Türkiye’de “millî” bir eğitim yapma imkânının i) inkılâplar marifetiyle ve 1945 sonrasında küresel denetleyici örgütlerin ihdas edilmesiyle elimizden hukuken alındığını; ii) Menderes iktidarıyla başlayıp 27 Mayıs’la hız kazanan darbe yıllarında Amerikan kültür komiserlerinin raporları uyarınca fiilen ortadan kaldırıldığını; iii) ANAP’tan AKP’ye uzanan süreçte evrenselci söylemin, popüler kültürün ve pedagojik modaların boca edilmesiyle artık kimseyi zihnen meşgul etmediğini bilmeyen var mı?
Bilmeyen, bilemeyen ve bilmemekte ısrar edenler çoğunlukta olmalı ki eğitim sistemimiz acınacak halde. Amerikanlaştırıcı dayatmalar silsilesinde ilk sıralarda (belki ilk sırada!) yer tutsa da, eğitim, hakkında en az konuşulmuş meselelerdendir. Amerikanlaştırmanın şiarları olan demokrasi, insan hakları ve serbest piyasanın kana karışması nesiller boyu verilen ve verilmeyen eğitimle doğrudan ilgili olmuştur. Amerikanlaştırıcı aygıtlar pedagojik perdelemeyi kullanarak; bazı yeşillenmiş halde, bazı kıpkızıl görünümde, bazen rengârenk kesilip bazen de şeffaflık iddiasıyla işini yürütegeldi. Öyle ki bugün Amerikanlaşmayı ya her yerde görürsünüz yahut hiçbir suretle göremezsiniz. Görmek daima bir niyet meselesidir.
Ferdlerin ve toplumların her işi niyete bakar. Niyet en derin yönelimimizdir. Niyetlerimiz hususunda kendimize ilânihâye yalan söyleyemeyiz. İnkâr, görmezden gelme, hedef saptırma niyetin özünde yatan yönelimi değiştirmez. “Millî” eğitimimizin elimizden önce hukuken, sonra fiilen, nihayet zihnen alındığını görmek niyetinde miyiz, önce buna karar verelim. Yok böyle bir şey diyorsanız o sizin bileceğiniz iş. Var diyorsak niyetimizi berraklaştırmak için önce vaziyeti açık seçik biçimde tasvirle işe başlamalıyız. İçinde bulunduğumuz eğitimin ufku olsa olsa talebenin koluna bir “altın bilezik” takmak iddiasından ibarettir. Ben ise yirmi yıla yaklaşan hocalık hayatım boyunca talebenin “kulağına küpe” olacak şeyleri söylemeye çalıştım. Türkiye bilhassa 1960’lardan itibaren bu ikisinden birini öne aldığınızda diğerini feda etmenizi gerektirecek bir sosyal ve iktisadî işleyişe mahkûm. Amerikanlaştırıcı mantık sadece ve sadece altın bilezikten yanadır; el koymaya, tuttuğunu koparmaya ve ötesine kulak asmamaya övgüler dizer. Türk’ün mantığı ise talebeye önce en hayatî şeyleri bildirmeyi, kulağına hayat boyu küpe olacak bilgileri ulaştırmayı hedefler. Türklük hayrın başı diye eylemeği değil, dinleyebilmeği (dinlemeği ve bilmeği) tanır. Niyet bile önce söze uğrar, ardından eyleme dökülerek akıbete varır.
Bu yazıyı okuyanlar arasında Amerikanlaştırmanın tabii neticesi olarak eylemek ile bilmekin hangisinin hangisine takaddüm ettiği konusunda derin fikir ayrılıkları olduğuna eminim. Prensip olarak “bilmek”ten yana olduğunu söylese de, ekseriyetin, hayatın kaçınılmaz gerçekleri (!) sebebiyle “yapmak”ı tercih edeceklerine de eminim. Yerimiz sözün/bilginin yanıdır. Sözler yalan veya yanlış olabilir elbette. Bu sebeple sözün niteliği, ardından gelecek fiilin niteliğini belirlemiştir. Yalan veya yanlış sözlerle başlanmış işleri aklamaya kimsenin gücü yetmez, yalan ve yanlış önünde sonunda haklanır. Hak söz hakkımızdan gelen sözdür. Haklı sözler boyumuzu aşar ve boyun eğdirir. Türk’ün marifeti önce hak sözü işitecek kulağa sahip, sonra hakka itaat edip ettirecek bileğe talip olmasındadır.
Yerim sözün yanı; fakat burada söylediklerim bir hocanın mı yoksa bir yazarın sözleri mi? İnsanlara söz söyleme mevkiinde (cüretinde?) bulunan bu iki meslek arasında paradoksal bir ilişki var: Hocalıkta kayda değer hiçbir şey bilmeyen gençlere her şeyi anlatmaya kalkışıyorsun. Yazarlıkta her şeyi bildiğini sanan yetişkinlere hiçbir şey anlatamıyorsun. Bu denklemden okurlar karşısında öğrencileri kayırdığım fakat yazarlığı hocalığa tercih ettiğim gibi çelişik bir sonuç çıkıyor. Doğrudur. Çokbilmiş okurlara hocalık taslamaktansa az bilen fakat öğrenme şevkini kaybetmemiş kimselerin yazdıklarımı okumasını yeğlerim. Denklemden hareketle müfredatların korkunç malumat yüküyle öğrencileri ezdiğini ama aynı toplumdaki yetişkinlerin bilgi hamallığını bir marifet gibi algıladığını da zımnen söylemiş oluyorum. Bu da doğru. Öyleyse çıkarımların biri de şöyle olmalı: Okul yıllarında bilgiyle doğru ilişki kuramamış gençler yetişkinlik çağlarına geldiklerinde mazarratı sıhhat zannedecek kadar büyük bir zihnî bozulmaya uğramış oluyor. Çıkarımlarımızı tüm mantıkî sonuçlarına kadar götüreceksek şu sözler de söylenmiş sayılmalı: Öğrenciler “yapma” safhasına “bilme”nin ardından geçmiyorsa ve yetişkinler yapmak zorunda bırakıldıkları eylemleri bilinç süzgecinden geçirmiyorsa o toplumda Amerikanlaştırma operasyonu başarıya ulaşmıştır.
Yerimiz sözün yanı ise önce sözlerin söyleniş şekillerine dikkat edelim, ne eyleyeceksek ondan sonra eyleyelim: Memleketimizde Amerikanlaşanlar, yani kendi rızasıyla tâbiiyet değiştirenler çok küçük bir azınlık teşkil etmektedir. İmtiyazlı sınıflara mensup oluşları onları olduğundan büyük göstermektedir, o kadar. Zaten çok az sayıda nasipsiz insan kendi kültüründen hiç iz kalmamacasına yabancılaşıp gönüllüce başka uyruklara eklemlenebilir. Adı üzerinde, bu durumda bile o kültürün yalnızca bir “ek”i, “kuyruk”u olabilirler. Amerikanlaş(tırıl)dıklarının farkında olmayanların sayısı ise hayli kabarıktır. İnsanları yemleyerek veya gemleyerek bir yerden başka bir yere götürmek mümkündür. Amerikanlaştırılma ancak şantajlarla, markajlarla, aparatlarla, protezlerle sürdürülebilmektedir. Temelde cebrin ve cehlin bulunuşu Amerikanlaştırılma ameliyesinin eğretiliğini görmeyi kolaylaştırır. Millî olana yönelmekse çok kolaydır, hiçbir özel tedbire ihtiyaç duymaz. Sahteciliği fark edebilen sahiciliğin eşiğine varmış demektir. Zihnî uyanış yaşayan insanların önünde fiilî ve hukukî mücadele sahaları açılıverir.
Muhammed SARI (18 Şevval 1445 - 27 Nisan 2024)