DAİMA MÜMKÜN MİLLÎLİK, ŞANTAJLA KAİM KÜRESELLİK

Türkiye’de “millî” bir eğitim yapma imkânının i) inkılâplar marifetiyle ve 1945 sonrasında küresel denetleyici örgütlerin ihdas edilmesiyle elimizden hukuken alındığını; ii) Menderes iktidarıyla başlayıp 27 Mayıs’la hız kazanan darbe yıllarında Amerikan kültür komiserlerinin raporları uyarınca fiilen ortadan kaldırıldığını; iii) ANAP’tan AKP’ye uzanan süreçte evrenselci söylemin, popüler kültürün ve pedagojik modaların boca edilmesiyle artık kimseyi zihnen meşgul etmediğini bilmeyen var mı?

Bilmeyen, bilemeyen ve bilmemekte ısrar edenler çoğunlukta olmalı ki eğitim sistemimiz acınacak halde. Amerikanlaştırıcı dayatmalar silsilesinde ilk sıralarda (belki ilk sırada!) yer tutsa da, eğitim, hakkında en az konuşulmuş meselelerdendir. Amerikanlaştırmanın şiarları olan demokrasi, insan hakları ve serbest piyasanın kana karışması nesiller boyu verilen ve verilmeyen eğitimle doğrudan ilgili olmuştur. Amerikanlaştırıcı aygıtlar pedagojik perdelemeyi kullanarak; bazı yeşillenmiş halde, bazı kıpkızıl görünümde, bazen rengârenk kesilip bazen de şeffaflık iddiasıyla işini yürütegeldi. Öyle ki bugün Amerikanlaşmayı ya her yerde görürsünüz yahut hiçbir suretle göremezsiniz. Görmek daima bir niyet meselesidir.

Ferdlerin ve toplumların her işi niyete bakar. Niyet en derin yönelimimizdir. Niyetlerimiz hususunda kendimize ilânihâye yalan söyleyemeyiz. İnkâr, görmezden gelme, hedef saptırma niyetin özünde yatan yönelimi değiştirmez. “Millî” eğitimimizin elimizden önce hukuken, sonra fiilen, nihayet zihnen alındığını görmek niyetinde miyiz, önce buna karar verelim. Yok böyle bir şey diyorsanız o sizin bileceğiniz iş. Var diyorsak niyetimizi berraklaştırmak için önce vaziyeti açık seçik biçimde tasvirle işe başlamalıyız. İçinde bulunduğumuz eğitimin ufku olsa olsa talebenin koluna bir “altın bilezik” takmak iddiasından ibarettir. Ben ise yirmi yıla yaklaşan hocalık hayatım boyunca talebenin “kulağına küpe” olacak şeyleri söylemeye çalıştım. Türkiye bilhassa 1960’lardan itibaren bu ikisinden birini öne aldığınızda diğerini feda etmenizi gerektirecek bir sosyal ve iktisadî işleyişe mahkûm. Amerikanlaştırıcı mantık sadece ve sadece altın bilezikten yanadır; el koymaya, tuttuğunu koparmaya ve ötesine kulak asmamaya övgüler dizer. Türk’ün mantığı ise talebeye önce en hayatî şeyleri bildirmeyi, kulağına hayat boyu küpe olacak bilgileri ulaştırmayı hedefler. Türklük hayrın başı diye eylemeği değil, dinleyebilmeği (dinlemeği ve bilmeği) tanır. Niyet bile önce söze uğrar, ardından eyleme dökülerek akıbete varır.

Bu yazıyı okuyanlar arasında Amerikanlaştırmanın tabii neticesi olarak eylemek ile bilmekin hangisinin hangisine takaddüm ettiği konusunda derin fikir ayrılıkları olduğuna eminim. Prensip olarak “bilmek”ten yana olduğunu söylese de, ekseriyetin, hayatın kaçınılmaz gerçekleri (!) sebebiyle “yapmak”ı tercih edeceklerine de eminim. Yerimiz sözün/bilginin yanıdır. Sözler yalan veya yanlış olabilir elbette. Bu sebeple sözün niteliği, ardından gelecek fiilin niteliğini belirlemiştir. Yalan veya yanlış sözlerle başlanmış işleri aklamaya kimsenin gücü yetmez, yalan ve yanlış önünde sonunda haklanır. Hak söz hakkımızdan gelen sözdür. Haklı sözler boyumuzu aşar ve boyun eğdirir. Türk’ün marifeti önce hak sözü işitecek kulağa sahip, sonra hakka itaat edip ettirecek bileğe talip olmasındadır.

Yerim sözün yanı; fakat burada söylediklerim bir hocanın mı yoksa bir yazarın sözleri mi? İnsanlara söz söyleme mevkiinde (cüretinde?) bulunan bu iki meslek arasında paradoksal bir ilişki var: Hocalıkta kayda değer hiçbir şey bilmeyen gençlere her şeyi anlatmaya kalkışıyorsun. Yazarlıkta her şeyi bildiğini sanan yetişkinlere hiçbir şey anlatamıyorsun. Bu denklemden okurlar karşısında öğrencileri kayırdığım fakat yazarlığı hocalığa tercih ettiğim gibi çelişik bir sonuç çıkıyor. Doğrudur. Çokbilmiş okurlara hocalık taslamaktansa az bilen fakat öğrenme şevkini kaybetmemiş kimselerin yazdıklarımı okumasını yeğlerim. Denklemden hareketle müfredatların korkunç malumat yüküyle öğrencileri ezdiğini ama aynı toplumdaki yetişkinlerin bilgi hamallığını bir marifet gibi algıladığını da zımnen söylemiş oluyorum. Bu da doğru. Öyleyse çıkarımların biri de şöyle olmalı: Okul yıllarında bilgiyle doğru ilişki kuramamış gençler yetişkinlik çağlarına geldiklerinde mazarratı sıhhat zannedecek kadar büyük bir zihnî bozulmaya uğramış oluyor. Çıkarımlarımızı tüm mantıkî sonuçlarına kadar götüreceksek şu sözler de söylenmiş sayılmalı: Öğrenciler “yapma” safhasına “bilme”nin ardından geçmiyorsa ve yetişkinler yapmak zorunda bırakıldıkları eylemleri bilinç süzgecinden geçirmiyorsa o toplumda Amerikanlaştırma operasyonu başarıya ulaşmıştır.

Yerimiz sözün yanı ise önce sözlerin söyleniş şekillerine dikkat edelim, ne eyleyeceksek ondan sonra eyleyelim: Memleketimizde Amerikanlaşanlar, yani kendi rızasıyla tâbiiyet değiştirenler çok küçük bir azınlık teşkil etmektedir. İmtiyazlı sınıflara mensup oluşları onları olduğundan büyük göstermektedir, o kadar. Zaten çok az sayıda nasipsiz insan kendi kültüründen hiç iz kalmamacasına yabancılaşıp gönüllüce başka uyruklara eklemlenebilir. Adı üzerinde, bu durumda bile o kültürün yalnızca bir “ek”i, “kuyruk”u olabilirler. Amerikanlaş(tırıl)dıklarının farkında olmayanların sayısı ise hayli kabarıktır. İnsanları yemleyerek veya gemleyerek bir yerden başka bir yere götürmek mümkündür. Amerikanlaştırılma ancak şantajlarla, markajlarla, aparatlarla, protezlerle sürdürülebilmektedir. Temelde cebrin ve cehlin bulunuşu Amerikanlaştırılma ameliyesinin eğretiliğini görmeyi kolaylaştırır. Millî olana yönelmekse çok kolaydır, hiçbir özel tedbire ihtiyaç duymaz. Sahteciliği fark edebilen sahiciliğin eşiğine varmış demektir. Zihnî uyanış yaşayan insanların önünde fiilî ve hukukî mücadele sahaları açılıverir. 

Muhammed SARI (18 Şevval 1445 - 27 Nisan 2024)

EVET, HAYIR, BELKİ

Tercihlerimiz, kararlarımız, evet veya hayır deyişlerimiz birer neticedir. Çok önce söylenmiş başka evet ve hayır’ların neticesi. Neticelerden kalkarak karar hattını geriye doğru takip etmek hiç kolay değil. Şahit olduğumuz kimi hadiseler “Neden böyle oldu?” dedirtir. Evet’ler de hayır’lar da sürgit aynı değildir; iki ayrı hat hiç değildir. Uzun bir hayır silsilesinin ardından araya evet’ler girebiliyor yahut tam tersi. Sürekliliklerin ve kesintilerin de kendilerine mahsus ve birbirlerine kıyasla anlamları var. 

Her evet-hayır’ın üzerine uzun uzadıya düşünülmüş olmayabilir. Koşturarak yaşıyoruz. Benim gibi tutarlılık ve gerekçelilik konusunda takıntılı denebilecek kimselerin evet-hayır’ları bile bu koşturmacaya hızlı cevap verme kaygısıyla söylenmiş olabiliyor, bir tür reflekse dönüşebiliyor. Hızlı “evet-hayır”lar hayata belli bir netlik kazandırsa da beraberinde köşelilik ve sertlik de getiriyor. Her kararımın arkasındayım, onları uzun uzun açıklayabilirim ama açıklanabilirlik kararlarımın doğruluğunu gösterir mi? Öte yandan, hayata sırf köşeler ve sertlikler getirdi diye kararlarımın kötülüğüne peşinen hükmedilebilir mi? Tutarlılıklarına, gerekçeliliklerine toz kondurmayan insanlar bu çapraz sorular karşısında çözülüverir. Ben kendine yenilmekten çarpık hazlar duyan bir filozof veya kendini sorgulatmamak uğruna işi cambazlığa vuran bir demagog değilim. Bana göre tutarlılık ve gerekçelilik kendilerinin dayanağı olamazlar. Mülkün temelinde yatan adalet ve insaftır. Adaletli olma dirayeti, insaf etme hassasiyeti gelişmemiş insanların “evet-hayır”ları zorbalığa ve boşvermişliğe yol açar.

Boşvermişlik siyasî bilincin, zorbalık sınıf bilincinin düşmanıdır. Evet-hayır mühürlerini mantıklı açıklamalarla, zorluk çekmeden nefsiniz lehine, başkalarının aleyhine kullanabilirsiniz. Özellikle 2000’lerden itibaren Türkiye’deki “iyi niyetli ve bilgisiz” insanları büyük hatalara sürükleyen bu mühürlerin ölçüsüzce kullanılışıydı diyebiliriz. Statü ve para adına yakaladıkları ilk fırsatta “onlardan biri alacağına bizimkiler alsın” sözünü söyleten ve kısmen de olsa hoş görülebilir görünen mantık buydu. Hoş görülebilirdir; çünkü iyi niyetli ve bilgisiz olmak bu demektir, “iyi niyetli bilgisizler”den ancak bu kadarı beklenebilir. İyi niyetli bilgisizler evet-hayır demenin kıymetini takdir edemez. Evet’ler ve hayır’lar ancak birlikte bir bütün teşkil eder. Tıpkı kelime-i şehadeti oluşturan iki cümle gibi. Evet ve hayırlarımızın da bir tür şahitlik anlamı taşıması kaçınılmazdır. Bir yandan dilimizle evet-hayır derken diğer yandan kalbimizle kime-neye sadık olduğumuza bakmamız gerekir.

“Bir elime ay bir elime güneş verilse bile davamdan vazgeçmem.” irtifasında yaşayan Muhammedü’l-emîn kategorik olarak dünya nimetlerinin kıymetsizliğini ilan etmiş ve ehl-i dünya ile dünyevî menfaat pazarlığının kapısını kapatmıştı. O’nun kadar olamayız. Fakat O’nun gibi, O’na layık olmakla mükellefiz. Ne yapacağız? Allahualem, dört reşid ve mümtaz halife biz iyi niyetli ama bilgisiz insanlara yolumuzu kolayca kaybedebilmemiz yüzünden lütfedildi. Onlar olgunlukları ve seçkinlikleriyle toplumun hamlıklarının, düşüklüklerinin menfî tesirlerini asgariye indirmeye memur edildi. Bu bakımdan, “Emîn” oluş bir kenara, “Sıdk” bizim için erişilebilecek en üst merhaleyi temsil edegeldi. Sıdk bir şey eklemeden ve bir şey eksiltmeden İslâm’a tâbi olmaktır. Hayatın akışı esnasında hep bir iç yoklama, evet-hayır silsilesine dönüp bakma, “Emîn”e göre hiza alma itiyadı geliştirmektir. Niçin sıdk en üst merhaleydi? Çünkü Rasulullah irtihal edip vahiy kesilince en kritik, en nazik, en hayatî mesele asla sadakat oldu. Bunun en bariz ispatı Sıddık unvanlı zatın ilk icraatinin sadakatsiz mürtedlere karşı cihad etmesidir. Öte yandan hayatın murakabeye müsaade etmediği, dış şartlar bakımından tazyikin (angarya, itiraz, çatışma…)  arttığı, önceki dönemlerde yaşanmayan sorunların ve tanınmayan kültürlerin nicelik bakımından orijinin (Mekke-Medine) niteliğini gölgeleme tehlikesi doğurduğu dönemlerde “Fârûk” sıfatlı karakterlere ihtiyaç duymuşuzdur. Siyasî bilinç, sınıf bilinci, inisiyatif alma, ictihad etme, mücadeleye hazır olma bu sıfatın akisleri olarak öne çıkar. Bununla birlikte fârûkiyetin vazifesi iki katmanlıdır: Sâdık nasıl kendi anlamını Emîn olanda bulduysa Fârûk da kendi dengesini önce Emîn’e, sonra Emîn-Sâdık ilişkisine bakarak bulmuştur. Ardından gelen Zinnureyn’in hilmi ve Murteza’nın ilmi Müslümanca yaşamanın farklı boyutlarını keşfetmemizi sağlamıştır. Bütün bu incelikleri görmeli, küfre karşı birer imkân olarak kullanabilmeliyiz. Mücadelemize saygı duyana sıddıkiyet, üstten bakmaya kalkışana fârûkiyet makamından muamele etmeliyiz.

Belki’yi unutmadım. “Belki” evet’e veya hayır’a doğru olmak, yani bir ara durum gibi anlaşılır genellikle. Görünüşte kartezyen mantığa hücum ettiği için belki’yi yüceltme eğiliminde olanlar da vardır. Hâlbuki Fikret Târih-i Kadîm’inde art arda sıraladığı belki’leri “Şüphe bir nûra doğru koşmaktır.” mısraıyla bağlayarak kendi yolundan gelenler için belki’nin ne manaya geleceğini erkenden işaret etmişti. Bugünün belki’si hâlâ “Fikret’in belkisi”dir. Evet-hayır’lar netlikleriyle kendilerinden çok söz ettirse de modern hayatın arka planında birçok işi belki’ler şekillendirmektedir. Hatta evet-hayır’ın ayaklarını bastığı zemini sıvılaştırmaktadır. Belki’nin, bulanık zihnin, puslu mantığın hükümranlığı ara durumların (çokkutupluluk, çoklu cinsel yönelim, kozmopolitizm, co-existence…) doğmasına bağlıdır. “Fuzzy logic”in mucidinin karma (İran, Rus, Amerikan, Yahudi) bir geçmişe sahip olması, milliyet fikrini sığ bulması, Batı’nın son numarası olan siber hümanizme can suyu vermesi tesadüf değildir. Üçüncü Dünya Savaşı söylentisinin gündemde tutulduğu şu günlerde “kontrollü kaos” tabirinin öne çıkarılması da tesadüf olmasa gerek. Çizginin bir ucunda bir kontrolör varsa diğer ucundaki kaostan korkmaya gerek yoktur: Sapı tutan bir el vardır. O el havada küçük kavisler çizdikçe kırbacın esnek ucu daha geniş daireler çizerek ve daha büyük bir ivmeyle kıvrılıp vınlamaya uğuldamaya başlar. Saptan iletilen kuvvet nihayet kırbacın ucundan boşalınca ortamda acı bir ses patlaması duyulur. Sesin ve darbenin etkisiyle canı yanan kişi hizaya gelir, böylece kaostan kozmosa geçilmiş olur.

İnsan teki “belki”siz yapamaz, fakat insan haysiyetine yakışan bir toplum hayatı “belki”ler üzerine bina edilemez. Evet ve hayır deme iktidarının günün sonunda Batı’nın inhisarında kalışı, diğer toplumların belki-biraz-bazen sarkaçlarında asılı bırakılışı Türk hâkimiyetinin bittiği günden beri dünya siyasetinde hiçbir hayırlı gelişmenin yaşanmadığını ispat ediyor. Memleketin darmadağın edilen ethosunun yerine ferdî insaniyet mülahazalarını koyarak hareket eden herkesin hayra engel olduğunu bilelim. 

Muhammed SARI (11 Şevval 1445 - 20 Nisan 2024)

ŞİİRİN EREĞİ, DÜZ YAZININ GEREĞİ

Her ereğin bir gereği var. Gerekçesiz işlerin gereksiz işler olduğunu söylemekte beis yok. Gerekçesiz iş olmayacağını bilen atalar “Yolcu yolunda gerek… Latife latif gerek... Söyleyenden dinleyen arif gerek… Ağrısız baş mezarda gerek…” diye uzayıp giden bir gerekirler listesi bırakmış geride. “Gerek”leri kaldırdığımızda hükümlerin yerini bulmadığını görüyoruz. Yine görüyoruz ki gerekçe bazen fiili bazen faili bazen de münfaili işaret ediyor. “Gereklilik” en çok kim olduğumuz ve ne yaptığımız/yapacağımız bahsinde ağırlığını hissettiriyor. Sözü uzatmadan söyleyelim: Kendini bilmen gerek ve fıtraten yatkın olduğun yolda yürümen gerek. İlki olmadı mı “oldum ben” deyip her vadide geziniyor insanlar. İkincisi olmadığında dış dünyayla aralarındaki intibaksızlık, âhenksizlik yüzünden erkenden “bıktım ben” demeye başlıyorlar. Kim olduğuma dair bilincim ve ne yaptığımı bildiğim yoksa hiçbir yol hiçbir yere çıkmıyor ya da her yol her yere çıkıyor. Özneyle fiilin kopukluğu yersizliği, nesneyle fiilin kopukluğu boşunalığı doğuruyor.

Gerekçeye gerek var. Fakat daha önemlisi şu: Ereğe gerek var. Ben yola kopuğun biri olmamak ereğiyle çıktım. Kopuk olmamanın gereği ise “gerçek şairlerin yanında yöresinde, en azından yolunda olmak”tı,  ben de buna yöneldim. Kısa sürede gördüm ki insanların çoğunun şairlerle irtibattan anladığı onlarla birebir ilişkiler kurmak, merak ve magazin duygularını tatmin etmek, itibarlı bir çevre edinmek, o çevrimden menfaat temin etmektir. Ben şairlerin sosyalleşebileceğine ve şairlerle sosyalleşilebileceğine inanmıyorum. Çoğunluğun aksine estetik ve ilkelere dayalı ilişkinin, yani yazdıklarını samimiyetle takip etmenin “şairlerle ve şairler için” daha sağlıklı bir ilişki biçimi olduğunu düşündüm. Yola gerçek şairlerin yolunda olmak gibi yüksek bir erekle çıktım. Bu açıdan bakınca ortada bir başarı mı başarısızlık mı var, onu başkaları söylesin. Şu kadarını söyleyebilirim ki yenilmeden, yanılmadan kendiyle ilgili en basit gerçekleri bile anlamaktan aciz bir varlık insan. Özellikle de sanat ve düşünce gibi zihnî ve hissî teşevvüşe sonuna kadar açık alanlarda kişinin kendini bilmesi, yerini bulması, nasibini beğenmesi önünde duran meselelerin en zorlusudur. Ortada benim adıma bir başarısızlık olsa bile şiire yönelerek olabilecek en hayırlı, karakterime en uygun yolu seçtiğimi biliyorum. Kaderimle barışık olduğum nadir anlarda başarısızlıklarım -başarıya dönüşmedi belki ama- rahmete dönüşmeye yüz tuttu. Kaderimle barışık olma arzum gelecekte Hakk’ın rızasını kazanma şuuruna varırsa işler benim açımdan lütfun da hoş kahrın da hoş katına çıkmış olur. O katta şiire gerek var mı bilmiyorum.

“Ben” “kim”im? Bu iç dünyama ait bir soru. “Ben”in hem kelimelerle anlatılamayan bir veçhesi var hem de söze dökülmemesi daha hayırlı. Bazı şeyler sözden yukarıdadır ve ancak aşağı “döküldüklerinde” söz formuna bürünebilirler. Sırları ayan etmemeli. Bu nedenle “benlik”in dışa bakan yüzü olan “kimlik” üzerinden muhatabız dünyayla. Benliğini istesen de uluorta ele alamazsın ama kimliğinle meydana çıkabilirsin, gerektiğinde çıkmalısın. Kimliğini savunamayanın benlik bütünlüğünü koruması söz konusu olamaz. Bugüne kadarki kara düzen tahsilimin önemli kısmı kimliğimle alakalı görünse de o şeyleri öğrenmeye beni içten içe yönelten yine benliğimdi. Ben edebiyatı, siyaseti ve felsefeyi benliğimin tarihteki ve tabiattaki serüvenini anlamama yardımcı olduğu kadar değerli buluyorum. Temel motivasyonum fayda. Aynı zamanda bir ödev bu. Mesela Avrupa’nın 17. yy. kavşağında yaşadığı bilimsel devrimin mahiyetini öğrenmeyi görünüşte kimlik meselesinin mütemmim bir cüzü olduğu için, özünde ise benliğimi tanımama yardım edecek bazı işaretler barındırdığı için önemsiyorum. Öğrendiklerimiz bize ya donanım ya korunum sağlamalı. Donanım düz yazının gereğidir, korunum şiirin ereği. Vaktiyle “düzyazı ölünecek yer değil” demişti biri. Evet, ancak korunmaya değer şeyler uğruna yaşayıp ölmeli. Düz yazıyı şiirimi korumak üzere, şiiri de insanlığımı korumak üzere yazıyorum.

Faydaya dönük bu okuma yazma hattının omurgasını bütün eğilip bükülmelere, zikzaklara rağmen koruyabiliyorsam öğrendiğim hemen her şeyden istifade ediyorum diyebilirim. Yaş ilerledikçe üzerime kâbus gibi çöken yetişememe korkusuna karşı bana en lazım olan şeylere yönelme dikkatiyle hareket ediyor, diğer her şeyin derece derece başkalarının işi olduğunu kabul etmenin ferahlığını yaşamaya çalışıyorum. En klişe söz en değerli söz katına yükseliyor bu noktada: Hangi işi yapacaksan o işte elinden gelenin en iyisini yapacaksın. “En iyisini yapmak”ı yarışmada altın madalyayı kapmak gibi anlıyoruz. Asla böyle değil. Yapabileceğinin en iyisini yapmaya çalışan her kişi o işin en iyisidir. Her iyi iş; kıyasa, eklemeye, çıkarmaya ihtiyaç duymayan BİR TAM İŞtir. Malumatçı ve hesapçı kafa bunu anlayamaz. Elimizden geleni yapıyorsak hepimiz en iyiyizdir. “İyi, daha iyi, en iyi” dostluğunu sağladıkça yan yana, bundan gafil oldukça tek başınayız.

İstemek ve yapmak bahsinde anlamaya değer bir çelişki, bir “kader cilvesi” var. Bir yerde cümleye “kader” girdi mi “irade” de peşi sıra giriverir. Ben şunu hedef ittihaz ettim, buna niyet ettim dediğimde kendi çapımla ilgili bir şeyi de zımnen ilan etmiş oluyorum. Yukarıda ereğimden bahsederek enaniyetimin ne kadar kabarabildiğini ihsas ettim. Aslında şunu demek istiyordum önüme o hedefi koyarken: “Ya Rabbi, beni değersiz ve ömrümle sınırlı kalacak işlerle kısıtlama. Öyle bazı şeyler yapmam mümkün olsun ki öldükten sonra da ecrim devam etsin.” Bu yani. Yoksa mesele şunun gibi olmak, bunun gibi bilinmek değil. Değil imiş. Neye dua ettiğimizi bile ancak yıllar sonra kavrayabiliyoruz.

Bitmeyen bir defter istediysen tükenmeyen bir mürekkep yalamak zorundasın. Tükenmeyen mürekkebi modern eğitimin “her şeyden biraz” prensibini benimseyerek elde etmek imkânsız. Öte yandan “bir şeyi hakkıyla bilmek için her şeyi bilmek”i dayatan bir enformasyon despotluğu altında yaşadığımız da vakıa. Yine de bu çelişkiden kurtulmak mümkün. Dert, bilgilenme faaliyetlerimizin temelinde “faydalı ilim (gerek)” ve “salih amel (erek)” mefhumlarının bulunmayışından doğuyor. 

Muhammed SARI (5 Şevval 1445 - 14 Nisan 2024)

KAPIYI BÜYÜK AÇMAK

İlk yazıya dönüp baktım da epey iri laflar etmişim: el vermekler, dil vermekler, dirilmekler, kefeni yırtmaklar… Ne yapıp da kefeni yırtacağım acaba­ veya yırtacağız? “Ben” ve “biz” dediğime göre size bir şey mi teklif ediyorum, sizden bir şey mi bekliyorum? Doğrusu bezirgân değilim, metâım yok, alıp satmaya gelmedim. Emin olduğum şudur: Herkes evvela kendi kefenini yırtma çabası göstermekle mükellef olsa da kefenden çıkmakla işimizin bitmemesi işe “biz” zamirini de karıştırmamı gerektiriyor. Yani tek tek saplandığımız günah çukurları olduğu kadar, kitleler halinde infaz edilip gömüldüğümüz yalan ve safsata mezarları olduğunu da bilmeliyiz. Bireysel uyanış söyleminin cazibesine kapılmamak zor. Anlamlı bir yekûn tutacak sayıdaki insanın dayanışmasından doğan bir ayıklığa ulaşılamayacaksa -müstesna örnekler bir yana- bireysel uyanışa bel bağlanabileceğine inanmıyorum. Aristo “tek başına bir insan ya tanrıdır ya hayvan” demiş. Doğru. Siyasette ve sanatta bağlanamama hastalığıyla malulsen ya tek uyananın kendin olduğunu zannedersin yahut uyanış diye bir derdin hiç olmamıştır. İki hâlden de aslandan kaçar gibi kaçmak lazım.

Görünüşe göre “kefeni yırtmak” tabiriyle işe başlayarak üçüncü yolu tercih etmiş, yani boyumdan büyük bir işe kalkışıp “kapıyı büyük açmış” bulunuyorum. Hıristiyanlar suret-i haktan görünerek “dar kapı”dan geçmeyi öğütler. “Dar kapıdan geçmek” Batı’da kendini tanrılaştırırken diğer insanları sürüleşmeye iten bir zihniyetin yansıması olmuştur zamanla. Müstekbirlerin mustazafları kandırmasının bir parçasına, talkın-salkım hikâyesine dönüşmüştür. Batı tarafından iki büklüm hâle getirilmiş varlığımızın silkinip cesametini bulmasını engelleyen böyle kabullere ihtiyatla yaklaşalım. “Büyük kapı” deyince aklına “Bâb-ı Âlî’” yahut “Divanyolu” gelenlerle de yolumuzu ayıralım. Ben ikili mekanizmaların dışına çıkıp kapıyı büyük açmaktan yanayım, çünkü büyük kapıyı açmaktan yanayım. Her an Hakk’ın divanına yönelme imkânı verilmesi bizi dolambaçlı yollara sapmaktan kurtarmıştır. İslam’a göre Hakk her an yanı başımızdadır. Bu nedenle insan için evvela sözlü kabul ve yöneliş esastır, yani İslâm’a giriş kolaylaştırılmıştır. Sabır ise sonra, bu irtibatı korumak, korumadan doğan korunmayı hak etmek için tavsiye edilir. Ehl-i kitap başta olmak üzere antik veya modern birçok batıl itikat çileciliği ve ruhbanlığı erek haline getirmekten kurtulamamıştır. Bu açıdan “kapıyı büyük açmak” bir iddia değildir; büyük kapının her an yanı başımızda olduğunu bilmek ve kapının açılmasına muntazır olmak dışında bir anlam taşımaz. Aksi takdirde, sözlüklerdeki manasıyla kapıyı büyük açmaktan bahsedenin hesapsızca harcayacak birikimi olması ve gözünün bu masrafı yapacak kadar kara olması lazım. Ne var ki ben bir süre zarfında, bir yerlerde, bir şeyler biriktirip gelmiş, dolmuş da taşmış değilim. Aksine, son derece istikrarsız ve savunmasız bir ruh haliyle yazıyorum. Kendimi tanrılaşmamak ve hayvanlaştırmamak için bir iletişim kanalı bulmaya çalışıyorum. Benim için yazmadan da kefeni yırtmak mümkün olsaydı yazmazdım. Yazarak yırtacağımın garantisi ise hiç yok. Tam anlamıyla dar boğazdayım! Olsun. Niyetim kadırgaları karadan aşırıp açık denize varmak.

Hep kefenden bahsettiğimize göre bir gecikmeden de söz etmeliyiz. Müslümanlar olarak lehimize ve aleyhimize olan şeyleri çok geç idrak etmek gibi kronik (en az batılılaşma kronolojisi boyunca süren) bir hastalığımız var. Geç vakte kaldığımız, bizi ayakta uyutup kefenlendikleri muhakkak; ama iş işten geçti mi henüz bilmiyoruz. “Geç de olsa…” kaydına sığınılarak birçok işin başarılabileceği inancındayım. “Gecikmişlik”in büsbütün yitip gitmek olmadığını kendi hayatımdan biliyorum. Hiçbir özel geçmişi olmayan bir ailede, ortanca çocuk ve büyük oğul olarak doğan benim şiir yazmam bile başlı başına mucizedir. Şiirlerimdeki gerilim ve belirsizlikleri ortancalığıma, etik yönelimi büyük oğul oluşuma bağlı olgular olarak görüyorum. (Eğer ailenin küçük çocuğu olsaydım belki şiirimde aylaklığın dibine, ukalalığın dik âlâsına şahit olacaktınız.) Şiir yazmaya pek de elverişli olmayan bu zıt kutuplar arasında bile kendimi hep şair (büyük kapının açılmasına muntazır) bildim. Yazmayı ihmal ettiğim (geciktiğim), yazdıklarımın yayınlanmadığı (geciktirildiğim), hatta yazmanın bir anlamının olup olmadığı sorusuna cevap bulmakta zorlandığımız şu son yıllarda da duygum değişmedi. Bana kalsaydı (hiç bana kalmadı, bir kere bile) birinci sınıf bir şiir okuru olmakla yetinecek, asıl iş olarak erkenden Arapça öğrenip sadece Kur’ân ve Hadis ile meşgul olacaktım. Okuryazarlıktaki ilk ve son hedeflerim bunlardı. Görünüşte zaruretler yüzünden, özünde bilmediğim bir hikmete binaen işler farklı gelişti. Hakkıyla ilim tahsil etmek nasip olmadı. Sadece şiir okuru olarak da kalamadım.

Olaylar gelişir ve insanların çoğu olayların onları getirdiği yerdedir. Geldiğim noktada ne bilgisiz bir şairim ne de şiirsiz bir bilgiç. Fakat bu iki insan tipinin sayılarının bütün dünyada çığ gibi büyümesinden muzdaribim. Bizi, bilgisizliği yüzünden duyguları kolayca istismar edilebilen insan yığınları ile şiirsizliği yüzünden gemisini tahakkümle yürütmeye alışmış bir grup zorbanın çıkar birliği kefenleyip koydu bu hâle. Kimilerinin hadis diye naklettiği “Ölmeden evvel ölünüz.” kelam-ı kibarını yeri gelmişken anmalıyım. Hadis olsun olmasın, bu tavsiyedeki manaya ters düşmeden, aksine onu tamamlar mahiyette şöyle söyleme ihtiyacı duyuyorum: “Ölmeden evvel sakın ölüp mölmeyiniz.” Çünkü yarın mizana konacak amellerin diriliği, hayattayken kötülüğe direnmek gibi bir derdimiz olup olmadığına bağlıdır. 

Muhammed SARI (30 Ramazan 1445 - 09 Nisan 2024)

KEFENİ YIRTMAK

Tarihin ve onun ân’daki uzantısı olan aktüalitenin çepeçevre tazyiki altındayız uzun süredir. Ne öncemizdeki hadiseleri tetkik edecek geniş zamanlara ne dünyalık derdiyle koştururken soluklanacak mekânlara sahibiz. Bakışlarımız, bizi huzursuz eden şeyin kıskaca alınmışlıktan mı yoksa rabıtasızlıktan mı kaynaklandığını söyleyecek kadar bile berrak değil. Bu bulanık manzaraya sağırlığa varan bir hâl de eşlik ediyor. Muhitimizde dönüp duran seslerin sahiplerini, muhataplarını, giderek bizimle alâkasını kurmakta zorluk çekiyoruz. Körlerin sağırların birbirini -neden ağırladığını bilsek bile- nasıl ağırladığına, buna ağırlamak denip denemeyeceğine şüpheyle, hayretle yaklaşıyoruz. Keşif ehlinin bildirdiğine göre insanın sekerat anında görme ve işitme duyuları keskinleşir, vefattan kabre kadarki süre boyunca bu hâl sönümlenerek devam edermiş. Naklin sıhhatini sınama imkânımız yok, fakat aklın bize söylediği şudur: Hâlimiz kefenlenmiş meyyitten farksız.
 
Ne zaman, nerede, neler oldu da kefene girdik? Bizi kefene kimler koydu? Kefenin ince beyaz dokusunun ötesinden birtakım karaltılar seçtiğimize, bazı nidalar işittiğimize göre henüz ölmemiş olabilir miyiz? Akla en yakın açıklama bu olsa gerek. İyi de diri isek neden elimiz ve dilimiz değil de sadece gözümüz ve kulağımız çalışıyor? Algılar açık, kılgılar felç. Dış faktörlere alabildiğine maruz, fakat maruzatını arz edemeyen bir gövde yatıyor orta yerde. Edilginliğin bu derecesi insanı mutlak ölüme götürmez mi? Kişi diriyse toprağın üstünde, ölüyse altında olmalı. Tuhaftır ama kefenlenmiş kişi aynı zamanda bir çelişkiyi,  bir imkânı da temsil ediyor. İnsan ya kefeni yırtıp diri olduğunu gösterecek ya da dirilmek için mahşer gününü bekleyecek; başka yolu yok.
 
Hayat gösterdi ki ve kapitalizme maruz kalan Türk’ün tarihi bilhassa öğretti ki insan için dünyada ölümden beter şeyler var. Kefenlenmeye varan hadiseler silsilesi ayrı bir hikâye; orta yerde yatan kefenlenmiş bedeni toprağa girene kadar pek çok tehlike beklemektedir. Tehlikelerin en birincisi sahipsizlik. Başında bir bekleyeni, yerden tutup kaldıranı olmayan her beden kaçınılmaz olarak payimal edilecek, darbeler yiyecek; kazaların, dikkatsizliğin ve hürmetsizliğin kurbanı olacaktır. İnsanı ölmekten beter edecektir düşkünlük ve sahipsizlik. Buna rağmen şairin söylediğine inanmalı mı? Yere düşmekle cevherin kıymeti sâkıt olmaz diyebilir miyiz gerçekten? Kefene konan beden ayakaltından kaldırılsa bile bu kez güneşin ve yağmurun altında kalmaktan doğan tehlikeler baş gösterecektir. Sıcağa ve neme fazla maruz kalan gövdelerin solduğunu, katılaştığını, nihayet kararıp çürüdüğünü biliyoruz. Çürümenin cerahatiyle hastalık yayması bir yana, yayılan kerih koku yüzünden civardaki yırtıcıları başına toplaması nasıl engellenecek? İster insafsız avcılara hizmet etsin ister kendi midesi hesabına çalışsın, gövdeyi kurt dişlerine karşı nasıl koruyacağız? Peki çürüyen bünyenin kendi ürettiği kurtçuklar ne olacak?
 
Kefenlenmek, canlıların bir plasentayla veya atmosferle çevrelenmesinden farklıdır. Besleyici bir zardan ibaret olan kritik plasenta evresini hiçbirimiz hatırlayamayız. Atmosferde denizin içindeki balıklar misali yaşadığımız aklımıza bile gelmez. Bunlara mukabil kefenleniş uyandırdığı inkıbaz ve kesafet duygusuyla hayatımızda gayrıtabii bir aşamayı temsil eder. Bu bakımdan besâtet ve letâfetten kopan insanları ve toplumları kefenlenmiş, öte tarafa “postalanmaya” hazır sayabiliriz. Bilmek zorundayız: Bizi besleyici bir kültürel ortam mı kuşatmaktadır yoksa hayatımızda dünyaya karşı bağışıklığımızı zayıflatan bir yönsüzlük, bir amaçsızlık mı hâkimdir? Ortamı besleyici bulan memnunlara diyebileceğimiz fazla bir şey yok, onlar olan bitenlerin hem suç hem kâr ortağıdırlar. Bizim sözümüz kendini bunaltan gidişatın adını bir türlü koyamayan memnuniyetsizlere ve tarihin getirdiği noktada mezarın kenarına kadar sürüklendiğini duyumsayan endişe sahiplerine. Ancak memnuniyetsizler ve 
endişe sahipleri rüzgârda hışırdayanın yaprak değil kefen olduğunu, çatırtıların ağaçtan değil tabuttan geldiğini fark etmeye yaklaşabilir.
 
Kefen içindeyiz. Bilgisizlikten, duyarsızlıktan dokunma bu kefeni yırtmak zorundayız. Bunun için en gerekli şey bir “el” elbette. Fakat Türklerin henüz elsiz kolsuz olduğunu kabul etmek mecburiyetindeyiz. Şartlar el vermiyor. Türk’e el veremiyoruz. Öyleyse yapılacak en iyi şey ona “dil” vermektir. Elin yetmediğine dilin yetmesi mümkündür. Türk’e dil verebilirsek belki kefeni yırtacak birilerini çağırmanın yolunu da bulmuş oluruz. 

Muhammed SARI (26 Ramazan 1445 – 06 Nisan 2024)