Bu yazı, bu blogda 2015'te yayınlanmıştı.
Lüzum üzerine tekrar yayınlıyorum.
Hemen cevaplayalım: Yanlış soru! Doğrusu şu olacak: Suriye neden böyle oldu? İlk sorumuz bu olacak. Aslına bakarsanız kayda değer tek sorumuz bu. Ne hikmetse Suriye’de silahların ateşlendiği 2011’den beri en az ilgilendiğimiz husus ‘fitnenin kaynağı’ oldu. Nedenleri süratle atlayıp nasılları konuştu devlet, medya, batı. İştahla konuşmaya devam ediyorlar. Dera, Kobani, ÖSO, Süleyman Şah, Türkmen Dağı, Nusayriler, kırmızı çizgiler, tampon bölge, insani yardım koridoru, Rus uçağı, IŞİD, YPG… diye uzayıp gidiyor liste. Bunlara ait onlarca alt başlığı, sayısız yayın ve yorumu da hesaba kattığınızda bugün artık neden bahsettiğimizi çok da bilmediğimizi itiraf etmeliyiz. Masalların ve fasılların bizi meselelerden ve asıllardan uzaklaştırmasına adeta göz yummuşuz.
Suriye neden böyle oldu? Kimse bunu konuşmak istemiyor. Çünkü ne duygusal ajitasyona müsait ne de zülfüyare dokunmadan konuşmak mümkün. Nedenleri konuşmaya hevesli görünenlerin genelde hedef saptırmak maksadıyla devreye girdiğini anlamak zor değil. Lafı döndürüp dolaştırıp uluslararası hukuka, insani değerlere ve ortak barış komisyonlarına getiriyorlar çünkü. Gerçekten konuşmaya çalışanlar da komploculukla, geçmişe takılıp kalmakla yaftalanıp ana medyanın dışına itilebiliyor. Yorumlarıyla kafaları karıştırdıkları, hatta bu kanlı meydanda taraf tuttukları söyleniyor. Meydan demişken medyayı, medyanı kastediyorum ey Batı. Yıkıntılardan canlı çıkan bebek dışında Suriye davasında söylenen hemen hemen hiçbir şeye inanmıyorum. Bebeği gösteren kameraya bile. O bebeğe inanıyorum yalnız.
Suriye’de dışarıdan gelen unsurların yürüttüğü bir savaş var. Tipik CIA-Pentagon-MOSSAD tertibi. Bu gerçeği yok sayarak konuşmayalım. Rusya ve İran gibi ikinci dereceden güçlerin müdahil oluşunun bize açık bir hakaret olduğunu, olayların vahametini bizim açımızdan kat kat artırdığını da görmezden gelmeyelim. Türkiye’de iktidarı destekleyen çok sayıda insanın Esad denen adamdansa içten içe Obama’yı dinlemeyi tercih ettiğini, muhalefeti destekleyenlerinse BM’nin arabuluculuk misyonunu Türkiye’nin temel haklarından daha değerli gördüğünü biliyorum. Bu kanaatler Körfez Savaşı’nda da Afganistan’ın, Irak’ın işgalinde de kendini az çok belli ediyordu zaten. Sahi n’oldu o zalim Saddam’a? Geberdi de kurtulduk değil mi? Irak’ta asla bulunamayan kimyasal ve nükleer füzelere dair o derin o ‘manyakça’ endişeler yatıştı. Kaddafi denen deli de itlaf edildi Fransız-İtalyan ortak yapımıyla. Hatırlayacaksınız herif az kalsın Erbakan’ı kandırıp bizi laiklikten edecekti. Youtube’da laik dünyanızdan ayrılışının son anları var, açın izleyin. Sinsi Beşşar’ın filmi de yakında vizyona girebilir. İyisi mi sabredip çekimlerin bitmesini bekleyelim. Sonra ‘Arap Baharı Üçlemesi’ diye şık bir kampanya yapar, Cannes’da ödülleri toplarız ümmetçe. Saddam, Kaddafi, Beşşar… Neden hepsi şeddeliyse bunların? Neden delilerle şeytanlar arasında bir tercih yapmak zorundaysak?
Arap Baharı iyidir, diktatörlerdense halkın sesi duyulmuştur diyenler beş yıldır aralıksız duyulan bomba ve çığlık seslerinden memnun mudur? Yıllardır sefalet ve bilgisizlikle malul Müslüman halklardan sosyal adalet devrimi bekleyerek hata ettiklerini idrak etmişler midir? Arap Baharı büyük bir fitnedir demenin yerel zalimleri onaylamak olmadığını biraz olsun fark etmişler midir? Müreffeh Mısır’ınki dışında gariban Irak-Suriye-Libya olaylarında neden bir el kol işareti, bir reklam ajansı çalışması çıkmadığını düşünmüşler midir? Hepsinden önemlisi, garpten gelen salvoları atlatmakta mahir Türkiye’nin mağripten yükselen dalgayla baş etmekte zorlanmasını nasıl izah ediyorlar? Namlular nasıl oldu da yine bize döndü? Arap Uyanışı’nın rol modeli ve danışmanı olmak nere, kendi şehirlerimizde PKK vahşetiyle uğraşmak zilleti nere?
Türkiye’nin son yılları hakkındaki naçizane kanaatimi bir şiirimde belirtmiştim. ‘Bizimkisi iklimsiz / ve klimalı bir Türk baharı zatürresi’ demiştim. Yine diyorum. Demokrat Parti tecrübesini de bu bağlamda değerlendiriyorum. Şu farkla ki Menderes hükûmeti Türkiye'nin ilk halkçı iktidarı, aynı zamanda ilk halkçı muhalefetiydi. İlginçtir, Türkiye'de kayda değer tek muhalefet Demokrat Parti'nin iktidardayken millet namına yaptığı bazı işlerdi. Bir kıymeti vardıysa ikisini aynı anda temsil etmek niyetinden ötürü vardı. Geldi geçti. AKP ise tarihsel iklim ve özlemlerimizden esintiler, aromalar taşıyan bir tür klima ortamı yarattı Türkiye’de. Bugünkü bünyevi zaafı ve zatürreye yakalanmanın eşiğinde oluşumuzu büyük oranda bu yapay atmosfere bağlıyorum. Hâlbuki her şey çok güzel olacak vaadinin pompalanmasına değil, az sayıda da olsa sağlam adıma ihtiyacı vardı Türkiye’nin. AKP İslam dünyasında da vaadkâr bir eda takındı, rol modellik politikasına itildi. Özellikle Arap Baharı’yla birlikte Tunus’ta kültür-tarih, Libya’da petrol-ticaret, Mısır’da rejim-İslamcılık, Suriye’de mezhep-komşuluk eksenli politikalar üretmeye çalıştı. Daha doğrusu sürekli başkalarına akıl vermeye çalıştı. Emr-i bi’l maruf laisizm ve demokrasi, nehy-i ani’l münkerse laik ve demokratik olmayan her şeydi sanki. Böyle tuhaf bir 2011-13 devresi yaşandı. Sonra Gezi hadisesi patlak verdi de Arap Baharı’nın ne menem bir şey olduğu biraz anlaşıldı millet tarafından. Hükûmetimiz tarafından yeterince anlaşılmamış olacak ki Amerika ve BM gelsin Suriye’ye birlikte girelim dedi ama Amerika peşmergeyle gelip Türkiye üzerinden Aynü’l Arab’a girdi! NATO hava savunma sistemlerini kendi güvenliği (?) için davet etti ama bu sefer NATO'nun Alman patriotları Türkiye'den ayrıldı. “Arabikan United” uçakları Suriye'yi bombalarken Türkiye kınamakla yetindi. Sisi konusunda gitti kösele suratlı BM’yi fırçaladı. Yemen konusunda İranlı kardeşlerimizi (!) defaatle uyardı vs vs. Anladık ki AKP iktidarında Müslümanların dilleri biraz çözülmüş ama elleri daha sıkı bağlanmıştır. Bu kınama, ikaz ve itiraz bolluğunun başka anlamı yok.
Türkiye’nin elinin dilinin sürçmediği bir husus varsa o da içeride asayişi sağlama ve dışarıda savaşmama kararlılığıdır. Türkiye’nin kendini haklı ve güçlü hissettiği tek konu terördür. Öyle ki dünyada Müslüman ülkelerin sınırları ve rejimleri yeniden hercümerc olurken Türkiye’nin buna karşı en somut hamlesi kamu düzeni ve güvenliği çerçevesinde birtakım kanunlar çıkarmak olmuştur. Yurtta asayiş dünyada asayiş gibi bir şey, merkezden hudutlara doğru işlemesi umulan bir politika. Mantıklı fakat pek işe yaradığı söylenemez. Özellikle de sınır asayişi konusunda. Başkalarına akıl verme konusunda istekli olsa da Türkiye’nin istikrarlı ve doğal bir güney sınırı yok hâlâ. Türkiye-Suriye-Irak sınırlarında bu üç ülkenin adları var, kendileri yok. İsrail ve Amerika’yla komşu olmak bu sonucu doğuruyor. Ayrıca Irak ve Suriye’nin güneyiyle yarı hukuki, kuzeyiyle tam fiili ilişki yürütmek çarpıklığından kurtulmak da mümkün olmadı. Çünkü ABD sürekli fiili bir durum yaratıp ardından bu fiili durumu esas al(dır)arak kural dayatmaktan asla vazgeçmiyor, hukuk mukuk dedikleri buna göre düzenleniyor. Suriye sınırındaki mayınları kendi elimizle temizleyip bu fiili duruma hatırı sayılır katkı yaptık. Son birkaç yılın fiili durumuna göreyse milyonların ölmesi veya ülke değiştirmesi gerekiyor. Irak’ın iki parça, Suriye’nin üç parça, Türkiye’nin birbuçuk parça olması gerekiyor.
Irak ve Suriye fiili olarak kaça bölündüyse/bölünecekse Türkiye de psikolojik olarak o kadar parçaya bölündü/bölünecek. Tarih bunu gösteriyor. Özellikle Suriye’de ne hattı ne sathı müdafaa var, kasaba-şehir-bölge savaşları şeklinde cereyan ediyor her şey. O yüzden Türkiye’nin geleceğine dair öngörüler de parçalı olmaktan kurtulamıyor. Bu denklemi bozması umulan tek faktör Irak ve Suriye’nin ikame birer yapı olagelmesine karşın Türkiye’nin gerçek bir tarihe sahip oluşudur. Türkiye’nin gerçekliği ve sahiciliği ordusu ve ekonomisi üzerinden her gün, her an sınanıyor. Irak ve Suriye’nin ikameliği ise halkının tercihlerinde kendini açıkça gösteriyor. Direnmenin anlam ve haklılığından emin olamadıkları için kalsalar savaşamayacak; kaçıp göçseler üzerlerine yapışacak töhmetten ömür boyu kurtulamayacaklar. 20.yy'da kabaran Arap milliyetçiliğinin cihad ve hicret mefhumlarını nasıl kirlettiğinin açık bir göstergesi. 21.yy Müslümanları cihad ve şehadet yerine soyut bir mültecilik mefhumuyla vasıfsızlaştırılıyor. Değerlerimizi kirletmek maksadıyla benzer bir mekanizma bize karşı da işletiliyor: Türklük diyoruz Evlad-ı Osmanlı veriliyor, Sünnilik diyoruz IŞİD sahaya çıkarılıyor...
Suriyeli 2 küsur milyon hayalet nüfusun Türkiye'ye etkileri ciddi ciddi tartışılmalı. Fakat her yıl giriş yapan 30 milyon yabancı turistin tahribatını konuşmak şartıyla. Nasılları konuşalım, çözüm yolları arayalım deniyorsa tamam; zaten her günkü işimiz. Fakat müsebbibleri unutmayalım diyenlere saygı duymayı öğrendikten sonra.
Muhammed SARI (2015)