HAKLININ HAYATI

Hak bahsinde insanların durduğu yer hayatlarının gerçeğe en yakın resmini verir. Hakkı ve haklıyı savunmak hemen herkesin peşinen kabul ettiği erdemlerdendir. Ne var ki işin içine “peşin” ve “herkes” kelimeleri girmişse bunun ticarete veya gösteriye dönüşmesi an meselesidir. Doğrusu haktan, haklılıktan yana olduklarını söyleyen insanların çoğu sadece “gürlüyordur”, o kadar. Yağmayacaklardır. Hakkın ne olduğunu bilmeyen, hakkaniyet namına bedel ödemeyen kişilerin savunusunun ne kıymeti olabilir? Yiğitlik hakkı peşinen savunup savuşmak değil, meydandan kaçmayıp gerektiğinde bedelini taksit taksit ödeyebilme sabrıdır.

Sokrates’in savunmasından beri biliyoruz ki hakikati savunmanın yolu kişinin kendi haklılığının savunulabilirliğinden geçmektedir. Savunulmaya değer bir hayat yaşayanların harcıdır hakikat savunusu. Hayatını hakikatiyle buluşturana ne mutlu! Varoluşunun güvenliğini inandığı hakikatten devşiren kişi, diğer deyişle “emanı imanda bulan mümin” orta yolu bulmuştur. Bulan buldurmakla mesul. Güvenlik hattı, uzatılan güvenlik halatını tutmak ve başkalarına uzatmakla tesis edilebilir. Ve insanlar arası hak, hakikat kavrayışları ne kadar uyumluysa güvenlik hattının güvenlik sathına dönüşmesi o kadar mümkün olur. Hakikatten gafil olanlar dünyada yalnız kendi istihkâkını (tayınını, kumanyasını, ihalesini, avantasını) kapma derdindedir. Kendi haklılığından bağımsız bir hakikat tasavvuru olan cahiller ise hayal peşinden koşuyordur ve peşine takılanları aldanışa sürüklüyordur. Hem de en yakınından başlayarak. Örneğin; bir kadın ancak erinin sözünü dinlemekle ve bir erkek ancak sözünün eri olmakla haklılığını ispat edebilir. Fakat bunu bir kez de sağlamasıyla ifade etmezsek her şeyi ispat değil berbat etmiş oluruz: Başın başa bağlılık şartı, bağlılık isteyen başın bizzat şeriata bağlı olmasıdır. Yani sözünün eri olan erkek kadının kendini dinlemesini istemekte “hak-lı”dır. Kadın, sözünün eri olmayan adamı dinlemeyip dilediğini eylemekte “hak-lı”dır. Kendisine ve başkasına karşı haksız muameleyi kabullenmeyen kadın ve adam “hak-lı”dır.

“Hak-lı” sıfatı “güç-lü”deki gibi mâlikiyet iddiası taşımaz; çünkü hakkı temellük bir yanılsamadan ibarettir. “Hak-lı” sıfatı Mekkeli, İstanbullu, Şamlı gibi mensûbiyet ve âidiyeti ifade eder. Bu nazarla baktığımızda “hak-lı” denince yeri yurdu belli, ayakları yere basan bir insanı resmetmiş olurken “hak-sız” denince gözümüzün önünde temelsiz iddialara sahip, boşlukta savrulan bir insan figürü canlanır. “Hak yerini buldu” dememizin mânâsı budur. "Hak-lı" olduğumuzda aslında yerini bulan biziz. Kendini bir yere nispetle tavsif eden kişi oranın hukukuna tâbi olduğunu ilan etmiş olur. Haksızlıklar karşısında hakikat yurdunun töresine göre yaşayacağım demiş olur. Eğer haklılığı “yargılama gücü” olarak anlamaya eğilimliysek bir yöne, “gücü yargılama” eğilimi olarak anlıyorsak başka bir yöne gideceğiz. Bu bakımdan taşınacak en ağır yüktür haklılık. Haklı, bir yandan “adalet” ile “saray” mefhumları arasındaki ayrı gayrılığı gidermek, öte yandan “adalet sarayı” ve “sarayın adaleti” gibi yalanlara geçit vermemek zorundadır.

İnsanlar arası münasebetlerde en geç ve en güç tecelli eden değer adalettir. Hasetçi varlıklar olduğumuzdan basit bir hakikati görmemiz koca bir ömür alabilir. Toplumlar ve kurumlar da böyledir, bir hakkın sahiplerine teslim edilmesi yüzlerce yıl sürebilir. Yüzlerce yıla bir hak… Bir ömüre bir hakikat… İnsaf ve kanaat ehli olana yeter de artar bile. Yeter ki hak yerini bulsundur. Hakikat bahsinde zamanın ve sayının bir önemi olmasa gerek. Hakikati nereden yakaladıysan oradan itibaren hayatını temize çekmeye başlayabilirsin. Nebiler hariç kimse temiz kalamaz. Temizlenmiş olarak ölmeyi ümit edebilir ancak. En büyük kahramanlık budur. Cennete denk duygu budur.

Dışarıdan bakınca haklının hayatı cehennemden farksızdır. Oysa gerçek böyle değildir. Hayatı kendileri dâhil herkes için cehenneme çevirenler hakkın kendi inhisarında olduğu vehmine kapılmış kimselerdir. Hakkı kendine yontan kişi haklı değil artık sadece bir zorbadır. Haklılık ile zorbalığın bitişik varoluşundan doğar en büyük güçlük. Kişi bu imtihanın üstesinden gelebildiği takdirde daha dünyadayken en büyük armağana, yani adaletle tanışma şerefine erişir. Haklılar, dünya hayatının cehennem oluşunun kendi hayatlarını da cehenneme çevireceği yanılsamasından kurtulmuştur. Haklının hayatı, haklılığı savunduğunu söyleyen insanların ılıman hayatına da benzemez. Haklının hayatı serinliktir.

Muhammed SARI (18 Rebiülevvel 1446 - 21 Eylül 2024)

DALGA DİYALEKTİĞİ

Bilginin en ilginç fakat üzerinde en az durulan yanlarından biri bir problemin “kendiliğinden” açıklığa kavuştuğu anlardır. Gündelik meşgaleler içindeyken, zihnimizi kurcalayan meseleleri arka plana “çalışır vaziyette” itmiş, hatta çoğu zaman onları o arka bölgede unutmuşken ansızın gelen aydınlanma sayesinde kilit taşının yerine oturduğunu tecrübe etmişizdir. Karanlığın yerini aydınlığın almasını sağlayan o biliş ânı sayesinde coşarız. Zihnin arka planda da olsa “çalışır vaziyette” oluşu, bilebilmek için gereken hazırlığın tamamlanmasını temin eder. Fakat hazırlık bilginin gelişini garanti edemez. Aksine, fazla hazırlıklı olmanın kasılmaya, bilginin doğuşuna (doğuma) mani olacağını söylemek bile mümkündür. Elde çapayla ve tırmıkla bekliyor olabiliriz. Gökte kara bulutlar görünmüş olabilir. Fakat yağmur yine de yağmayabilir. Bu yüzden “kultur” denen değirmen ekseriyetle biriktirme ve taşıma suyla döner. Şiirin gürlüğü ise gökten inene bağlıdır.

Bilginin sürpriz gelişi, bizi gafil avlayışı heyecan uyandırır. Okumayı sökmek, ilk adımı atmak veya şiirin ilk mısraını bulmak bu türden coşkulardır. “Sürpriz” eski bir askerî kelime, “bir yeri hızlı ve öngörülemez biçimde ele geçirmek, bütünden bir parça koparmak” anlamındaki harekât tarzına verilen ad. Ansızın gelen bilgiyi biz mi ele geçiriyoruz, bilgi mi bizi ele geçiriyor düşünmek lazım. Ancak biraz daha dikkat edersek bizi asıl ilgilendirmesi gerekenin bilginin niteliğinden önce kaynağı, yani “bir inayet olarak indirilişi” olduğunu fark edebiliriz. Kendimize sürpriz yapamayacağımıza göre sürprizi biri bize yapmıştır. İnen her ne ise bizim sınırlı idrakimize göre inmiştir, bir tür indirgemedir nihayetinde. Fakat “bilginin indirilmiş olduğunu fark etmek” de bir tür bilgidir ve bu bizi daha üst bir kavrayış katına yükseltebilir. Ayrıca, bir şeyi bildiğimizde bilmenin nasıl olduğunu da nispeten bilme imkânı yakalamış oluruz ki bu da bilginin başka bir veçhesidir. Bilginin katmanlı doğasını göz ardı edersek kat kat kazançlı çıkacağımız yerde yalınkatlığa mahkûm olma tehlikesi baş gösterir.

“Bilgiyi bilmek” ile “bilme ânını bilmek” bir arada gerçekleştiğinde insan varlığımız şükürle dolup taşar. Öyle bir dolup taşmadır ki bu, sürgit devam etmesi düşünülemez. Çünkü fark edişleri gark oluşlar takip eder, kabımızın hayret ve hayranlıktan çatlaması kaçınılmaz olur. Uyku ve ayıklık süreklilik gösterebilir, uyanış ve uykuya dalış ise anlıktır. Bilginin bir “süreklilik ve kesinti ilişkisi” içinde var olduğu gerçeği şiirin sağladığı bilgi söz konusu olduğunda kendini daha çok belli eder. Şiirin narin bedeni ne sürekli uykuya ne sürekli ayıklığa tahammül edebilir. Şiir ne kesintilerle ne anlık itkilerle yol alabilir. Şiir için süre önemli değildir, çünkü birkaç dakikalık şiir yazma deneyimi dahi insan ruhunda ömür boyu unutulmayacak izler bırakabilir. Saniyelik rüyanın saatlerce sürdüğünü zannetmemiz gibi. Şiir için dalıp çıkmanın diyalektiğidir esas olan. Dal-çık ânlarına yakından baktığımızda görürüz ki seyrüsefer “… > bilme ânı > bilişin lezzeti > bildirilmişliğin fark edilmesi > bilginin dilde görünüşü > yeni bilgi için dalışa geçilmesi >…” şeklinde sürüp gitmektedir. Şairin ümidi vuran dalgaların üzerinde mümkün olduğunca kalabilmek yahut nefesi yettiğince dalıp sudan nasibini çıkarabilmektir. Tekne önünde sonunda alabora olacaktır. Bile bile “yürür zavallı kırık teknecik, yürür.” Kaptan kimdir? Deniz nedir? Kıyı nerededir? “Tekhne” bunları bilemez.

Şiire dalmak aydınlanmayla sonuçlanabilir ama her aydınlanma beraberinde yeni dalgınlıklar getirecektir. Bu sebeple bilgiyle karşılaşma ânımıza dair ilk izlenimlere uzun boylu güvenmek yanıltıcı olabilir. Düşünce ve sanatta derinleştikçe en esaslı değerin “bilmek” değil “hatırlamak” olduğunu anlarız. Dalma ve çıkmanın, kevn ü fesadın sersemleten döngüsüne kapılarak bir yere varılamayacağını anlaması gereken ilk kişi, onlara en çok bel bağlayıp ömür tüketen kişidir, yani şairdir. “Hatırlamak” şaire ufku ve kutup yıldızını verir. Koordinatı ve rotası olan bir şairin bilgilenme serüveni “tekhne”si batsa da çıksa da kıymetlidir.

“Günün birinde İthaki’ye, ata toprağına varırsak
büyük bir tapınak yapalım
seçkin adaklar adayalım bolca.
Fakat tanrı kızar da yok etmek isterse gemimizi
boğulup gidelim dalgalarda daha iyi
sürünerek öleceğimize bu ıssız adada”

Muhammed SARI (12 Rebiülevvel 1446 - 15 Eylül 2024)


DİLDE ŞAKIMAK

- Aristoteles mi Platon mu?
- Sokrates!
- Platon mu Sokrates mi?
- Homeros!
- Pekiy, Homeros mu…
- Boşver!

Nasıl düşünebiliyoruz? Bilmiyoruz. Nasıl konuşabiliyoruz? Orası da muamma. İnsanı diğer mahlûkattan ayıran en temel belirtilere dair bildiklerimiz çoğunlukla zandan, yakıştırmadan ibaret. Yine de düşünmeye, konuşmaya devam ediyoruz. Hayatî meseleler hayatın akışı içinde üzerine kafa yormadığımız meselelerdir, çünkü kendi düzenlilikleri içinde işleyip gitmektedirler; işleyişleri aksadığında ise ölümcül tuzaklara dönüşüverirler. Tuzaklara düşmemek için parantezlerin korumasına ihtiyacımız var. Düşünmek ve konuşmak üzerine konuştuğumuzda hep bir parantez içinde olduğumuzu bilmeliyiz. Düşünmek veya konuşmak üzerine düşündüğümüzde parantez biraz daha genişler ama hepsi o kadar. Burada dikkat edilmesi gereken husus dilin konumudur. Düşünceye göre belki daha dar bir çapa ama kesinlikle daha kritik bir role sahiptir dil. Dil olmadan düşünceden de bahsedemiyoruz çünkü. Dilden bahsetmek için bile dile muhtacız.

Sonradan edindiğimiz bir beceri olduğu halde dilsiz bir hayat düşünemiyoruz. Öte yandan dilin hayatın kendisi olmadığını da biliyoruz. İster benliğin tadılmasında ister bizliğin tanınmasında olsun elimizdeki ortak zemin dildir. Teoriden varsayıma, zanndan yakîne bütün bilme biçimlerimizde dilin imkânları içinde hareket ederiz. Fakat dilin sınırları varlığın sınırlarını kuşatamaz. Dile gelmediği hâlde dil-öncesi ve dil-ötesi şeylerin varlığından eminizdir. Dile uğramayan varlıkları tanı(mla)yamıyoruz fakat varlığımızın dille sınırlandırılmasına da rıza gösteremiyoruz. Dil-öncesi ve dil-ötesi yapılar kişiliğimizin bizim bile farkında olmadığımız uç noktalarına dair semboller üzerinden sinyaller gönderirken dil-içi yapılar kimliğimizin yani herkesçe bilinmesini istediğimiz tercihlerimizin tutarlı bir dışavurumu olarak okunabilir. 

Dil-öncesi ve dil-ötesi bilme biçimleri ile dil-içinde ve dil-ile tesis edilen bilgilerin kesiştiği sınır kend’özümüzü tanıma ufkudur. Bu ufukta “öte-önce, iç-dış” gibi nitelemeleri sadece acziyetin ifadesi olarak ve mecazen kullanırız. Dille ilişkimiz esasen dile bir “iç” veya “dış” atfetmemize manidir; çünkü dille ilişkimiz iliştirme bir şey değidir. Dil kemiğin iliğidir aksine. Ayrıca kend’özümüzü tanıma ufkuna inildiğinde karşılaşılacak şeye artık dil denip denemeyeceği de tartışmalıdır. O ufuklarda hakkıyla gezinen Yûnus Emre şöyle der:

Sayru olmuş iniler, Kur'ân ünini dinler
Kur’ân okıyan kendü, kendü Kur’ân içinde

Bu beyitte oyunbaz bir dille ifadesini bulan şey dilin oyun ile gerçek arasındaki ufku temsil etmesi olsa gerek. Yalçın hakikatlerin yalın ifadesi ilk anda kimine amentü dedirtebileceği gibi kimilerini daha derin şüphelere gark edebilir. Dilin bir ufuk, bir sınır oluşunun, aynalayıcı ve bakışık karakterinin tabiî sonuçlarıdır bunlar. Yine de acele karar vermeyip Yûnus’un beyitteki sıralamasına dikkat kesilmekte fayda var: Yûnus’a göre kişi önce dilsiz/hasta olduğunu bilmelidir. Buna bilgisizliğin kabulü de diyebiliriz. Kişi hastalığı sebebiyle doğal olarak ağlayıp inler, daha doğrusu söyledikleri acıdan inleyip sayıklamaktan farksız olur. İnlemesi bir isyandan çok bir yakarış olur, bilginin talep edilmesi anlamı taşırsa muradına ermeye yaklaşır. Şöyle ki hastanın samimi inlemelerine cevaben nihayet karşı bir ünleme işitilir. Hasta yükselen bu sesi can kulağıyla dinlemelidir. Böylece dilin âhenksiz (inlemeli, sayıklamalı) istîmali yerine âhenkli bir dilin istimâına yönelmiş olur. Manasız sesler çıkararak inleyen benliğini, âhenkten ibaret olan o ünlemeye göre ayarlayıp akort ederek iyileşme yoluna girebilir. Şifanın harfte/konuşmakta değil seste/dinlemekte olduğunu anlayabilir. Şairin varmak istediği yer çok açık: İnsanın bir dil sahibi olması dilin gramerine vakıf olmasıyla değil, o dilde kendi şarkısını söyleyebilmesiyle, mümkünse o dilde şakımasıyla belli olur. “Elhân duyulmadıkça belâgat giran gelür” demesi bundandır Yahya Kemal’in. Verili dili konuşmak hakiki bir konuşmak sayılmaz. Dilin seninle konuştuğu, hatta dilin seni konuştuğu frekansı duymakla başlar sayrılıktan uyanış. Birçok kendiler Kur’ân’ı yüzünden okuyabilmektedir fakat Kur’ân’da kendi yüzünü okuyabilen pek azdır. Yüzümüzü özümüze yöneltmemiz ve özümüzün gürleşmesi ancak böyle mümkündür. 

Akıl sağlığımızı korumak için dil parantezini parçalamamak fakat özümüzü gürleştirmek için dil parantezinin dışına taşmak zorundayız. Her zorlukla gelen bir kolaylık vardır diyor âyet. Kolaylık şurada: Dilin tabanına inmek ve sınırlarına ulaşmak için gösterilen bütün çabalar son tahlilde onun bir işaretler sistemi olduğunun tekrar tekrar anlaşılmasıyla sonuçlanacaktır. Diğer ifadeyle, dil kendinin hücceti değildir. İşaret eder sadece. İşaret kelimesini fiilleştirmek istediğimizde o kelimenin önüne daima gizli bir “işaret olunan” geliverir. Türkçede işaret etmek “-i işaretlemek” veya “-i işaret etmek” kalıplarıyla kullanılır. Türkçe daima Kur’ân’ı işaret eder. Bir ayağımızı Türkçeye yani parantezin içine sabitlediğimiz takdirde diğer ayağın dışarı taşıp pergel misali Kur’ân hakikatlerinde seyrüsefer etmesi kolaylaşır. İşaretleri anlamadan işaret olunanı anlamak mümkün değildir.

Muhammed SARI (5 Rebiülevvel 1446 - 8 Eylül 2024)

BAŞINI ÇEVİR, GÖZÜNÜ AÇ

Eğitimden sorumlu devlet dairesi mutadı üzre geçtiğimiz aylarda müfredatı baştan aşağı değiştirdi. Niçin ve nasıl değiştirdiği bahs-i diğer. Ama ciğer yakan bir bahis bu. Bahs-i ciğer! Gerekçesiz bir kararla milyonlarca ders malzemesi çöp oldu. Zaten çöptü denebilir. Doğrudur. Fakat yenisi de çöp. En azından edebiyat müfredatı. Çöpleşmenin tarihi bizde epey gerilere uzanır, bugünkü mesele değildir. Birilerinin aklıyla bazılarının menfaati bir araya gelince ortaya çıkan lobiler herkesi etkileyecek bir güç odağına kolayca dönüşebiliyor memleketimizde. Türkiye böyle bir yer. Etkiye açık. Açıktan da öte: Etkiye aç ve muhtaç! Dışarıdan ve yukarıdan birileri onu sevk ve idare etmezse yürüyebileceğine kendi bile ihtimal vermiyor. Yaşıyor ama ne için yaşadığını bilmiyor. “Kendinde şey” diyorlarmış buna. Kendi’den şey’e doğru seyrediyoruz. 

Yeni ders kitabını açtığımda karşılaştığım ilk metin Faruk Nafiz’in meşhur San’at şiiri olunca sanatsız(tır)laşmayla ilgili izlenimlerim pekişti. Bizler edebiyat, sanat, felsefe diye bunların en kabuklaşmış, en dışlaşmış, en olmuş bitmiş hâllerini sunuyoruz talebeye. Lisede de lisansta da. Edebiyat, sanat, felsefe eğitimlerinin birer kendini keşif yolculuğu olması gerekirken meslekî öğretim formasyonundan ileri gidememesinin sebep olduğu hasar istatistikle ölçülebilecek cinsten değil. Aslında bunlar en az maddî külfetle bir milletin geleceği adına en büyük kazancı sağlayabileceği alanlar. Ne var ki bu kazanç da istatistiğe konu olacak cinsten değil. Edebiyat, sanat, felsefe eğitimlerinin maddî külfeti pek az ama serpilmek için ihtiyaç duyduğu manevî olgunluğu sağlamanın bedeli oldukça büyük. Bir asırlık cumhuriyet devri eğitiminin sayılar üzerinden şişirildiği resmî raporlara göz atarsanız istatistikçileri kurnazlığa sürükleyenin bu manevî külfet korkusu olduğunu görebilirsiniz. Tabiîdir. Kendini kolay kolay ölçtürmeyen ama insana boyunun ölçüsünü şıp diye veren ilimlerin karşısında hangi bilim dalı olsa tedirginlik hisseder. 

San’at şiirine bakınca kuvvetli bir şairin bile bu manevî külfetin altından kalkamayabileceğini görüyoruz. 1926’da, inkılâpların hızlandığı yıllarda yazılmış San’at şiiri. Diğer deyişle, ikbal dalgasını yakalamayı bilmiş, o dalga üzerinde uzun süre yol almayı başarmış bir şiir. Şairin kendini “memleket şiirleri” fikrine vakfettiğini ilan yılı 1926. Oldubittilerin bir devlet politikasına dönüşmeye başladığı o yıl Âkif Mısır’a gitmek zorunda bırakılmıştı. Maarif Teşkilatı Kanunu’nun çıkarılmasıyla okullardan hadis, fıkıh, kelam gibi dersler o yıl kaldırılmıştı. Bir asır geçti; inkılâp dalgasının altında kalanlar ile ikbal dalgasının üzerinde kalanların hesaplaşmasına şahit olmadık. Daha kötüsü, Faruk Nafiz gibi mühim şairlerin bile kendi kıymetlerine kıyan sipariş şiirler döşendiğine şahit olduk. O günün politik ihtiyaçlarına cevap verme kaygısı taşıyan ve doğu-batı karşıtlığı gibi yavan bir teze dayalı, yani sığ bir sanat tarifi yapan bu şiir millî gururu okşayan retoriği sayesinde eleştiriye konu edilmeden şöhretini bugüne kadar korudu. Biz-onlar, doğu-batı, köy-şehir retoriğini sipariş edip destekleyen de şairi kullanıp kenara atan da aynı inkılâpçı kadrolardı. 1926’da altı zaten boş olan şiirin 1937’deki Altı Ok'la içi de boşaltılmış oldu. 

İbretlik akıbete uğramış metinler bizde pek çoktur. Fakat zannedilenin aksine uzun yaşarlar. Uzun ömürlerini altı ve içi boşaltılmış kültürel ortama borçludurlar çünkü. Yoksa normalde politik tarihin bir dönemine ışık tutması bakımından anlamlı olan bir metnin, tutup bir asır sonra gençlere sanat mefhumunu, o mefhum üzerinden kimlik meselesini anlatmak için örnek bir edebî metin olarak sunulması tuhaflığını başka nasıl açıklayabiliriz? Yazan neyi niçin yazdığını iyi kötü biliyordu ama o metin üzerinden sanatı ve kimliği anlatabileceğini zannedenler ne yaptıklarını kesinlikle bilmiyor. Bu metnin olsa olsa “(Bence) San’at” bağlamında okutulabileceğini, hatta sadece o bağlamda okutulması gerektiğini ise hiç bilmiyor. Geçmişi neredeyse söylenceden ibaret hâle getirilen bir milletin sanat neyine? Retorik yeter! 

Kimlikten mi sanata gitmeli? Sanattan mı kimliğe varmalı? Kimlikten sanata gitmek ilk elde mümkün ve makul görünüyor. Fakat biraz dikkat edilirse, bunu savunmak sanatın katkısı olmadan da bir topluluğun kimlik sahibi olabileceğini, hatta bir millet olabileceğini kabul etmek anlamına gelir. Ortada sanatsızca oluşmuş bir kimlik vardır ve o doktriner kimlik artık kendini ifade edecek “sanatsal vasıtalar”a ihtiyaç duymaktadır. Bu formülde sanat (yani ruhun pedagojisi) her zaman eklentiden ibaret kalacak, zor zamanda terk edilecekler listesinin başında yer alacaktır. Tarihte sanatsız toplumlar olagelmiş ama bunlar bir millet karakteri gösteremeden silinip gitmiştir. 2024’ün muhafazakârlarını 1926’nın Kemalistlerinin devamı kılan şey sanatsızlıktır. İdeolojinin tahakkümü ile reelpolitiğin omurgasızlığı sanatsızlıkta birleşirler.  

Sanattan kimliğe varmak zahmetlidir ama kalıcı olan da budur. Kimlik “kim olduğunu bilmek” demek. Ve “bilmek” de din ile, sanat ile olur. Bilimle bilemezsin, çünkü o nesnelerin bilgisidir. Bildirecekse özneyi din ve/veya sanat bildirir. Özneyi nesneleştirmeden ve fail-i mutlaklaştırmadan elbette. Felsefe de bu şartlara riayet ettiği kadar özne ve kimlik adına sahih bir araştırma imkânı sunar. “Sanattan kimliğe varmak” ibaresindeki sıralılık izlenimi bizi yanıltmasın, kâinatta hiçbir oluş tek bir faktöre bağlı değildir ve tarih çizgisel bir seyirde meydana gelmez. Burada bir zaman veya önem sıralaması yok. Örneğin “Türk sanatı” ibaresinde ne Türk’ü ne sanatı birbirinin önüne koyabilirsiniz. Bir şey “Türk sanatı” olarak adlandırılmayı hak etmişse orada Türk ve sanat aynı şey olmuştur. Sıralama gramer gereğidir, hakikat daima grameri aşar. 

Bizim edebiyat, sanat ve felsefe eğitimimiz sanatsız kimliğin ve kimliksiz sanatın var olamayacağı hakikatini 1923’te paranteze almış, 1960’tan sonra ise sağ-sol fark etmeksizin bu hakikate tamamen düşman bir pedagojik cendereye sıkışmıştır. “Paid” ve “agogos”… Pedagoji “çocuğu bir yere götürmek için yapılan kılavuzluk, onu yönlendirmek” demek. Daha sarih bir ifadeyle çocuğun istikametini, dolayısıyla başını ve gözlerini bir yönden başka bir yöne çevirme işi. Toplumun sevk ve idaresinin sıfır noktası yani. Başımızdakiler başımızı bir o yana bir bu yana çevirdi durdu. Bize yeni bir akıl, yeni bir nazar vadedenler çocuklarımızı eldeki baştan, baştaki gözden de etti. 

Muhammed SARI (1 Rebiülevvel 1446 - 4 Eylül 2024)