KEFENİ YIRTMAK

Tarihin ve onun ân’daki uzantısı olan aktüalitenin çepeçevre tazyiki altındayız uzun süredir. Ne öncemizdeki hadiseleri tetkik edecek geniş zamanlara ne dünyalık derdiyle koştururken soluklanacak mekânlara sahibiz. Bakışlarımız, bizi huzursuz eden şeyin kıskaca alınmışlıktan mı yoksa rabıtasızlıktan mı kaynaklandığını söyleyecek kadar bile berrak değil. Bu bulanık manzaraya sağırlığa varan bir hâl de eşlik ediyor. Muhitimizde dönüp duran seslerin sahiplerini, muhataplarını, giderek bizimle alâkasını kurmakta zorluk çekiyoruz. Körlerin sağırların birbirini -neden ağırladığını bilsek bile- nasıl ağırladığına, buna ağırlamak denip denemeyeceğine şüpheyle, hayretle yaklaşıyoruz. Keşif ehlinin bildirdiğine göre insanın sekerat anında görme ve işitme duyuları keskinleşir, vefattan kabre kadarki süre boyunca bu hâl sönümlenerek devam edermiş. Naklin sıhhatini sınama imkânımız yok, fakat aklın bize söylediği şudur: Hâlimiz kefenlenmiş meyyitten farksız.
 
Ne zaman, nerede, neler oldu da kefene girdik? Bizi kefene kimler koydu? Kefenin ince beyaz dokusunun ötesinden birtakım karaltılar seçtiğimize, bazı nidalar işittiğimize göre henüz ölmemiş olabilir miyiz? Akla en yakın açıklama bu olsa gerek. İyi de diri isek neden elimiz ve dilimiz değil de sadece gözümüz ve kulağımız çalışıyor? Algılar açık, kılgılar felç. Dış faktörlere alabildiğine maruz, fakat maruzatını arz edemeyen bir gövde yatıyor orta yerde. Edilginliğin bu derecesi insanı mutlak ölüme götürmez mi? Kişi diriyse toprağın üstünde, ölüyse altında olmalı. Tuhaftır ama kefenlenmiş kişi aynı zamanda bir çelişkiyi,  bir imkânı da temsil ediyor. İnsan ya kefeni yırtıp diri olduğunu gösterecek ya da dirilmek için mahşer gününü bekleyecek; başka yolu yok.
 
Hayat gösterdi ki ve kapitalizme maruz kalan Türk’ün tarihi bilhassa öğretti ki insan için dünyada ölümden beter şeyler var. Kefenlenmeye varan hadiseler silsilesi ayrı bir hikâye; orta yerde yatan kefenlenmiş bedeni toprağa girene kadar pek çok tehlike beklemektedir. Tehlikelerin en birincisi sahipsizlik. Başında bir bekleyeni, yerden tutup kaldıranı olmayan her beden kaçınılmaz olarak payimal edilecek, darbeler yiyecek; kazaların, dikkatsizliğin ve hürmetsizliğin kurbanı olacaktır. İnsanı ölmekten beter edecektir düşkünlük ve sahipsizlik. Buna rağmen şairin söylediğine inanmalı mı? Yere düşmekle cevherin kıymeti sâkıt olmaz diyebilir miyiz gerçekten? Kefene konan beden ayakaltından kaldırılsa bile bu kez güneşin ve yağmurun altında kalmaktan doğan tehlikeler baş gösterecektir. Sıcağa ve neme fazla maruz kalan gövdelerin solduğunu, katılaştığını, nihayet kararıp çürüdüğünü biliyoruz. Çürümenin cerahatiyle hastalık yayması bir yana, yayılan kerih koku yüzünden civardaki yırtıcıları başına toplaması nasıl engellenecek? İster insafsız avcılara hizmet etsin ister kendi midesi hesabına çalışsın, gövdeyi kurt dişlerine karşı nasıl koruyacağız? Peki çürüyen bünyenin kendi ürettiği kurtçuklar ne olacak?
 
Kefenlenmek, canlıların bir plasentayla veya atmosferle çevrelenmesinden farklıdır. Besleyici bir zardan ibaret olan kritik plasenta evresini hiçbirimiz hatırlayamayız. Atmosferde denizin içindeki balıklar misali yaşadığımız aklımıza bile gelmez. Bunlara mukabil kefenleniş uyandırdığı inkıbaz ve kesafet duygusuyla hayatımızda gayrıtabii bir aşamayı temsil eder. Bu bakımdan besâtet ve letâfetten kopan insanları ve toplumları kefenlenmiş, öte tarafa “postalanmaya” hazır sayabiliriz. Bilmek zorundayız: Bizi besleyici bir kültürel ortam mı kuşatmaktadır yoksa hayatımızda dünyaya karşı bağışıklığımızı zayıflatan bir yönsüzlük, bir amaçsızlık mı hâkimdir? Ortamı besleyici bulan memnunlara diyebileceğimiz fazla bir şey yok, onlar olan bitenlerin hem suç hem kâr ortağıdırlar. Bizim sözümüz kendini bunaltan gidişatın adını bir türlü koyamayan memnuniyetsizlere ve tarihin getirdiği noktada mezarın kenarına kadar sürüklendiğini duyumsayan endişe sahiplerine. Ancak memnuniyetsizler ve 
endişe sahipleri rüzgârda hışırdayanın yaprak değil kefen olduğunu, çatırtıların ağaçtan değil tabuttan geldiğini fark etmeye yaklaşabilir.
 
Kefen içindeyiz. Bilgisizlikten, duyarsızlıktan dokunma bu kefeni yırtmak zorundayız. Bunun için en gerekli şey bir “el” elbette. Fakat Türklerin henüz elsiz kolsuz olduğunu kabul etmek mecburiyetindeyiz. Şartlar el vermiyor. Türk’e el veremiyoruz. Öyleyse yapılacak en iyi şey ona “dil” vermektir. Elin yetmediğine dilin yetmesi mümkündür. Türk’e dil verebilirsek belki kefeni yırtacak birilerini çağırmanın yolunu da bulmuş oluruz. 

Muhammed SARI (26 Ramazan 1445 – 06 Nisan 2024)