BİLMEK AĞACI

I.
gençliğimin erinçli 
orta yaşımın kara kışlı 
ihtiyarlığımın 
muhterem şeytanı
tutup ensemden beni bir gün 
bu kazıntı bu kıraç 
arasata bıraktı
biliş mi unutuş mu hatırlayış mı
ruhçularca hangisi kıyıcı

bilmiyorum mümkün müdür şimdi onları 
yattıkları topraktan kaldırıp sormak
ağabeyimi 
el kadar kabrinden 
bozkırdaki 

ya da 
serinde serin serviler olmadan 
yatan dedelerimi
-bir yamaca yahut 
bir sırta defnedilmiş olmalılar 
rivayet böyle en azından-

ve annesinin kabrini bulamayınca 
utancından ağlatan annemi

II.
kalabalıklarda diri diri gömülmek
bir kabrin kıyısından dirilip dirilip dönmek
yaş aldıkça bilmek ağacının
sonsuzca köpüren kenaruçları 
açıldıkça açılan açılan 
açılan havâtır katmanları
çirkinden olma 
güzelden doğma şiir o zehirli bitek
canlanınca kundaklandı bütün gençlik hasadı 
muradına erdi içerdeki casus 
savuştu kapımda bekleyen melek

sorgunun urganı boynumdaydı hâlâ 
elim elimde 
elimde olmayan şeyler vardı
allah’ın elindeydim
anlatamadım mı

anlatamıyorsam da dert değil
istesem de bildiklerimi çıkarıp 
öylece saçamazdım ortalığa 
hem gösterebilseydim gözleriniz 
kamaşır mıydı emin değilim
yanardöner şeylerden yapılmadı çünkü düşüncelerim

coşmayışta saklı benim sırrım
ömrüm boyunca rastladığım 
hiçbir parıltıya 
bakışımı kaptırmadım 
sabrıma mağluptu heyecanım
es geçip icâzı mu‘cizi har’kulâdeyi 
berrak bir kaynağın kenarında konakladım

İSTEMEK BÖLÜNMEKTİR

İster bir “iz”in peşinden gitmek, ister “ıs”sızlığı gidermek manasında olsun “istemek” varoluşumuzun özünden taşar. Ve insan-oluşumuz ebediyeti, gücü veya sevgiyi istemeyi de hasedle, şehvetle veya ihlasla istemeyi de içine alır. Bizden taşar ve bizi kuşatır istemek. Bu sebeple insanlar, istekleri karşısında hem hakem hem mahkûm konumdadır. Aynı anda terazinin hem kefesini işgal eder hem denge noktasını teşkil eder insan.

İstemenin en yalın, en dolaysız hâlini çocuklarda görürüz. İstediğini alır veya alamaz çocuk, bunun dışındaki ara kategorilerle ilgilenmez. Neyi, niçin, ne kadar istediğini; nasıl ve ne zaman alıp alamayacağını bilmek yetişkinlere düşer. Bu bakımdan yetişkince istekler istemenin saflıktan en uzak hâlidir. Fakat saflıktan uzaklaştı diye yetişkinler peşinen kınanamayacağı gibi saflıkları mazeretiyle de çocukların her isteğine hoş gözle bakılamaz. Çocukların mahrumiyetten kıvrandığı, yetişkinlerin tatmin peşinde koştuğu dünya dünyaların en çirkinidir. Çocukların gemi azıya aldığı, yetişkinlerin çocuklara boyun eğdiği dünya dünyaların en gülüncüdür. Çocukla yetişkin arasına seddi “sorumluluk duygusu” çeker. Sorumluluk seddi çekilmediğinde körlemesine akan isteklerin seli ya arsızlığa ya hırsızlığa varır. 

İstemenin doğrudanlığı, yani hep hedefe doğru oluşu en büyük zaafı ve gücüdür. Kör bir yönelimdir istemek. Öte yandan, nesnesine yönelebilmesi için isteğin diğer şeylere kör olması gerekir. Gemsiz, dizginsiz bırakıldığında makbul-mekruh ayırmadan bütün nesnelere yönelebilme ve manipüle edilme riski isteklerin belirgin bir hedefle sınırlandırılmasını zaruri kılar. Meşru dairede karşılanmış böyle istekler canlılığın sürmesine vesile olur. İstemek masumdur, suç onun terbiye edilmeden eyleme dönüşmesinden doğar. Doğası gereği kör ve yönsemesiz olan istekler kendi hallerine bırakıldığında bizi mahvoluşa sürükler. Kulağa tuhaf gelse de “istemek”e neyi, nasıl isteyebileceği, ne kadar ve ne zaman alabileceği öğretilebilir. Aksi takdirde, diriliğin en tabii tezahürlerinden olan isteklerimiz hepimizin gizli ölüm sebebi olacaktır. İstekleri yok sayamayız ve isteklerin bizi yok etmesine izin veremeyiz. 

İstemenin ölüm ve dirimle ilişkisini yirmili yaşlarımda BÜYÜK SAAT’te açıkça görmüştüm. Turgut Uyar’ın modernist duyarlılıkla yazdığı şiirlerdeki, özellikle “münacat”ındaki “dirim” isteği, bütün politik ve tarihî göndermelerine rağmen sadece ve sadece kadının ve bedenin dirimi idi. Şairin “münacat”ında tarihi ve politikayı bir paravan, bir yem olarak kullanması bana her zaman acıklı gelmiştir. Çünkü kadının ve bedenin dirimini istemek ayıp değildi ve Uyar’la benzer hayat görüşüne sahip insanlar için böylesi daha dürüstçe olurdu. Bunu fark etmemle birlikte istekler bahsinde başka bir yol izlemem gerektiğini de anladım. Tarihi ve siyaseti önceler görünen bir hayat çerçevesine yöneldim, bir şair olarak bu sınırlar dâhilinde doğan isteklerime kayd vurmadım ve bunları gerçekleştirirken kimseye hesap vermedim. Bir kadını doğurtmanın, bir çocuğu doyurmanın tarihsel ve politik varoluşa katkısını kelimelerle anlatamayacağımı yaşayarak öğrendim. Bana göre Zarifoğlu’nun bu bahisteki tecrübesi Uyar’ınkinden daha derin değilse de daha sıcaktı, zaten bazı şeyleri ilk ondan öğrenmiştim. “YAŞAMAK” kitabı baştan sona bir Müslümanın istekleri ve ödevleri arasındaki tatlı sert gerilimlerle, girdaplarla, düş-kalklarla doludur. Öyle ki kitabın gizli adı ve gizil gücü “İSTEMEK”tir diyebilirim. Bu bir türlü doğru anlaşılamayan ve zamanla muhafazakârlığa kurban edilerek sunulan “istemek” kendinden sonraki bütün nesillerin başını yaktı, yakmaya da devam ediyor. YAŞAMAK’ın “avucumuzda irinli bir yara gibi zonklamaya başlayan portakal” bahsini açın okuyun. Müslümanın hayatında istemenin perdelenmesi gerektiği ama tam da bu perdeleme sayesinde kazandığı görünürlüğün asla kınanmadığı harikulâde bir tarzda işaret edilir o satırlarda. Aşk bilinir ve onaylanır ama asla gösterilmez ve anlatılmaz. İslâm’da istekler meşruiyetleri nispetinde mahrem bir alana kavuşur. Mahrem daire yalnız çiseleyene ve serpilene aittir. 

Birbirini tamamlayan iki istek denk düştüğünde hayat serâpâ coşkunluktur. Fakat çoğu zaman böyle olmaz, istekler çoğunlukla karşı karşıya gelir. Hayatı başka hayatlarla birleşmeyen veya çatışmayan kişi “hiç istememiş”, yani “hiç yaşamamış” demektir. Her isteğin bir hedefi vardır ama istekler farkında olarak veya olmadan rakipler de yaratır. Bu sebeple “istemek” birleşmeye hizmet ettiği kadar ayrışmayı da körükler. Çatışmacıdır istekler. Özellikle de rakip unsurla aynı nesneye yönelmiş ise. İsteklerimiz konusunda başkalarıyla yaşadığımız çatışmaların karara bağlanması gerektiğinden hukuk denen bilgi alanı doğmuştur. Kendi isteklerini rakip istekler karşısında gözden geçirmeyi kabul eden herkes bir yerinden de olsa hukuk dairesine girmiş demektir. Bütün sosyal kontratlar “haklar ve ödevler” adı altında aslında isteklerin çatışmasını asgariye indirmekten ibarettir diyebiliriz. En başarılı sosyal kontrat insanların hukuk dairesinde gönüllüce kalmasına hizmet eden akitleşmedir. Ne ki böyle bir düzende bile isteklerimizin sorun çıkarmayacağının garantisi yoktur. İstekler özümüzden taşar ve bizi kuşatır dedik, kurallara uymama potansiyeli istemenin doğasında vardır. İstemenin doğasına eğilip onu dönüştürecek bir ahlâkî yaklaşım olmadan hukukî düzenlemeler işe yaramayacaktır.

Ahlâk insanı bir bütün olarak görür. Ticarî ilişkilerinden cinsî münasebetlerine, yalnızken yaptıklarından halk içre konuştuklarına kadar. Sık sık duyduğumuz şu ahlâkı, bu ahlâkı gibi bölümlemeler lafın gelişidir. Ahlâkçılar insanı yükseltenin de alçaltanın da istekleri olduğunu bildiklerinden bu sahaya dikkat kesilmiştir. Ahlâk evvela şunu anlamamızı bekler: Ahlâk birler, hukuk eşitler, istemek böler… İstemek bölünmektir. İstediğimiz şeyler adedince bölünür benliğimiz. Ve isteyip de ele geçirdiğimiz şey ne ise onun cinsinden ve onun çapında bir mahlûk haline dönüşüveririz. Sokakta insan suretinde gördüklerimiz kimi zaman bir deste paradan, bir spor arabadan, bir şişe alkolden ibaret canlılar olabilir. Yine de ele geçirdiğimiz hiçbir nesnede uzun boylu eğleşemeyiz, çünkü dünyalık nesnelerin hiçbiri insana has cevheri uzun müddet taşımaya müsait değildir. İstediğimiz nesneler aslında “yok-şeyler”dir, boş kümedirler. Boş kümenin tanımı ve değeri içine girenle birlikte değişir. Kafes gibi. Kuşu, kaplanı yakalayan kafes nasıl birden içerik kazanırsa nesneler de kullanıldıkça anlamlı ve lüzumlu olduğu hissi uyandırır. Kullanılmayan, kendisine yönelinmeyen nesne “yok hükmünde”dir. Fakat bir kez olsun kullanılmış her nesne kullananda yaşantılar bırakır. "Bir kereden bir şey olmaz" düşüncesi bu nedenle ahlâken ve mantıken yanlıştır, her defasında bir şeyler olur. Ahlâka göre yanlışı istemek başka, yanlış yapmak başka, yanlışta ısrar etmek bambaşkadır. Yanlışta ısrar neticesinde ya tüketilen nesneye karşı arzu bir daha dirilmemek üzere söner yahut nesne kafeslediği insanın nurunu zamanla söndürür. Bu yüzden ahlâk, helâller kadar edepleri de öğrenmeyi öğütler. Helâller neyi istemenin hayırlı olacağı hususunda, edepler helâl şeylerin ne kadarının azami fayda sağlayacağı hususunda bize yol gösterir. Diğer bir deyişle: Helâller dünyayı dikey bölerek insanı aydınlık yarımkürede tutarken, edepler dünyayı yatay biçimde bölerek aydınlanmanın derecelerinden haber verir. 

İsteklerin tazyikinden kurtulup kend’özümüzün huzur bulduğu tek yer özgecil işler ve latif varlıklar alanıdır. Özgecil işler kullarla dayanışmanın fakat kullardan bir şey istenmeyeceğini bilmenin ifadesidir. Kendi isteklerini bir kenara bırakıp isteyenlerin isteklerinin gerçekleşmesini isteyebilmektir. Aslında bütün isteklerden istemeye değer tek şey için vazgeçilmektedir: Cennet. Arazsız, lekesiz, çapaksız tek istek cennetlik olma isteğimizdir. Bu açıdan mümin için cennet bir zevk ü sefa değil, bir ferahlık ve letâfet yurdu olsa gerek. Allahualem. 

Muhammed SARI (2 Muharrem 1446 - 8 Temmuz 2024)

SURİYELİLER KAÇAK MI, MÜLTECİ Mİ?

Bu yazı, bu blogda 2015'te yayınlanmıştı. 
Lüzum üzerine tekrar yayınlıyorum. 

Hemen cevaplayalım: Yanlış soru! Doğrusu şu olacak: Suriye neden böyle oldu? İlk sorumuz bu olacak. Aslına bakarsanız kayda değer tek sorumuz bu. Ne hikmetse Suriye’de silahların ateşlendiği 2011’den beri en az ilgilendiğimiz husus ‘fitnenin kaynağı’ oldu. Nedenleri süratle atlayıp nasılları konuştu devlet, medya, batı. İştahla konuşmaya devam ediyorlar. Dera, Kobani, ÖSO, Süleyman Şah, Türkmen Dağı, Nusayriler, kırmızı çizgiler, tampon bölge, insani yardım koridoru, Rus uçağı, IŞİD, YPG… diye uzayıp gidiyor liste. Bunlara ait onlarca alt başlığı, sayısız yayın ve yorumu da hesaba kattığınızda bugün artık neden bahsettiğimizi çok da bilmediğimizi itiraf etmeliyiz. Masalların ve fasılların bizi meselelerden ve asıllardan uzaklaştırmasına adeta göz yummuşuz.

Suriye neden böyle oldu? Kimse bunu konuşmak istemiyor. Çünkü ne duygusal ajitasyona müsait ne de zülfüyare dokunmadan konuşmak mümkün. Nedenleri konuşmaya hevesli görünenlerin genelde hedef saptırmak maksadıyla devreye girdiğini anlamak zor değil. Lafı döndürüp dolaştırıp uluslararası hukuka, insani değerlere ve ortak barış komisyonlarına getiriyorlar çünkü. Gerçekten konuşmaya çalışanlar da komploculukla, geçmişe takılıp kalmakla yaftalanıp ana medyanın dışına itilebiliyor. Yorumlarıyla kafaları karıştırdıkları, hatta bu kanlı meydanda taraf tuttukları söyleniyor. Meydan demişken medyayı, medyanı kastediyorum ey Batı. Yıkıntılardan canlı çıkan bebek dışında Suriye davasında söylenen hemen hemen hiçbir şeye inanmıyorum. Bebeği gösteren kameraya bile. O bebeğe inanıyorum yalnız.

Suriye’de dışarıdan gelen unsurların yürüttüğü bir savaş var. Tipik CIA-Pentagon-MOSSAD tertibi. Bu gerçeği yok sayarak konuşmayalım. Rusya ve İran gibi ikinci dereceden güçlerin müdahil oluşunun bize açık bir hakaret olduğunu, olayların vahametini bizim açımızdan kat kat artırdığını da görmezden gelmeyelim. Türkiye’de iktidarı destekleyen çok sayıda insanın Esad denen adamdansa içten içe Obama’yı dinlemeyi tercih ettiğini, muhalefeti destekleyenlerinse BM’nin arabuluculuk misyonunu Türkiye’nin temel haklarından daha değerli gördüğünü biliyorum. Bu kanaatler Körfez Savaşı’nda da Afganistan’ın, Irak’ın işgalinde de kendini az çok belli ediyordu zaten. Sahi n’oldu o zalim Saddam’a? Geberdi de kurtulduk değil mi? Irak’ta asla bulunamayan kimyasal ve nükleer füzelere dair o derin o ‘manyakça’ endişeler yatıştı. Kaddafi denen deli de itlaf edildi Fransız-İtalyan ortak yapımıyla. Hatırlayacaksınız herif az kalsın Erbakan’ı kandırıp bizi laiklikten edecekti. Youtube’da laik dünyanızdan ayrılışının son anları var, açın izleyin. Sinsi Beşşar’ın filmi de yakında vizyona girebilir. İyisi mi sabredip çekimlerin bitmesini bekleyelim. Sonra ‘Arap Baharı Üçlemesi’ diye şık bir kampanya yapar, Cannes’da ödülleri toplarız ümmetçe. Saddam, Kaddafi, Beşşar… Neden hepsi şeddeliyse bunların? Neden delilerle şeytanlar arasında bir tercih yapmak zorundaysak?

Arap Baharı iyidir, diktatörlerdense halkın sesi duyulmuştur diyenler beş yıldır aralıksız duyulan bomba ve çığlık seslerinden memnun mudur? Yıllardır sefalet ve bilgisizlikle malul Müslüman halklardan sosyal adalet devrimi bekleyerek hata ettiklerini idrak etmişler midir? Arap Baharı büyük bir fitnedir demenin yerel zalimleri onaylamak olmadığını biraz olsun fark etmişler midir? Müreffeh Mısır’ınki dışında gariban Irak-Suriye-Libya olaylarında neden bir el kol işareti, bir reklam ajansı çalışması çıkmadığını düşünmüşler midir? Hepsinden önemlisi, garpten gelen salvoları atlatmakta mahir Türkiye’nin mağripten yükselen dalgayla baş etmekte zorlanmasını nasıl izah ediyorlar? Namlular nasıl oldu da yine bize döndü? Arap Uyanışı’nın rol modeli ve danışmanı olmak nere, kendi şehirlerimizde PKK vahşetiyle uğraşmak zilleti nere?

Türkiye’nin son yılları hakkındaki naçizane kanaatimi bir şiirimde belirtmiştim. ‘Bizimkisi iklimsiz / ve klimalı bir Türk baharı zatürresi’ demiştim. Yine diyorum. Demokrat Parti tecrübesini de bu bağlamda değerlendiriyorum. Şu farkla ki Menderes hükûmeti Türkiye'nin ilk halkçı iktidarı, aynı zamanda ilk halkçı muhalefetiydi. İlginçtir, Türkiye'de kayda değer tek muhalefet Demokrat Parti'nin iktidardayken millet namına yaptığı bazı işlerdi. Bir kıymeti vardıysa ikisini aynı anda temsil etmek niyetinden ötürü vardı. Geldi geçti. AKP ise tarihsel iklim ve özlemlerimizden esintiler, aromalar taşıyan bir tür klima ortamı yarattı Türkiye’de. Bugünkü bünyevi zaafı ve zatürreye yakalanmanın eşiğinde oluşumuzu büyük oranda bu yapay atmosfere bağlıyorum. Hâlbuki her şey çok güzel olacak vaadinin pompalanmasına değil, az sayıda da olsa sağlam adıma ihtiyacı vardı Türkiye’nin. AKP İslam dünyasında da vaadkâr bir eda takındı, rol modellik politikasına itildi. Özellikle Arap Baharı’yla birlikte Tunus’ta kültür-tarih, Libya’da petrol-ticaret, Mısır’da rejim-İslamcılık, Suriye’de mezhep-komşuluk eksenli politikalar üretmeye çalıştı. Daha doğrusu sürekli başkalarına akıl vermeye çalıştı. Emr-i bi’l maruf laisizm ve demokrasi, nehy-i ani’l münkerse laik ve demokratik olmayan her şeydi sanki. Böyle tuhaf bir 2011-13 devresi yaşandı. Sonra Gezi hadisesi patlak verdi de Arap Baharı’nın ne menem bir şey olduğu biraz anlaşıldı millet tarafından. Hükûmetimiz tarafından yeterince anlaşılmamış olacak ki Amerika ve BM gelsin Suriye’ye birlikte girelim dedi ama Amerika peşmergeyle gelip Türkiye üzerinden Aynü’l Arab’a girdi! NATO hava savunma sistemlerini kendi güvenliği (?) için davet etti ama bu sefer NATO'nun Alman patriotları Türkiye'den ayrıldı. “Arabikan United” uçakları Suriye'yi bombalarken Türkiye kınamakla yetindi. Sisi konusunda gitti kösele suratlı BM’yi fırçaladı. Yemen konusunda İranlı kardeşlerimizi (!) defaatle uyardı vs vs. Anladık ki AKP iktidarında Müslümanların dilleri biraz çözülmüş ama elleri daha sıkı bağlanmıştır. Bu kınama, ikaz ve itiraz bolluğunun başka anlamı yok.

Türkiye’nin elinin dilinin sürçmediği bir husus varsa o da içeride asayişi sağlama ve dışarıda savaşmama kararlılığıdır. Türkiye’nin kendini haklı ve güçlü hissettiği tek konu terördür. Öyle ki dünyada Müslüman ülkelerin sınırları ve rejimleri yeniden hercümerc olurken Türkiye’nin buna karşı en somut hamlesi kamu düzeni ve güvenliği çerçevesinde birtakım kanunlar çıkarmak olmuştur. Yurtta asayiş dünyada asayiş gibi bir şey, merkezden hudutlara doğru işlemesi umulan bir politika. Mantıklı fakat pek işe yaradığı söylenemez. Özellikle de sınır asayişi konusunda. Başkalarına akıl verme konusunda istekli olsa da Türkiye’nin istikrarlı ve doğal bir güney sınırı yok hâlâ. Türkiye-Suriye-Irak sınırlarında bu üç ülkenin adları var, kendileri yok. İsrail ve Amerika’yla komşu olmak bu sonucu doğuruyor. Ayrıca Irak ve Suriye’nin güneyiyle yarı hukuki, kuzeyiyle tam fiili ilişki yürütmek çarpıklığından kurtulmak da mümkün olmadı. Çünkü ABD sürekli fiili bir durum yaratıp ardından bu fiili durumu esas al(dır)arak kural dayatmaktan asla vazgeçmiyor, hukuk mukuk dedikleri buna göre düzenleniyor. Suriye sınırındaki mayınları kendi elimizle temizleyip bu fiili duruma hatırı sayılır katkı yaptık. Son birkaç yılın fiili durumuna göreyse milyonların ölmesi veya ülke değiştirmesi gerekiyor. Irak’ın iki parça, Suriye’nin üç parça, Türkiye’nin birbuçuk parça olması gerekiyor.

Irak ve Suriye fiili olarak kaça bölündüyse/bölünecekse Türkiye de psikolojik olarak o kadar parçaya bölündü/bölünecek. Tarih bunu gösteriyor. Özellikle Suriye’de ne hattı ne sathı müdafaa var, kasaba-şehir-bölge savaşları şeklinde cereyan ediyor her şey. O yüzden Türkiye’nin geleceğine dair öngörüler de parçalı olmaktan kurtulamıyor. Bu denklemi bozması umulan tek faktör Irak ve Suriye’nin ikame birer yapı olagelmesine karşın Türkiye’nin gerçek bir tarihe sahip oluşudur. Türkiye’nin gerçekliği ve sahiciliği ordusu ve ekonomisi üzerinden her gün, her an sınanıyor. Irak ve Suriye’nin ikameliği ise halkının tercihlerinde kendini açıkça gösteriyor. Direnmenin anlam ve haklılığından emin olamadıkları için kalsalar savaşamayacak; kaçıp göçseler üzerlerine yapışacak töhmetten ömür boyu kurtulamayacaklar. 20.yy'da kabaran Arap milliyetçiliğinin cihad ve hicret mefhumlarını nasıl kirlettiğinin açık bir göstergesi. 21.yy Müslümanları cihad ve şehadet yerine soyut bir mültecilik mefhumuyla vasıfsızlaştırılıyor. Değerlerimizi kirletmek maksadıyla benzer bir mekanizma bize karşı da işletiliyor: Türklük diyoruz Evlad-ı Osmanlı veriliyor, Sünnilik diyoruz IŞİD sahaya çıkarılıyor...

Suriyeli 2 küsur milyon hayalet nüfusun Türkiye'ye etkileri ciddi ciddi tartışılmalı. Fakat her yıl giriş yapan 30 milyon yabancı turistin tahribatını konuşmak şartıyla. Nasılları konuşalım, çözüm yolları arayalım deniyorsa tamam; zaten her günkü işimiz. Fakat müsebbibleri unutmayalım diyenlere saygı duymayı öğrendikten sonra. 

Muhammed SARI (2015)

TOP ATAN TOP

Yazının başlığı çocukların okuma fişleri gibi mi oldu? Öyleyse tam isabet! Topu atmak üzere olan, çocuklaştırılmış bir millet hakkındaki yazının başlığı böyle olmuş çok mu? Yanlış mı görüyorum diye birkaç kez baktım fakat hayır; TRT dizisindeki Fatih Sultan Mehmed karakteri şahi topu besmeleyle ateşliyor, topun ağzından fırlayan futbol topu surlarda gedik açıyordu. “Surda gedik açtık” diye ünleyen Necip Fazıl bu sahneyi görse gediğin başka yerde açıldığını hemen anlardı. Öte yandan, merhum şair pragmatizmin şahını bilse de şahi toptan futbol topunun fırlamasına muhtemelen daha çok estetik kaygılarla itiraz ederdi. Şimdikiler bu kadarcık kaygıdan da uzak, düşünmüyor sadece işlerine geleni yapıyorlar. Bize yarayan ne biri ne diğeri. Güzellik ile fayda arasında tercih yapmayı kabullenen herkes, ahlâkı temel almadığı için uzun vadede ikisinden de mahrum kalacaktır. Topla top atan akıl yarın Zülfikâr’la döner kesecektir. Yoksa kesti mi?

Şaşırmıyorum tabii ki. Şaşırmış gibi de yapmak istemiyorum; -mış gibi yapmak şu şartlarda espriden ziyade acıklı bir hâlin tezahürü oluyor çünkü. Peki ne? Beni yazmaya iten sembollerin tarihteki seyirleridir, temsil ettikleri şeyin gerçekten var olup olmadığını öğrenme merakıdır. Mesela tüfeğin icadını namertçe bulmuş bu millet topun icadı hakkında ne buyurmuştu acaba? Resmi tarih birkaç itiraz ve tereddüt dışında fazla bir şey nakletmiyor. Bana kalırsa ne Köroğlu samurayca bir soyluluk duygusuyla hareket etmiştir ne de samurayların popüler kültüre uyarlanabilen prensiplerine bakarak Köroğlu’nun üzerine titrediği şeyi anlamak mümkündür. Kapitalizmin herşeyin suyunu çıkarıp metalaştırma işlemi sıra Türk kültürüne geldiğinde o kadar da sorunsuz işlemiyor. Daha doğrusu, diğer kültürlerin dert etmeyi çoktan bıraktığı bu işlem bizde hâlâ az çok bir tepkiyle karşılanıyor. Sorun sembollerimizin (şeairimizin) plastik açıdan yeniden yorumlanmaya uygun olmaması değil, biçimi değişen şeyin özünü muhafaza etmeyeceğine dair haklı endişemizdir. Türklerin “özü muhafaza etme” fikrini her şeyin önüne koyması formlarla ilişkisini tuhaf bir yere sürüklemiştir. Kılıç karşısında top-tüfek, sarık karşısında fes-kalpak, sancak karşısında arma-bayrak en bilinen misallerdir. Önceleri caiz olup olmadığı tartışılan bu nesneler zamanla Türklüğün alâmetleri arasında sayılır olmuştur. Bunu yersiz tutuculuğun ölçüsüz serbestiyetle sonuçlanmasının tipik bir sonucu olarak okumak mümkün. Diğer yorum, Türklerin içlerini kendi özleriyle dolduramadıkları formları benimseyememeleri, ilk fırsatta terk etme eğilimleridir. Ta ki 20. asrın ortalarına dek. 

Kültürlerin Batı kültürüne entegre olma ve edilme biçimleri o kültürlerin öz-biçim ilişkisini nasıl kavradıklarını anlamamıza yarar. 19. asrın başlarından 20. asrın ortalarına kadar kati ve sert biçimsel değişiklikler üzerinden yaşanan bir Batılılaş(tır)ma misyonu söz konusudur. Buna göre Afrikalı artık yarı üryan değil efendilerinin uygun gördüğü kılıkta gezecek, Türk saçını başını açıp matruş bir suratla gezecek, Japon kimonosunu çıkarıp topuzsuz ve kılıçsız gezecektir… Özü baskılayan, söndürmeye çalışan, biçimi dayatan bir anlayış hâkimdir. Dayatmaya maruz kalanlar nevzuhur biçimlerin kadim öze ilişemeyeceği düşüncesiyle teselli bulmuş, zamanı gelince özün açığa çıkacağına inanarak sabırla beklemiş, çok uzun süre savunma pozisyonunda kalmıştır. Bu tutum neredeyse tamamıyla Batı lehine olmuştur. Özellikle de öz-biçim tutarlılığı ile tanınan Türkler bu sürecin sonunda özü koydukları yerde bulamamanın şokunu derinden yaşamıştır. Ortada ne idüğü belirsiz birçok biçim olduğunu ve o biçimler yoluyla içe sızmış yabancı özütlerin kendi mayasını bozduğunu fark etmiştir.

Batı biçimsel standardizasyonun küresel ölçekte işler durumda olmasının verdiği güvenle II. Dünya Savaşı’ndan sonra yeni bir safhaya geçip kültürlerin özünü de dönüştürmeye yönelik hamlelerini yapmaya koyulduğunda özünün gürlüğünden dem vuracak bir karşı kültürün direnişiyle karşılaşmadı. Sert güç safhasında çeşitli isyan ve bağımsızlık hareketleriyle varlık göstermeye çalışan Batı dışı kültürler bu yeni stratejiye, “Dostça konuş ve büyük bir sopa taşı!” stratejisine karşı bir şey yapamadı. Zaten doğru temellendirilememiş olan “öze dönüş” söyleminin köküne 1960’lardan sonra kibrit suyu döküldü. Uzun yıllar deformasyona maruz kalan kültürlerin muhafaza edilecek bir özleri kalıp kalmadığı giderek bir tartışma konusu olmaktan çıktı. Malî güç finansallaşarak soyutlaştıkça ve askerî güç teknolojiyle sofistike hâle geldikçe perde arkasına çekildi, böylece meydan savaşları yerini medya savaşlarına bıraktı. 1980’den sonra ortada öz veya özler yoktur, sadece biçim ve sembol takasını mümkün kılan transformatörler ağı vardır. 19. asırda kapitalizmin yayılabilmesi uğruna sürgün edilen ruhlar bu kez kapitalizmin sürdürülebilmesi için tarih sahnesine geri çağrılmıştır. Fakat bambaşka bir misyonla! Artık Batılı efendiler moda haftalarında Afrikan nüdizmi konseptini satıyor, pos bıyığı ve başında fesiyle bir Osmanlı külhanbeyi figürü top sahasında Batılı rakibini tokat manyağı yapıyor, Hong Konglaştırılmış bir dijital evrende sarışın savaşçı dişiler samuray kılıcıyla Batılı patronlara yargı dağıtıyordur… Yumuşak güç stratejisi sert güç stratejisini hem tamamlamış hem aşmıştır. Kılcallara kadar pompalanmış bu kirli kanı geri itecek veya damarları temizleyecek bir karşı tazyik odağı yok bugün.

“Dostça konuş ve büyük bir sopa taşı!” Sopa mı söze, söz mü sopaya daha çok şey borçludur? Modern siyaset felsefesini kabaca bu iki kampa ayırarak incelemek mümkün. Nihayetinde bu kampların birbirinin tamamladığı unutulmamalı. Batılılar sözün arkasında sopa yoksa ütopyaya, sopanın arkasında söz yoksa radikalizme saplanacaklarını en kanlı tecrübelerle öğrendi. Öğrendikleri diğer şey, döngünün kırılması değil yönetilip bilhassa Müslümanlara ihraç edilebilmesi hâlinde hegemonyalarının süreceğidir. Öğrenmeye niyetli olmadıkları, öğrenilmesini asla istemedikleri şey ise radikalizm ve ütopyanın ötesinde sahici bir yol yürüme imkânının kıyamet kopmadıkça var olduğudur. Son kurban bayramı konuşmasında İsmet Özel’in “Elimde sihirli değnek yok, size dokunarak sonuç elde edemeyeceğimi biliyorum, ama en çok bunu istiyorum.” deyişi bu bağlamda bende bereketli çağrışımlara vesile oldu. Şairin sihirli değneğini Roosevelt'in büyük sopasıyla karıştırmamak gerek. Şair insanların haysiyetli bir hayatın mümkün olduğunu, bunun hiç de uçuk kaçık bir fikir olmadığını anlayacak vüsat ve irtifaya kavuşmasını istiyor. sadece Mümkünse ankarîbüzzaman istiyor, çünkü harikulâde bir gelişme (gökten inen bir lütuf) olmazsa hâlimizin pek iç açıcı olmadığını görüyor. Diğer yandan, sözün ve sopanın yetmediği ve beklenen lütufun gelmediği noktada işleri her şeyi gören Allah’a havale etmenin en hayırlı yol olduğunu işaret ediyor. Yani “sihirli değnek” bir ümitsizlik ve çaresizlik ifadesi değil. Hayatı boyunca gözbağcıların ve değnekçilerin kirli işbirliğini ifşa etmiş bir Hak erinin sözleri bunlar. 

Muhammed SARI (24 Zilhicce 1445 - 30 Haziran 2024)