İster bir “iz”in peşinden gitmek, ister “ıs”sızlığı gidermek manasında olsun “istemek” varoluşumuzun özünden taşar. Ve insan-oluşumuz ebediyeti, gücü veya sevgiyi istemeyi de hasedle, şehvetle veya ihlasla istemeyi de içine alır. Bizden taşar ve bizi kuşatır istemek. Bu sebeple insanlar, istekleri karşısında hem hakem hem mahkûm konumdadır. Aynı anda terazinin hem kefesini işgal eder hem denge noktasını teşkil eder insan.
İstemenin en yalın, en dolaysız hâlini çocuklarda görürüz. İstediğini alır veya alamaz çocuk, bunun dışındaki ara kategorilerle ilgilenmez. Neyi, niçin, ne kadar istediğini; nasıl ve ne zaman alıp alamayacağını bilmek yetişkinlere düşer. Bu bakımdan yetişkince istekler istemenin saflıktan en uzak hâlidir. Fakat saflıktan uzaklaştı diye yetişkinler peşinen kınanamayacağı gibi saflıkları mazeretiyle de çocukların her isteğine hoş gözle bakılamaz. Çocukların mahrumiyetten kıvrandığı, yetişkinlerin tatmin peşinde koştuğu dünya dünyaların en çirkinidir. Çocukların gemi azıya aldığı, yetişkinlerin çocuklara boyun eğdiği dünya dünyaların en gülüncüdür. Çocukla yetişkin arasına seddi “sorumluluk duygusu” çeker. Sorumluluk seddi çekilmediğinde körlemesine akan isteklerin seli ya arsızlığa ya hırsızlığa varır.
İstemenin doğrudanlığı, yani hep hedefe doğru oluşu en büyük zaafı ve gücüdür. Kör bir yönelimdir istemek. Öte yandan, nesnesine yönelebilmesi için isteğin diğer şeylere kör olması gerekir. Gemsiz, dizginsiz bırakıldığında makbul-mekruh ayırmadan bütün nesnelere yönelebilme ve manipüle edilme riski isteklerin belirgin bir hedefle sınırlandırılmasını zaruri kılar. Meşru dairede karşılanmış böyle istekler canlılığın sürmesine vesile olur. İstemek masumdur, suç onun terbiye edilmeden eyleme dönüşmesinden doğar. Doğası gereği kör ve yönsemesiz olan istekler kendi hallerine bırakıldığında bizi mahvoluşa sürükler. Kulağa tuhaf gelse de “istemek”e neyi, nasıl isteyebileceği, ne kadar ve ne zaman alabileceği öğretilebilir. Aksi takdirde, diriliğin en tabii tezahürlerinden olan isteklerimiz hepimizin gizli ölüm sebebi olacaktır. İstekleri yok sayamayız ve isteklerin bizi yok etmesine izin veremeyiz.
İstemenin ölüm ve dirimle ilişkisini yirmili yaşlarımda BÜYÜK SAAT’te açıkça görmüştüm. Turgut Uyar’ın modernist duyarlılıkla yazdığı şiirlerdeki, özellikle “münacat”ındaki “dirim” isteği, bütün politik ve tarihî göndermelerine rağmen sadece ve sadece kadının ve bedenin dirimi idi. Şairin “münacat”ında tarihi ve politikayı bir paravan, bir yem olarak kullanması bana her zaman acıklı gelmiştir. Çünkü kadının ve bedenin dirimini istemek ayıp değildi ve Uyar’la benzer hayat görüşüne sahip insanlar için böylesi daha dürüstçe olurdu. Bunu fark etmemle birlikte istekler bahsinde başka bir yol izlemem gerektiğini de anladım. Tarihi ve siyaseti önceler görünen bir hayat çerçevesine yöneldim, bir şair olarak bu sınırlar dâhilinde doğan isteklerime kayd vurmadım ve bunları gerçekleştirirken kimseye hesap vermedim. Bir kadını doğurtmanın, bir çocuğu doyurmanın tarihsel ve politik varoluşa katkısını kelimelerle anlatamayacağımı yaşayarak öğrendim. Bana göre Zarifoğlu’nun bu bahisteki tecrübesi Uyar’ınkinden daha derin değilse de daha sıcaktı, zaten bazı şeyleri ilk ondan öğrenmiştim. “YAŞAMAK” kitabı baştan sona bir Müslümanın istekleri ve ödevleri arasındaki tatlı sert gerilimlerle, girdaplarla, düş-kalklarla doludur. Öyle ki kitabın gizli adı ve gizil gücü “İSTEMEK”tir diyebilirim. Bu bir türlü doğru anlaşılamayan ve zamanla muhafazakârlığa kurban edilerek sunulan “istemek” kendinden sonraki bütün nesillerin başını yaktı, yakmaya da devam ediyor. YAŞAMAK’ın “avucumuzda irinli bir yara gibi zonklamaya başlayan portakal” bahsini açın okuyun. Müslümanın hayatında istemenin perdelenmesi gerektiği ama tam da bu perdeleme sayesinde kazandığı görünürlüğün asla kınanmadığı harikulâde bir tarzda işaret edilir o satırlarda. Aşk bilinir ve onaylanır ama asla gösterilmez ve anlatılmaz. İslâm’da istekler meşruiyetleri nispetinde mahrem bir alana kavuşur. Mahrem daire yalnız çiseleyene ve serpilene aittir.
Birbirini tamamlayan iki istek denk düştüğünde hayat serâpâ coşkunluktur. Fakat çoğu zaman böyle olmaz, istekler çoğunlukla karşı karşıya gelir. Hayatı başka hayatlarla birleşmeyen veya çatışmayan kişi “hiç istememiş”, yani “hiç yaşamamış” demektir. Her isteğin bir hedefi vardır ama istekler farkında olarak veya olmadan rakipler de yaratır. Bu sebeple “istemek” birleşmeye hizmet ettiği kadar ayrışmayı da körükler. Çatışmacıdır istekler. Özellikle de rakip unsurla aynı nesneye yönelmiş ise. İsteklerimiz konusunda başkalarıyla yaşadığımız çatışmaların karara bağlanması gerektiğinden hukuk denen bilgi alanı doğmuştur. Kendi isteklerini rakip istekler karşısında gözden geçirmeyi kabul eden herkes bir yerinden de olsa hukuk dairesine girmiş demektir. Bütün sosyal kontratlar “haklar ve ödevler” adı altında aslında isteklerin çatışmasını asgariye indirmekten ibarettir diyebiliriz. En başarılı sosyal kontrat insanların hukuk dairesinde gönüllüce kalmasına hizmet eden akitleşmedir. Ne ki böyle bir düzende bile isteklerimizin sorun çıkarmayacağının garantisi yoktur. İstekler özümüzden taşar ve bizi kuşatır dedik, kurallara uymama potansiyeli istemenin doğasında vardır. İstemenin doğasına eğilip onu dönüştürecek bir ahlâkî yaklaşım olmadan hukukî düzenlemeler işe yaramayacaktır.
Ahlâk insanı bir bütün olarak görür. Ticarî ilişkilerinden cinsî münasebetlerine, yalnızken yaptıklarından halk içre konuştuklarına kadar. Sık sık duyduğumuz şu ahlâkı, bu ahlâkı gibi bölümlemeler lafın gelişidir. Ahlâkçılar insanı yükseltenin de alçaltanın da istekleri olduğunu bildiklerinden bu sahaya dikkat kesilmiştir. Ahlâk evvela şunu anlamamızı bekler: Ahlâk birler, hukuk eşitler, istemek böler… İstemek bölünmektir. İstediğimiz şeyler adedince bölünür benliğimiz. Ve isteyip de ele geçirdiğimiz şey ne ise onun cinsinden ve onun çapında bir mahlûk haline dönüşüveririz. Sokakta insan suretinde gördüklerimiz kimi zaman bir deste paradan, bir spor arabadan, bir şişe alkolden ibaret canlılar olabilir. Yine de ele geçirdiğimiz hiçbir nesnede uzun boylu eğleşemeyiz, çünkü dünyalık nesnelerin hiçbiri insana has cevheri uzun müddet taşımaya müsait değildir. İstediğimiz nesneler aslında “yok-şeyler”dir, boş kümedirler. Boş kümenin tanımı ve değeri içine girenle birlikte değişir. Kafes gibi. Kuşu, kaplanı yakalayan kafes nasıl birden içerik kazanırsa nesneler de kullanıldıkça anlamlı ve lüzumlu olduğu hissi uyandırır. Kullanılmayan, kendisine yönelinmeyen nesne “yok hükmünde”dir. Fakat bir kez olsun kullanılmış her nesne kullananda yaşantılar bırakır. "Bir kereden bir şey olmaz" düşüncesi bu nedenle ahlâken ve mantıken yanlıştır, her defasında bir şeyler olur. Ahlâka göre yanlışı istemek başka, yanlış yapmak başka, yanlışta ısrar etmek bambaşkadır. Yanlışta ısrar neticesinde ya tüketilen nesneye karşı arzu bir daha dirilmemek üzere söner yahut nesne kafeslediği insanın nurunu zamanla söndürür. Bu yüzden ahlâk, helâller kadar edepleri de öğrenmeyi öğütler. Helâller neyi istemenin hayırlı olacağı hususunda, edepler helâl şeylerin ne kadarının azami fayda sağlayacağı hususunda bize yol gösterir. Diğer bir deyişle: Helâller dünyayı dikey bölerek insanı aydınlık yarımkürede tutarken, edepler dünyayı yatay biçimde bölerek aydınlanmanın derecelerinden haber verir.
İsteklerin tazyikinden kurtulup kend’özümüzün huzur bulduğu tek yer özgecil işler ve latif varlıklar alanıdır. Özgecil işler kullarla dayanışmanın fakat kullardan bir şey istenmeyeceğini bilmenin ifadesidir. Kendi isteklerini bir kenara bırakıp isteyenlerin isteklerinin gerçekleşmesini isteyebilmektir. Aslında bütün isteklerden istemeye değer tek şey için vazgeçilmektedir: Cennet. Arazsız, lekesiz, çapaksız tek istek cennetlik olma isteğimizdir. Bu açıdan mümin için cennet bir zevk ü sefa değil, bir ferahlık ve letâfet yurdu olsa gerek. Allahualem.
Muhammed SARI (2 Muharrem 1446 - 8 Temmuz 2024)