızın ikrarıdır.

“Can, cihan hepsi de boş, ‘gâye’dedir varsa hayât.” Süleymaniye Kürsüsü’nde böyle diyor Âkif. Dünyada bulunuş gâyesini (özünü) bilememiş Türkleri ne coğrafî konumları ne hukukî tezleri ne tarihî anlatıları kurtarmaya yetecektir. Yaşamaktan ve şiirden ben bunu anlıyorum. 

Muhammed SARI (24 Şevval 1445 - 3 Mayıs 2024)