Yazının başlığı çocukların okuma fişleri gibi mi oldu? Öyleyse tam isabet! Topu atmak üzere olan, çocuklaştırılmış bir millet hakkındaki yazının başlığı böyle olmuş çok mu? Yanlış mı görüyorum diye birkaç kez baktım fakat hayır; TRT dizisindeki Fatih Sultan Mehmed karakteri şahi topu besmeleyle ateşliyor, topun ağzından fırlayan futbol topu surlarda gedik açıyordu. “Surda gedik açtık” diye ünleyen Necip Fazıl bu sahneyi görse gediğin başka yerde açıldığını hemen anlardı. Öte yandan, merhum şair pragmatizmin şahını bilse de şahi toptan futbol topunun fırlamasına muhtemelen daha çok estetik kaygılarla itiraz ederdi. Şimdikiler bu kadarcık kaygıdan da uzak, düşünmüyor sadece işlerine geleni yapıyorlar. Bize yarayan ne biri ne diğeri. Güzellik ile fayda arasında tercih yapmayı kabullenen herkes, ahlâkı temel almadığı için uzun vadede ikisinden de mahrum kalacaktır. Topla top atan akıl yarın Zülfikâr’la döner kesecektir. Yoksa kesti mi?
Şaşırmıyorum tabii ki. Şaşırmış gibi de yapmak istemiyorum; -mış gibi yapmak şu şartlarda espriden ziyade acıklı bir hâlin tezahürü oluyor çünkü. Peki ne? Beni yazmaya iten sembollerin tarihteki seyirleridir, temsil ettikleri şeyin gerçekten var olup olmadığını öğrenme merakıdır. Mesela tüfeğin icadını namertçe bulmuş bu millet topun icadı hakkında ne buyurmuştu acaba? Resmi tarih birkaç itiraz ve tereddüt dışında fazla bir şey nakletmiyor. Bana kalırsa ne Köroğlu samurayca bir soyluluk duygusuyla hareket etmiştir ne de samurayların popüler kültüre uyarlanabilen prensiplerine bakarak Köroğlu’nun üzerine titrediği şeyi anlamak mümkündür. Kapitalizmin herşeyin suyunu çıkarıp metalaştırma işlemi sıra Türk kültürüne geldiğinde o kadar da sorunsuz işlemiyor. Daha doğrusu, diğer kültürlerin dert etmeyi çoktan bıraktığı bu işlem bizde hâlâ az çok bir tepkiyle karşılanıyor. Sorun sembollerimizin (şeairimizin) plastik açıdan yeniden yorumlanmaya uygun olmaması değil, biçimi değişen şeyin özünü muhafaza etmeyeceğine dair haklı endişemizdir. Türklerin “özü muhafaza etme” fikrini her şeyin önüne koyması formlarla ilişkisini tuhaf bir yere sürüklemiştir. Kılıç karşısında top-tüfek, sarık karşısında fes-kalpak, sancak karşısında arma-bayrak en bilinen misallerdir. Önceleri caiz olup olmadığı tartışılan bu nesneler zamanla Türklüğün alâmetleri arasında sayılır olmuştur. Bunu yersiz tutuculuğun ölçüsüz serbestiyetle sonuçlanmasının tipik bir sonucu olarak okumak mümkün. Diğer yorum, Türklerin içlerini kendi özleriyle dolduramadıkları formları benimseyememeleri, ilk fırsatta terk etme eğilimleridir. Ta ki 20. asrın ortalarına dek.
Kültürlerin Batı kültürüne entegre olma ve edilme biçimleri o kültürlerin öz-biçim ilişkisini nasıl kavradıklarını anlamamıza yarar. 19. asrın başlarından 20. asrın ortalarına kadar kati ve sert biçimsel değişiklikler üzerinden yaşanan bir Batılılaş(tır)ma misyonu söz konusudur. Buna göre Afrikalı artık yarı üryan değil efendilerinin uygun gördüğü kılıkta gezecek, Türk saçını başını açıp matruş bir suratla gezecek, Japon kimonosunu çıkarıp topuzsuz ve kılıçsız gezecektir… Özü baskılayan, söndürmeye çalışan, biçimi dayatan bir anlayış hâkimdir. Dayatmaya maruz kalanlar nevzuhur biçimlerin kadim öze ilişemeyeceği düşüncesiyle teselli bulmuş, zamanı gelince özün açığa çıkacağına inanarak sabırla beklemiş, çok uzun süre savunma pozisyonunda kalmıştır. Bu tutum neredeyse tamamıyla Batı lehine olmuştur. Özellikle de öz-biçim tutarlılığı ile tanınan Türkler bu sürecin sonunda özü koydukları yerde bulamamanın şokunu derinden yaşamıştır. Ortada ne idüğü belirsiz birçok biçim olduğunu ve o biçimler yoluyla içe sızmış yabancı özütlerin kendi mayasını bozduğunu fark etmiştir.
Batı biçimsel standardizasyonun küresel ölçekte işler durumda olmasının verdiği güvenle II. Dünya Savaşı’ndan sonra yeni bir safhaya geçip kültürlerin özünü de dönüştürmeye yönelik hamlelerini yapmaya koyulduğunda özünün gürlüğünden dem vuracak bir karşı kültürün direnişiyle karşılaşmadı. Sert güç safhasında çeşitli isyan ve bağımsızlık hareketleriyle varlık göstermeye çalışan Batı dışı kültürler bu yeni stratejiye, “Dostça konuş ve büyük bir sopa taşı!” stratejisine karşı bir şey yapamadı. Zaten doğru temellendirilememiş olan “öze dönüş” söyleminin köküne 1960’lardan sonra kibrit suyu döküldü. Uzun yıllar deformasyona maruz kalan kültürlerin muhafaza edilecek bir özleri kalıp kalmadığı giderek bir tartışma konusu olmaktan çıktı. Malî güç finansallaşarak soyutlaştıkça ve askerî güç teknolojiyle sofistike hâle geldikçe perde arkasına çekildi, böylece meydan savaşları yerini medya savaşlarına bıraktı. 1980’den sonra ortada öz veya özler yoktur, sadece biçim ve sembol takasını mümkün kılan transformatörler ağı vardır. 19. asırda kapitalizmin yayılabilmesi uğruna sürgün edilen ruhlar bu kez kapitalizmin sürdürülebilmesi için tarih sahnesine geri çağrılmıştır. Fakat bambaşka bir misyonla! Artık Batılı efendiler moda haftalarında Afrikan nüdizmi konseptini satıyor, pos bıyığı ve başında fesiyle bir Osmanlı külhanbeyi figürü top sahasında Batılı rakibini tokat manyağı yapıyor, Hong Konglaştırılmış bir dijital evrende sarışın savaşçı dişiler samuray kılıcıyla Batılı patronlara yargı dağıtıyordur… Yumuşak güç stratejisi sert güç stratejisini hem tamamlamış hem aşmıştır. Kılcallara kadar pompalanmış bu kirli kanı geri itecek veya damarları temizleyecek bir karşı tazyik odağı yok bugün.
“Dostça konuş ve büyük bir sopa taşı!” Sopa mı söze, söz mü sopaya daha çok şey borçludur? Modern siyaset felsefesini kabaca bu iki kampa ayırarak incelemek mümkün. Nihayetinde bu kampların birbirinin tamamladığı unutulmamalı. Batılılar sözün arkasında sopa yoksa ütopyaya, sopanın arkasında söz yoksa radikalizme saplanacaklarını en kanlı tecrübelerle öğrendi. Öğrendikleri diğer şey, döngünün kırılması değil yönetilip bilhassa Müslümanlara ihraç edilebilmesi hâlinde hegemonyalarının süreceğidir. Öğrenmeye niyetli olmadıkları, öğrenilmesini asla istemedikleri şey ise radikalizm ve ütopyanın ötesinde sahici bir yol yürüme imkânının kıyamet kopmadıkça var olduğudur. Son kurban bayramı konuşmasında İsmet Özel’in “Elimde sihirli değnek yok, size dokunarak sonuç elde edemeyeceğimi biliyorum, ama en çok bunu istiyorum.” deyişi bu bağlamda bende bereketli çağrışımlara vesile oldu. Şairin sihirli değneğini Roosevelt'in büyük sopasıyla karıştırmamak gerek. Şair insanların haysiyetli bir hayatın mümkün olduğunu, bunun hiç de uçuk kaçık bir fikir olmadığını anlayacak vüsat ve irtifaya kavuşmasını istiyor. sadece Mümkünse ankarîbüzzaman istiyor, çünkü harikulâde bir gelişme (gökten inen bir lütuf) olmazsa hâlimizin pek iç açıcı olmadığını görüyor. Diğer yandan, sözün ve sopanın yetmediği ve beklenen lütufun gelmediği noktada işleri her şeyi gören Allah’a havale etmenin en hayırlı yol olduğunu işaret ediyor. Yani “sihirli değnek” bir ümitsizlik ve çaresizlik ifadesi değil. Hayatı boyunca gözbağcıların ve değnekçilerin kirli işbirliğini ifşa etmiş bir Hak erinin sözleri bunlar.
Muhammed SARI (24 Zilhicce 1445 - 30 Haziran 2024)