İlk yazıya dönüp
baktım da epey iri laflar etmişim: el vermekler, dil vermekler, dirilmekler, kefeni
yırtmaklar… Ne yapıp da kefeni yırtacağım acaba veya yırtacağız? “Ben” ve
“biz” dediğime göre size bir şey mi teklif ediyorum, sizden bir şey mi bekliyorum?
Doğrusu bezirgân değilim, metâım yok, alıp satmaya gelmedim. Emin olduğum şudur:
Herkes evvela kendi kefenini yırtma çabası göstermekle mükellef olsa da
kefenden çıkmakla işimizin bitmemesi işe “biz” zamirini de karıştırmamı
gerektiriyor. Yani tek tek saplandığımız günah çukurları olduğu kadar, kitleler
halinde infaz edilip gömüldüğümüz yalan ve safsata mezarları olduğunu da bilmeliyiz.
Bireysel uyanış söyleminin cazibesine kapılmamak zor. Anlamlı bir yekûn tutacak
sayıdaki insanın dayanışmasından doğan bir ayıklığa ulaşılamayacaksa -müstesna
örnekler bir yana- bireysel uyanışa bel bağlanabileceğine inanmıyorum. Aristo
“tek başına bir insan ya tanrıdır ya hayvan” demiş. Doğru. Siyasette ve sanatta
bağlanamama hastalığıyla malulsen ya tek uyananın kendin olduğunu zannedersin
yahut uyanış diye bir derdin hiç olmamıştır. İki hâlden de aslandan kaçar gibi
kaçmak lazım.
Görünüşe göre “kefeni yırtmak” tabiriyle işe başlayarak üçüncü yolu tercih etmiş, yani boyumdan büyük bir işe kalkışıp “kapıyı büyük açmış” bulunuyorum. Hıristiyanlar suret-i haktan görünerek “dar kapı”dan geçmeyi öğütler. “Dar kapıdan geçmek” Batı’da kendini tanrılaştırırken diğer insanları sürüleşmeye iten bir zihniyetin yansıması olmuştur zamanla. Müstekbirlerin mustazafları kandırmasının bir parçasına, talkın-salkım hikâyesine dönüşmüştür. Batı tarafından iki büklüm hâle getirilmiş varlığımızın silkinip cesametini bulmasını engelleyen böyle kabullere ihtiyatla yaklaşalım. “Büyük kapı” deyince aklına “Bâb-ı Âlî’” yahut “Divanyolu” gelenlerle de yolumuzu ayıralım. Ben ikili mekanizmaların dışına çıkıp kapıyı büyük açmaktan yanayım, çünkü büyük kapıyı açmaktan yanayım. Her an Hakk’ın divanına yönelme imkânı verilmesi bizi dolambaçlı yollara sapmaktan kurtarmıştır. İslam’a göre Hakk her an yanı başımızdadır. Bu nedenle insan için evvela sözlü kabul ve yöneliş esastır, yani İslâm’a giriş kolaylaştırılmıştır. Sabır ise sonra, bu irtibatı korumak, korumadan doğan korunmayı hak etmek için tavsiye edilir. Ehl-i kitap başta olmak üzere antik veya modern birçok batıl itikat çileciliği ve ruhbanlığı erek haline getirmekten kurtulamamıştır. Bu açıdan “kapıyı büyük açmak” bir iddia değildir; büyük kapının her an yanı başımızda olduğunu bilmek ve kapının açılmasına muntazır olmak dışında bir anlam taşımaz. Aksi takdirde, sözlüklerdeki manasıyla kapıyı büyük açmaktan bahsedenin hesapsızca harcayacak birikimi olması ve gözünün bu masrafı yapacak kadar kara olması lazım. Ne var ki ben bir süre zarfında, bir yerlerde, bir şeyler biriktirip gelmiş, dolmuş da taşmış değilim. Aksine, son derece istikrarsız ve savunmasız bir ruh haliyle yazıyorum. Kendimi tanrılaşmamak ve hayvanlaştırmamak için bir iletişim kanalı bulmaya çalışıyorum. Benim için yazmadan da kefeni yırtmak mümkün olsaydı yazmazdım. Yazarak yırtacağımın garantisi ise hiç yok. Tam anlamıyla dar boğazdayım! Olsun. Niyetim kadırgaları karadan aşırıp açık denize varmak.
Hep kefenden bahsettiğimize göre bir gecikmeden de söz etmeliyiz. Müslümanlar olarak lehimize ve aleyhimize olan şeyleri çok geç idrak etmek gibi kronik (en az batılılaşma kronolojisi boyunca süren) bir hastalığımız var. Geç vakte kaldığımız, bizi ayakta uyutup kefenlendikleri muhakkak; ama iş işten geçti mi henüz bilmiyoruz. “Geç de olsa…” kaydına sığınılarak birçok işin başarılabileceği inancındayım. “Gecikmişlik”in büsbütün yitip gitmek olmadığını kendi hayatımdan biliyorum. Hiçbir özel geçmişi olmayan bir ailede, ortanca çocuk ve büyük oğul olarak doğan benim şiir yazmam bile başlı başına mucizedir. Şiirlerimdeki gerilim ve belirsizlikleri ortancalığıma, etik yönelimi büyük oğul oluşuma bağlı olgular olarak görüyorum. (Eğer ailenin küçük çocuğu olsaydım belki şiirimde aylaklığın dibine, ukalalığın dik âlâsına şahit olacaktınız.) Şiir yazmaya pek de elverişli olmayan bu zıt kutuplar arasında bile kendimi hep şair (büyük kapının açılmasına muntazır) bildim. Yazmayı ihmal ettiğim (geciktiğim), yazdıklarımın yayınlanmadığı (geciktirildiğim), hatta yazmanın bir anlamının olup olmadığı sorusuna cevap bulmakta zorlandığımız şu son yıllarda da duygum değişmedi. Bana kalsaydı (hiç bana kalmadı, bir kere bile) birinci sınıf bir şiir okuru olmakla yetinecek, asıl iş olarak erkenden Arapça öğrenip sadece Kur’ân ve Hadis ile meşgul olacaktım. Okuryazarlıktaki ilk ve son hedeflerim bunlardı. Görünüşte zaruretler yüzünden, özünde bilmediğim bir hikmete binaen işler farklı gelişti. Hakkıyla ilim tahsil etmek nasip olmadı. Sadece şiir okuru olarak da kalamadım.
Olaylar gelişir ve insanların çoğu olayların onları getirdiği yerdedir. Geldiğim noktada ne bilgisiz bir şairim ne de şiirsiz bir bilgiç. Fakat bu iki insan tipinin sayılarının bütün dünyada çığ gibi büyümesinden muzdaribim. Bizi, bilgisizliği yüzünden duyguları kolayca istismar edilebilen insan yığınları ile şiirsizliği yüzünden gemisini tahakkümle yürütmeye alışmış bir grup zorbanın çıkar birliği kefenleyip koydu bu hâle. Kimilerinin hadis diye naklettiği “Ölmeden evvel ölünüz.” kelam-ı kibarını yeri gelmişken anmalıyım. Hadis olsun olmasın, bu tavsiyedeki manaya ters düşmeden, aksine onu tamamlar mahiyette şöyle söyleme ihtiyacı duyuyorum: “Ölmeden evvel sakın ölüp mölmeyiniz.” Çünkü yarın mizana konacak amellerin diriliği, hayattayken kötülüğe direnmek gibi bir derdimiz olup olmadığına bağlıdır.
Muhammed SARI (30 Ramazan 1445 - 09 Nisan 2024)