Nasreddin Hoca’nın fıkrasındaki “Elâlemin ağzı torba değil ki büzesin!” sözünü işittiğimde ilkokuldaydım. Hoca, oğlu, eşeği ve çokbilmiş köylüler arasında yaşananlar değil de fıkranın sonunda insanların ağzının torbaya benzetilmesi ilgimi çekmişti. Torba ağızlı insanlar imajı garip, komik çağrışımlar yapmıştı çocuk muhayyilemde. Torba ağızlı insanlar çiziktirdiğimi bile hatırlıyorum. Lise çağlarımdan hatırladığım ise bir reklam filminin herkesin diline doladığı replikti. İşinin ehli olduğu halde sözünün dinlenmemesine köpüren bir kamyoncu ikide bir “Ağzı olan konuşuyor!” diyordu. O reklamdan sonra Türkiye’de ağzı olan herkes birbirine “ağzı olan konuşuyor!” diye çıkışmaya başlamıştı şakayla. Reklam altın çağına giriyordu. Viral karakterli süper iletken, süper yapışkan mem’ler kolektif bünyede ilk kez medya içerikleri aracılığıyla test ediliyordu. 2000’lerden sonra anladık ki 19-20. asırlarda kanser hücresi mantığıyla büyüyen kapitalizm, 21. asırdaki yayılışını virüs mantığıyla sürdürecek, düşmanlarına karşı mücadelenin boyutlarını ve cephelerini alabildiğine genişletecekti. Gerçekten de 2000’lerden sonra sosyal medyanın dünya çapında genel kullanıcıya ulaşmasıyla yukarıdaki fıkra ve reklam sözleri esprisini kaybetti. Torba ağızlılık norm haline geldi, normların anormalliğini izaha fırsat bulunamadı. Sadece bu iki cümle değil, genel olarak “söz” mefhumu küresel bir saldırıya uğradı. Havadan, sudan önce söz önce kirletildi, hayvan ve bitkilerden önce sözün nesli tükenme tehlikesiyle karşı karşıya kaldı.
Demokrasinin en tipik, en şehvetli dışavurumu olan ifade özgürlüğünün kitlelere teşmili hayır getirmedi. Katolikçe sansürün hayır getirmediği gibi. “Zor zamanda konuşmak” cesaretini gösteren az sayıda insan yasakçılar karşısında mazlum kitlelerin sesini duyurmak adına gerçekten büyük bir imkândı, bir fedakârlık eylemiydi. Konuşmanın eylemeğe neredeyse denk olduğu zamanlardı onlarınki. Bugünse konuşmayana bir zekâ geriliği ve fonksiyon eksikliği şüphesiyle bakılıyor. Öyleyse tersini mi yapmalı? “Herkesin konuştuğu zaman”da susmalı mıyız? Susma hakkımızı kullanarak bir imkânı yeniden ele geçirebilir, yeni bir feda eylemi gerçekleştirebilir miyiz? Maalesef hayat böyle basit denklemlerle yürümüyor. Zor zamanlarda en doğru iş “konuşmak” idi, ne var ki konuşmanın kolay olduğu zamanda yapılacak en iyi şey “susmak” değil. Teorik nazar simetriye bayılır, fakat hayat kendini asimetrik karşılık vermeyi bilenlere açar.
Söz saldırıya uğradı. Daha incelikli üslûp kullanarak, daha az konuşarak veya sessizliği seçerek söze itibarını yeniden kazandıramayız. Bunlar faydasız değil yetersiz tedbirlerdir. Bu yolu takip edenlerin medium’lardaki ve media’lardaki etkisizliğine bakılırsa ne kastettiğimiz anlaşılacaktır. Liberal demokrasinin ürünü olan sosyal medya her şeyi söz ve gözden ibaret kılarak kelimenin ve görüntünün içini boşaltmıştır. Başıboşluk içiboşluğa varmış görünmektedir. Bu boşlukta istediğini söyleyen istemediğini işitiyor, bunun üzerine kendi de istenmeyen şeyler söylemeye başlıyor ve istendik sözlerin oranı kendiliğinden düşüyor. İstediğime bakarım diyen istemediklerini de görmeye maruz bırakılıyor, hatta istemediği halde bir şeyler göstermek zorunda kalıyor fakat yine de bundan vazgeçmiyor. Fasit daire böylece tamamlanıyor. Çevrim içi dünya bu kasnağın büyük bir hızla dönmesine bağlı. Hızla dönen kasnak muazzam bir güç üretiyor. Bu yüzden bunun bir avara kasnak olduğunu zannetmek hata olur. Bir güç varsa talipleri de sahipleri de vardır.
Yüz yüze konuşmak insanların bir cemaat ve cemiyet hayatı sürebilmelerinin temel şartlarından. Taraflar yüz yüze baktıklarını bakacaklarını bilerek konuşur ne konuşursa. Art zamanlı olmakla birlikte yazılı iletişim de tarih boyunca sözlü geleneği tamamlayıcı bir işlev üstlenegelmiştir. Yazılı söz belli bir mantık ve belagat süzgecinden geçtiği için muhatabına mümkün olduğunca optimize edilmiş halde ulaşır. Okuyucu ise yazılı sözü anlama ve cevaplama konusunda makul bir zamana sahiptir. Matbaa devriminin şokuna ve posta teşkilatının gelişmişliğine rağmen 20. asır başlarına kadar genel görünüm budur. Televizyon ve internetle birlikte hem konuşma ve yazmanın doğası hasar almış hem de bu fiillerin sırası karmakarışık hâle getirilmiştir. Bugünkü uzaktan erişimli ve eşzamanlı iletişim teknolojisi hem eş-mekânlılığı ve yüz-eşleşmesini (yüzleşmeyi) gereksiz gösterdiği için hem de dinleme-anlama-cevaplama sürelerini minimuma indirdiği için sayısız hastalık üretmektedir. Söz ne kadar beliğ ve iktisatlı, görüntü ne kadar sade ve doğal olursa olsun dijital mecranın mantığına hizmet etmekten öteye pek geçememektedir. İnsanın insana deva olmasının şartı birbirlerine söyledikleri ve gösterdikleri anlık şeyler değil, süreç içinde hangi hâli aktardıkları, yani görünür ve görünmez gerçek fiilleridir. Âyinemiz daima iştir. Konuşmak kendi başına hiç mesabesindedir.
Konuşmanın arkasında fiil olmak zorundaysa her fiilin de bir faili olmak zorundadır. Konuşalım eyleyelim ama kim olarak? Bir mesele hakkında konuşma hakkı o meseleyle “olmazsa olmaz” ilişkisi kurmuş insanlara aittir. Bitmedi; konuşma hakkı olan insanlar arasında da öncelik sıralaması vardır. Öncelik, meseleyi en iyi bilen ve bildirebilenlerindir. Hak umumundur evet, ama öncelik seçkinin olmalıdır. Bilginin mertebelendirilmiş doğası gereği bu böyledir. Bu iki kesim dışında bir meseleyi hayat-memat meselesi olarak görmeyenlerin konuşmalarına ihtiyatla yaklaşmak, sözlerine itibar etmemek gerekir. Türkiye’de “Allah bir” demeleri ile aksini söylemeleri arasında hiçbir fark olmayan milyonla insan türedi. Bu insanları doğrudan muhatap almama hakkımız mahfuzdur. Îrapta mahalli olmayan insanlardır bunlar. Gerçek böyle olduğu halde vara vara geldiğimiz yer, cedel meraklısı kimselerinin müptezel kimselerle münazaraya tutuşması olmamalı. Pavyonda, meyhanede tebliğ yaptığını sananların durumu neyse sosyal medyadaki münazaracıların durumu da odur. Kimse “dijital çağın gerekleri”nden, yeni mücadele mecralarından bahsetmesin. Münazara “ötekinin iknası” üzerinden kendi imanını onaylatma ihtiyacının ve örtülü bir “özür beyanı” psikolojisinin yansıması olmuştur çoğu kez. Başkalarına açıklama yapmaya vaktimiz yok, varsa bir kabiliyetimiz bunu kendimiz için bir değer üretmeye hasretmeliyiz.
İnsanlara önce üslûbumuz, sonra mevzumuz, en sonunda kim oluşumuz ulaşır. Hakikat tam aksidir: Kim olarak söylediğimiz ne söylediğimizin önünde, nasıl söylediğimiz ne söylediğimizin gerisindedir. Bu sıralamayı muhafaza ettiğimiz sürece meselelerin karmaşıklığı gözümüzü eskisi kadar korkutmayacaktır. Meselelerimiz karmaşıktır ama kördüğüm değildir. Özellikle başımızı ağrıtan kültürel alanlar söz konusu olduğunda bağların düz değil çapraz bağlandığını bilmek faydalı olacaktır. Yani Türkiye’de edebiyatta kökleşmek için tarih bilmek, tarihe hakkını vermek için felsefe okumak, felsefeden faydalanabilmek için siyaset ve iktisat bilmek zarureti vardır. Bilhassa Türkiye’de böyledir. Bağlantıları çeşitlendirebiliriz; fakat sözün özü şu: Hayatî meselelerimizi, bilgiyle tahkim edilmiş sözler eşliğinde, kefaretini ödemiş yahut ödemeye hazır kimselerin konuşmasına muhtacız. Sonrası sonra gelir.
Muhammed SARI (14 Zilhicce 1445 - 21 Haziran 2024)