ACI VE UMUT DOLU HABERLER
AĞARTILMIŞ YALAN, KİRLETİLMİŞ GERÇEK
İŞARETLER VE İBRETLER YURDU
Birçok tarihî hadiseden bahsetse de Kur’ân’ı bir tarih kitabı nazarıyla okumayız. Kur’ân’da hadiseler insanın ve imtihanın özünü aksettiren birer ibret levhası olarak nakledilir. İbretsiz tarih, Batı’nın dünyayı kendi lehine ifsat için uydurduğu bir tuzaktan ibarettir. 20. Hristiyan yüzyılında kendine Müslüman dediği hâlde Kur’ân’ı antropolojik ve arkeolojik verilerle “doğrulamak” isteyen insanlar görüldü. Bunlar Batılı tarih felsefelerinin ve tarihyazımı usûllerinin gözüyle dünyaya bakan insanlardı. “Doğrulama”nın tanımı gereği “yanlışlanabilirlik”i de beraberinde getirdiği gerçeğini bilerek veya bilmeyerek ihmal ettiler. Kur’ân’ı doğrulama gayretkeşliği gösterenlerin 20. yüzyılda sebep olduğu itikadî yaraları saramadan 21. yüzyılın ilk çeyreğini bitirdik bile.
Batı’nın en küçük detaylarına kadar tarihi tespit ve tevsik iddiası Müslümanlar için uzak durulması gereken bir saplantıdır. Avrupa merkezli bir tarih yazmak uğruna ortaya atılan kaba saba ön kabullerin de Müslümanlara fayda sağlamadığı açıktır. Kur’ân hadiselerin geliş, oluş ve gidiş istikametleri boyunca çizdiği hattı işaret etmekle en lüzumlu bilgiyi insanların istifadesine açmıştır. Usûl olarak işaret, hâsıla olarak ibret ilmin en yalın hâlidir. İşaret ve ibret menzillerinden geçen her kul hidayete mazhar olabilir. Tarih bize nail olunmuş ve vadedilmiş mazhariyetlerin yolunu işaret etmiyorsa zuhurata tabi olmak dedikleri tutum başa bela olacak yanlış anlamaları beraberinde getirecektir. Belki her mazhariyet zuhurat cinsindendir, fakat kendini hadiselerin akışına bırakarak anlamlı bir yere varabilen görülmemiştir.
Hadiseleri akışına bırakmayacağız da ne olacak? Muradımızın aksine akan suların savağını, yatağını değiştirmeye mi çalışacağız? Uçan kuşun kanadını bize selam vermedi diye hakikaten kıracak mıyız? Sünnet-i Seniyye hiçbir sorunu kökten çözme iddiası taşımaz. Sünnet’in manası, nefsimize ağır gelse de, hududullaha riayettir. Bu yüzden Sünnet üzre kararlı yaşayan ve “yasayan” müminler yeryüzünün şirazesi olagelmiştir. Beşerin zaaflarıyla malûl hükümler (mesela Fatih Kanunnamesi, mesela Mecelle, mesela Anayasacılık) ancak herşeyi düzeltmeye kalkışmanın esasa ilişkin bir şeyleri yok etmesiyle hâkim olabilmiştir. Failiyyeti hegemonyaya dönüştürmeyen, münfail hâle düşecek kadar kendini akışa kaptırmayan bir hayat düsturuna sahip olmaya, desturlu yaşamaya Sünnet diyoruz.
Arapsaçına dönmüş tarihî ve aktüel meselelerde ortak bir kavrayışa varamayışımızın sebebi hayat düsturuna ve insan tasavvuruna dair köklü farklılıklarımızdır. Meselelerin evvela bu düzeyde ele alınması gerekir. Göstermelik kavgalar ve menfaat koalisyonlarıyla sağlıklı kararlara varılamaz, varılamıyor. Köküne ve toprağına kastedilmiş bir ağacın dalıyla budağıyla uğraşıyoruz. Tarihi işaretler ve ibretler yurdu olarak anlamayı bıraktığımızda gündelik hayat denen şey bindiğimiz dalı kesme tuhaflığı ve gözümüzü budaktan sakınma endişesiyle dolu bir keşmekeş hâlini alıyor. En uzak mesel ile en taze haber arasındaki irtibat kopuyor. Meaşa saplanan nazar mebde ve mead fikrinden kopuyor. Kopukluk tarihin işlenişini aksattığı kadar aklın işleyişini de sakatlıyor. Aksak tarih ile sakat aklın birlikteliğinden sadece çarpıklık ürüyor.
Çarpıklık sadece kendi içinde tutarlı bir yol izleyebilir. Bu sebeple; kardeş katlini onaylayan ve keyfî biçimde uygulayanların İstiklâl Mahkemeleri’ne, askerî darbelere ve faili meçhul cinayetlere diyecek lafı yoktur. Bazen açıktan bazen el altından yapılmış olsalar da bu mantığa göre hepsi vatanseverlik eylemi olarak kabul edilmelidir. Birbirine “kanlı bir kardeşlik”le bağlı olanlar arasında devleti kimin idare edeceği kavgasından ibarettir hepsi. Bunlara mukabil, ölüm döşeğindeki Hz. Ömer’in kendinden sonra oğlunun halife olması yolundaki teklifleri “Bir evden bir kurban yeter!” diyerek şiddetle reddetmesi anlaşılmaya değer. Halife olayları akışına bırakmamış, olayların akışına kapılmamış, kan akıtmamış, kanından olanları kayırmamış, işleri seçkin bir zümrenin istişaresine havale ederek kenara çekilmiştir. “Kişinin acizlik (kınanma) ile günah işleme arasında muhayyer bırakılacağı bir zaman gelecektir. Sizden kim o zamanda yaşarsa acizliği (kınanmayı) günah işlemeye tercih etsin.” hadisinin gereği neyse onu yapmıştır. Bu gibi nakillerin siyaset ve tarih disiplinleri içinde değil de ilahiyat eğitimi bağlamına sıkıştırılarak ele alınması din ile tarih “anlatı?”larını birbirine rakip hâle getiriyor. Faili meçhul bir tarih olamayacağı gibi cehli bir yol olarak benimseyen Müslümanların tarihinden ve failliğinden de hayır gelmez. Modern tarihyazıcılığını tesviye etmeli, hadiselere Kur’ân ve hadislerin aydınlığında bakmayı öğrenmeliyiz.
Tarih, tarihin hiçbir döneminde modern çağdaki gibi bir tartışma konusu olmamıştır. Modernliğin tarihle alıp veremediği vardır. Modernliğin tarihten alıp vermedikleri vardır. Bütün çağlara fâikiyet iddiasında olsa da modernlik insanın ve devletin günahlarına sahip çıkma konusunda diğer çağların fersah fersah ilerisindedir. Modernlik tarihin bütün renk, şekil, koku, doku, ses ve tatlarını toplayıp kataloglayarak, onları ait oldukları zaman ve zeminden soyutlayarak, hülasa soysuzlaştırarak garabet bir tablo arz ediyor. Jakobenlerle anarşistler, köylülerle libertenler, translarla mütesettirler aynı sokakta yürürken, aynı binalarda yaşarken, aynı çarşıdan alışveriş yaparken, aynı okullarda okurken, aynı diziyi seyrederken, aynı partiye oy verirken görülebiliyor. “Tarihin sonu” biraz da bu demektir. Bütün çağları kendinde toplayıp her şey olmak iddiasındaki bir çağın hiçbir şey olamayışını gözlerden saklanma çabasıdır.
Muhammed SARI (6 Zilka’de 1445 - 14 Mayıs 2024)
YATAY DÜNYA
Çıldırmak bahsi karmaşık. Yatay dünyada intihar bombacısı olmakla bütün inançlarını kaybetmek arasında varsa ancak çok ince bir çizgi vardır. Kayboluş ve şiddet birbirini doğurur. İnsanı azdıran yegânelik zannıysa çıldırtan da bigânelik hissidir. Kendini biricik zanneden insanlar yatay dünyanın teminatıdır, tavanda kendileri bulunduğu sürece tabanda neler olduğuna bigânedirler. Yalnızlıktan, birbaşınalıktan ise ne doğacağı bilinmez. Yalnızlıkta fikir de tasarlanabilir silah da. Yalnızın kapısını Cibril de çalabilir CIA ajanları da. Yalnız insan kapıyı meleğe de açabilir şeytana da. Yatay dünya ihtimalleri teke indirerek; meleklerle ve fikirlerle irtibatı keserek, ümidi yok ederek varlığını koruyabilir.
Kitleyi yeden, düzeni pekiştiren, mekanizmayı yağlayan daima züğürt tesellisine yönelenlerdir. Boyutlarını kaybeden insanlar tarihte ve coğrafyada daha az ve iddiasız bir yer tutmanın faydasına kendilerini inandırmış görünüyor. Mecliste, camide, okulda, tribünde iddiasızlığın savunuculuğuna kalkışarak, bazen de iddiasızlığı eleştiriyor görünerek yatay dünyaya yataklık ediyorlar. Bütün numara sahada iki taraf olduğu, ortada bir müsabaka, bir münazara olduğu izlenimini uyandırmakta. İzlenime kapılan anında kör olur. Yatay dünya “o iş yattı” sözünün en sık işitildiği dünyadır. Galipler ofsayttan buldukları golün üstüne, hakem kulağının üzerine yatar. Kupon yatar.
Yatay dünyada kıdem, kıymet, liyakat gibi kavramlar itibarsızlaştırılmıştır. Suyun yamaçtan gürül gürül akanı değil, taşıma yoluyla düz ovayı “yeşillendirip” yoncalandıranı makbul sayılır olmuştur. Beynelmilel odakların teşvikiyle şekillenen kültivasyon politikaları yayılmaya müsait bu otlakların sürdürülebilirliğini, et ve süt kalitesini yüksek tutarak sağlamıştır. Züğürt tesellisi arayan otlakçılar bu meyanda da fevkalade yararlılıklar göstermiştir. “Önemli olan nemalanmadır” diyerek yeşillenmenin akan değil kokan suyun çevresinde meydana geldiği gerçeğini perdelemişlerdir.
Yatay dünyamızda her şey enlemesine hareket etmez elbette. Kariyer, sosyal statü, serbest rekabet, kredibilite gibi aparatlar yardımıyla dikey hareketlilik illüzyonu oluşturmak ihmal edilmemiştir. Yine de toplumsal hayata belli bir irtifadan bakma cesareti gösterdiğinizde iki boyutlu canlıların birbirleriyle yarışıp didiştiği acıklı bir güldürünün sahnelendiğini rahatlıkla görebilirsiniz. Bu güldürü şüphesiz en net biçimde uydulardan seyredilebilmektedir. Zaten yatay dünyamızdaki tek gerçek dikey hareketlilik imtiyazı uydularındır. Tepeye bir uydu yerleştirerek herkesi “şehrin o yatık raksına” ayak uydurma mecburiyetinde bırakabilirsiniz. Tuhaflığı fark edebilecek bir mesafeye çekilmek düşünmeye başlamaktır. Hadiseler ile aramızda mesafe yoksa düşünce ile aramıza dünya kadar engel girmiş demektir.
Dünyanın yatay, yassı, yatık hâle gelişine insanların düşünceyle rabıtalarının zayıflaması sebep olmuştur. Düşünme eyleminin insanın dikey, atılımcı, yükselmeyi imleyen yönünün bir neticesi olduğu unutulmuştur. Bugünkü yaygın anlamıyla düşünmek; verili düzendeki yatay hareketliliği çözümleyen, yatık dünyanın gündelik sorunlarına pratik çözümler üreten insanlarının zihinsel etkinliğinden ibarettir. Bu türden düşünmeler “düzenin haklılaştırıcısı”dır, dolayısıyla safra ve saçmalık üretmekten fazlasına yaramamaktadır.
Son kırk yılda, önceki kırk yıldan daha kıyıcı ve dehşetli hadiseler yaşandı. Buna rağmen sisteme yönelik kayda değer bir kıpırdanış görülmüyor. Aksine; karınların doymasına, ömrün uzamasına, eğitim ve sağlık hizmetlerine erişimin kolaylaşmasına bakılarak görece bir genişlikten, gelişmişlikten söz ediliyor. Her on yılda bir katlanarak artan tüketime endeksli bir bolluk bu. Bolluk izleniminin oluşmasında sofistike manipülasyon stratejilerinin geliştirilmesinin payı büyüktür. Gündelik hayatta “stabil” görüntünün oluşmasını sağlayan görünmez baskıcı politikaları ifşa etmedikçe, yatay hareketliliğin görünmez kıldığı “statik” ruh durumuna dikkat çekmedikçe düşünme eylemi töhmet altında kalacaktır. Olan bitenler ile arasına eleştirel bir filtre koyamayan düşünceler olsa olsa “yatıştırıcı”lar nev’inden bir ecza muamelesi görecektir.
YAŞAYABİLİR TÜRKİYE, YAŞANABİLİR TÜRKİYE
İslâm’ın getirdiği hayat ölçüsü, mistik veya materyalist her türden perhizciliğe ve iddiacılığa mesafeli durmayı gerektirir. İslâm’da hayatın anlamı ve değeri hakkındaki nihaî hüküm insanların muhakemesine (fantezilerine) bırakılmamıştır. Fakat kendinde bu hakkı vehmedenlerin kurdukları zulüm düzenini bugün tarih diye okutuyoruz. Din başka, tarih başka bir şey anlatıyor bu yüzden. Mütegallibe, yaşamanın mânâsı tartışmasını kenara bırakmış, yaşama hakkı üzerinde tek söz sahibi olma stratejisine yönelmiştir. Resmî tarih anlatılarına bakıldığında kimin yaşayıp yaşamayacağına zorbaların karar verdiğini görürüz. Âdemoğlu Kur’ân dışında güçlülerin tarihine karşı haklıların tarihini yazan bir kitap okumadı. İslâm insanın yaşayabilme hakkını önemsemiş ve bunu korumak için yaşanabilir bir çevre kurma gücüne sahip olmayı teşvik etmiştir. İkisi arasındaki ilişkiyi münavebeli olduğunu vaz etmiş fakat aralarında hiyerarşi kurmamıştır. İslam’a göre i) ideal durum haklıların güçlü olmasıdır, ii) güçlü olsa da olmasa da insanlar haklılıklarını muhafaza etmekle mükelleftir, iii) güçlülüğü haklılığın ön şartı sayanlar veya haklılığı güçlülüğe feda edenler ziyandadır. Şeyh Edebali’ye atfen zikredilen “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın.” sözü ilk bakışta devleti insanın önüne koyarak bir hiyerarşiyi haklılaştırma çabası gibi anlaşılmaya müsaittir. Bu kasıtla söylenmişse ve bu şekilde anlaşılıyorsa bu sözün yeri çöp tenekesidir. Kriz anlarında öncelikler değişir, fakat sair zamanlarda olağanüstü hâli kalıcılaştırmak hayat hakkının gaspı anlamına gelir.
Hak ve gasp… Türkiye’nin yakın tarihini anlatırken bu iki kelime etrafında dönüp durmak zorundayız. Uzun lafın kısası şu: 1950’ye kadar “yaşayabilir bir Türkiye” planladıklarını söyleyenler onun yaşanabilirliğini hesaba katmadılar. 1950’den sonra “yaşanabilir bir Türkiye” istediklerini söyleyenler onun yaşayabilirliğine katkıda bulunmadılar. Türkiye’de siyasiler ve zenginler ülkenin yaşayabilirliğinin yükünü halka yükledi, yaşanabilirliğinin kaymağını kendine sakladı. Dünyada yaşayabilirliği ile yaşanabilirliği birbiri aleyhine konumlandırılmış başka bir ülke yok. Hâl böyleyken Türkiye neyine güveniyor diye sorabiliriz. Türkiye’nin altında yatır mı var bomba mı? Türkiye’ye dokunulup dokunulmayacağının garantisi var mı? Kendimizle övünürken aç bir kurda mı yem olacağız, ahalinin övgüsüyle sarhoşken içimizdeki bir kurda mı teslim olacağız? Günü geldiğinde bizim arkamızdan da mı “Böyle olacağı belliydi!” diyecekler.
“Can, cihan hepsi de boş, ‘gâye’dedir varsa hayât.” Süleymaniye Kürsüsü’nde böyle diyor Âkif. Dünyada bulunuş gâyesini (özünü) bilememiş Türkleri ne coğrafî konumları ne hukukî tezleri ne tarihî anlatıları kurtarmaya yetecektir. Yaşamaktan ve şiirden ben bunu anlıyorum.
Muhammed SARI (24 Şevval 1445 - 3 Mayıs 2024)