Tercihlerimiz, kararlarımız, evet veya hayır deyişlerimiz birer neticedir. Çok önce söylenmiş başka evet ve hayır’ların neticesi. Neticelerden kalkarak karar hattını geriye doğru takip etmek hiç kolay değil. Şahit olduğumuz kimi hadiseler “Neden böyle oldu?” dedirtir. Evet’ler de hayır’lar da sürgit aynı değildir; iki ayrı hat hiç değildir. Uzun bir hayır silsilesinin ardından araya evet’ler girebiliyor yahut tam tersi. Sürekliliklerin ve kesintilerin de kendilerine mahsus ve birbirlerine kıyasla anlamları var.
Her evet-hayır’ın üzerine uzun uzadıya düşünülmüş olmayabilir. Koşturarak yaşıyoruz. Benim gibi tutarlılık ve gerekçelilik konusunda takıntılı denebilecek kimselerin evet-hayır’ları bile bu koşturmacaya hızlı cevap verme kaygısıyla söylenmiş olabiliyor, bir tür reflekse dönüşebiliyor. Hızlı “evet-hayır”lar hayata belli bir netlik kazandırsa da beraberinde köşelilik ve sertlik de getiriyor. Her kararımın arkasındayım, onları uzun uzun açıklayabilirim ama açıklanabilirlik kararlarımın doğruluğunu gösterir mi? Öte yandan, hayata sırf köşeler ve sertlikler getirdi diye kararlarımın kötülüğüne peşinen hükmedilebilir mi? Tutarlılıklarına, gerekçeliliklerine toz kondurmayan insanlar bu çapraz sorular karşısında çözülüverir. Ben kendine yenilmekten çarpık hazlar duyan bir filozof veya kendini sorgulatmamak uğruna işi cambazlığa vuran bir demagog değilim. Bana göre tutarlılık ve gerekçelilik kendilerinin dayanağı olamazlar. Mülkün temelinde yatan adalet ve insaftır. Adaletli olma dirayeti, insaf etme hassasiyeti gelişmemiş insanların “evet-hayır”ları zorbalığa ve boşvermişliğe yol açar.
Boşvermişlik siyasî bilincin, zorbalık sınıf bilincinin düşmanıdır. Evet-hayır mühürlerini mantıklı açıklamalarla, zorluk çekmeden nefsiniz lehine, başkalarının aleyhine kullanabilirsiniz. Özellikle 2000’lerden itibaren Türkiye’deki “iyi niyetli ve bilgisiz” insanları büyük hatalara sürükleyen bu mühürlerin ölçüsüzce kullanılışıydı diyebiliriz. Statü ve para adına yakaladıkları ilk fırsatta “onlardan biri alacağına bizimkiler alsın” sözünü söyleten ve kısmen de olsa hoş görülebilir görünen mantık buydu. Hoş görülebilirdir; çünkü iyi niyetli ve bilgisiz olmak bu demektir, “iyi niyetli bilgisizler”den ancak bu kadarı beklenebilir. İyi niyetli bilgisizler evet-hayır demenin kıymetini takdir edemez. Evet’ler ve hayır’lar ancak birlikte bir bütün teşkil eder. Tıpkı kelime-i şehadeti oluşturan iki cümle gibi. Evet ve hayırlarımızın da bir tür şahitlik anlamı taşıması kaçınılmazdır. Bir yandan dilimizle evet-hayır derken diğer yandan kalbimizle kime-neye sadık olduğumuza bakmamız gerekir.
“Bir elime ay bir elime güneş verilse bile davamdan vazgeçmem.” irtifasında yaşayan Muhammedü’l-emîn kategorik olarak dünya nimetlerinin kıymetsizliğini ilan etmiş ve ehl-i dünya ile dünyevî menfaat pazarlığının kapısını kapatmıştı. O’nun kadar olamayız. Fakat O’nun gibi, O’na layık olmakla mükellefiz. Ne yapacağız? Allahualem, dört reşid ve mümtaz halife biz iyi niyetli ama bilgisiz insanlara yolumuzu kolayca kaybedebilmemiz yüzünden lütfedildi. Onlar olgunlukları ve seçkinlikleriyle toplumun hamlıklarının, düşüklüklerinin menfî tesirlerini asgariye indirmeye memur edildi. Bu bakımdan, “Emîn” oluş bir kenara, “Sıdk” bizim için erişilebilecek en üst merhaleyi temsil edegeldi. Sıdk bir şey eklemeden ve bir şey eksiltmeden İslâm’a tâbi olmaktır. Hayatın akışı esnasında hep bir iç yoklama, evet-hayır silsilesine dönüp bakma, “Emîn”e göre hiza alma itiyadı geliştirmektir. Niçin sıdk en üst merhaleydi? Çünkü Rasulullah irtihal edip vahiy kesilince en kritik, en nazik, en hayatî mesele asla sadakat oldu. Bunun en bariz ispatı Sıddık unvanlı zatın ilk icraatinin sadakatsiz mürtedlere karşı cihad etmesidir. Öte yandan hayatın murakabeye müsaade etmediği, dış şartlar bakımından tazyikin (angarya, itiraz, çatışma…) arttığı, önceki dönemlerde yaşanmayan sorunların ve tanınmayan kültürlerin nicelik bakımından orijinin (Mekke-Medine) niteliğini gölgeleme tehlikesi doğurduğu dönemlerde “Fârûk” sıfatlı karakterlere ihtiyaç duymuşuzdur. Siyasî bilinç, sınıf bilinci, inisiyatif alma, ictihad etme, mücadeleye hazır olma bu sıfatın akisleri olarak öne çıkar. Bununla birlikte fârûkiyetin vazifesi iki katmanlıdır: Sâdık nasıl kendi anlamını Emîn olanda bulduysa Fârûk da kendi dengesini önce Emîn’e, sonra Emîn-Sâdık ilişkisine bakarak bulmuştur. Ardından gelen Zinnureyn’in hilmi ve Murteza’nın ilmi Müslümanca yaşamanın farklı boyutlarını keşfetmemizi sağlamıştır. Bütün bu incelikleri görmeli, küfre karşı birer imkân olarak kullanabilmeliyiz. Mücadelemize saygı duyana sıddıkiyet, üstten bakmaya kalkışana fârûkiyet makamından muamele etmeliyiz.
Belki’yi unutmadım. “Belki” evet’e veya hayır’a doğru olmak, yani bir ara durum gibi anlaşılır genellikle. Görünüşte kartezyen mantığa hücum ettiği için belki’yi yüceltme eğiliminde olanlar da vardır. Hâlbuki Fikret Târih-i Kadîm’inde art arda sıraladığı belki’leri “Şüphe bir nûra doğru koşmaktır.” mısraıyla bağlayarak kendi yolundan gelenler için belki’nin ne manaya geleceğini erkenden işaret etmişti. Bugünün belki’si hâlâ “Fikret’in belkisi”dir. Evet-hayır’lar netlikleriyle kendilerinden çok söz ettirse de modern hayatın arka planında birçok işi belki’ler şekillendirmektedir. Hatta evet-hayır’ın ayaklarını bastığı zemini sıvılaştırmaktadır. Belki’nin, bulanık zihnin, puslu mantığın hükümranlığı ara durumların (çokkutupluluk, çoklu cinsel yönelim, kozmopolitizm, co-existence…) doğmasına bağlıdır. “Fuzzy logic”in mucidinin karma (İran, Rus, Amerikan, Yahudi) bir geçmişe sahip olması, milliyet fikrini sığ bulması, Batı’nın son numarası olan siber hümanizme can suyu vermesi tesadüf değildir. Üçüncü Dünya Savaşı söylentisinin gündemde tutulduğu şu günlerde “kontrollü kaos” tabirinin öne çıkarılması da tesadüf olmasa gerek. Çizginin bir ucunda bir kontrolör varsa diğer ucundaki kaostan korkmaya gerek yoktur: Sapı tutan bir el vardır. O el havada küçük kavisler çizdikçe kırbacın esnek ucu daha geniş daireler çizerek ve daha büyük bir ivmeyle kıvrılıp vınlamaya uğuldamaya başlar. Saptan iletilen kuvvet nihayet kırbacın ucundan boşalınca ortamda acı bir ses patlaması duyulur. Sesin ve darbenin etkisiyle canı yanan kişi hizaya gelir, böylece kaostan kozmosa geçilmiş olur.
İnsan teki “belki”siz yapamaz, fakat insan haysiyetine yakışan bir toplum hayatı “belki”ler üzerine bina edilemez. Evet ve hayır deme iktidarının günün sonunda Batı’nın inhisarında kalışı, diğer toplumların belki-biraz-bazen sarkaçlarında asılı bırakılışı Türk hâkimiyetinin bittiği günden beri dünya siyasetinde hiçbir hayırlı gelişmenin yaşanmadığını ispat ediyor. Memleketin darmadağın edilen ethosunun yerine ferdî insaniyet mülahazalarını koyarak hareket eden herkesin hayra engel olduğunu bilelim.
Muhammed SARI (11 Şevval 1445 - 20 Nisan 2024)