MESELELERİ KİM KONUŞACAK?

Nasreddin Hoca’nın fıkrasındaki “Elâlemin ağzı torba değil ki büzesin!” sözünü işittiğimde ilkokuldaydım. Hoca, oğlu, eşeği ve çokbilmiş köylüler arasında yaşananlar değil de fıkranın sonunda insanların ağzının torbaya benzetilmesi ilgimi çekmişti. Torba ağızlı insanlar imajı garip, komik çağrışımlar yapmıştı çocuk muhayyilemde. Torba ağızlı insanlar çiziktirdiğimi bile hatırlıyorum. Lise çağlarımdan hatırladığım ise bir reklam filminin herkesin diline doladığı replikti. İşinin ehli olduğu halde sözünün dinlenmemesine köpüren bir kamyoncu ikide bir “Ağzı olan konuşuyor!” diyordu. O reklamdan sonra Türkiye’de ağzı olan herkes birbirine “ağzı olan konuşuyor!” diye çıkışmaya başlamıştı şakayla. Reklam altın çağına giriyordu. Viral karakterli süper iletken, süper yapışkan mem’ler kolektif bünyede ilk kez medya içerikleri aracılığıyla test ediliyordu. 2000’lerden sonra anladık ki 19-20. asırlarda kanser hücresi mantığıyla büyüyen kapitalizm, 21. asırdaki yayılışını virüs mantığıyla sürdürecek, düşmanlarına karşı mücadelenin boyutlarını ve cephelerini alabildiğine genişletecekti. Gerçekten de 2000’lerden sonra sosyal medyanın dünya çapında genel kullanıcıya ulaşmasıyla yukarıdaki fıkra ve reklam sözleri esprisini kaybetti. Torba ağızlılık norm haline geldi, normların anormalliğini izaha fırsat bulunamadı. Sadece bu iki cümle değil, genel olarak “söz” mefhumu küresel bir saldırıya uğradı. Havadan, sudan önce söz önce kirletildi, hayvan ve bitkilerden önce sözün nesli tükenme tehlikesiyle karşı karşıya kaldı.

Demokrasinin en tipik, en şehvetli dışavurumu olan ifade özgürlüğünün kitlelere teşmili hayır getirmedi. Katolikçe sansürün hayır getirmediği gibi. “Zor zamanda konuşmak” cesaretini gösteren az sayıda insan yasakçılar karşısında mazlum kitlelerin sesini duyurmak adına gerçekten büyük bir imkândı, bir fedakârlık eylemiydi. Konuşmanın eylemeğe neredeyse denk olduğu zamanlardı onlarınki. Bugünse konuşmayana bir zekâ geriliği ve fonksiyon eksikliği şüphesiyle bakılıyor. Öyleyse tersini mi yapmalı? “Herkesin konuştuğu zaman”da susmalı mıyız? Susma hakkımızı kullanarak bir imkânı yeniden ele geçirebilir, yeni bir feda eylemi gerçekleştirebilir miyiz? Maalesef hayat böyle basit denklemlerle yürümüyor. Zor zamanlarda en doğru iş “konuşmak” idi, ne var ki konuşmanın kolay olduğu zamanda yapılacak en iyi şey “susmak” değil. Teorik nazar simetriye bayılır, fakat hayat kendini asimetrik karşılık vermeyi bilenlere açar.

Söz saldırıya uğradı. Daha incelikli üslûp kullanarak, daha az konuşarak veya sessizliği seçerek söze itibarını yeniden kazandıramayız. Bunlar faydasız değil yetersiz tedbirlerdir. Bu yolu takip edenlerin medium’lardaki ve media’lardaki etkisizliğine bakılırsa ne kastettiğimiz anlaşılacaktır. Liberal demokrasinin ürünü olan sosyal medya her şeyi söz ve gözden ibaret kılarak kelimenin ve görüntünün içini boşaltmıştır. Başıboşluk içiboşluğa varmış görünmektedir. Bu boşlukta istediğini söyleyen istemediğini işitiyor, bunun üzerine kendi de istenmeyen şeyler söylemeye başlıyor ve istendik sözlerin oranı kendiliğinden düşüyor. İstediğime bakarım diyen istemediklerini de görmeye maruz bırakılıyor, hatta istemediği halde bir şeyler göstermek zorunda kalıyor fakat yine de bundan vazgeçmiyor. Fasit daire böylece tamamlanıyor. Çevrim içi dünya bu kasnağın büyük bir hızla dönmesine bağlı. Hızla dönen kasnak muazzam bir güç üretiyor. Bu yüzden bunun bir avara kasnak olduğunu zannetmek hata olur. Bir güç varsa talipleri de sahipleri de vardır.

Yüz yüze konuşmak insanların bir cemaat ve cemiyet hayatı sürebilmelerinin temel şartlarından. Taraflar yüz yüze baktıklarını bakacaklarını bilerek konuşur ne konuşursa. Art zamanlı olmakla birlikte yazılı iletişim de tarih boyunca sözlü geleneği tamamlayıcı bir işlev üstlenegelmiştir. Yazılı söz belli bir mantık ve belagat süzgecinden geçtiği için muhatabına mümkün olduğunca optimize edilmiş halde ulaşır. Okuyucu ise yazılı sözü anlama ve cevaplama konusunda makul bir zamana sahiptir. Matbaa devriminin şokuna ve posta teşkilatının gelişmişliğine rağmen 20. asır başlarına kadar genel görünüm budur. Televizyon ve internetle birlikte hem konuşma ve yazmanın doğası hasar almış hem de bu fiillerin sırası karmakarışık hâle getirilmiştir. Bugünkü uzaktan erişimli ve eşzamanlı iletişim teknolojisi hem eş-mekânlılığı ve yüz-eşleşmesini (yüzleşmeyi) gereksiz gösterdiği için hem de dinleme-anlama-cevaplama sürelerini minimuma indirdiği için sayısız hastalık üretmektedir. Söz ne kadar beliğ ve iktisatlı, görüntü ne kadar sade ve doğal olursa olsun dijital mecranın mantığına hizmet etmekten öteye pek geçememektedir. İnsanın insana deva olmasının şartı birbirlerine söyledikleri ve gösterdikleri anlık şeyler değil, süreç içinde hangi hâli aktardıkları, yani görünür ve görünmez gerçek fiilleridir. Âyinemiz daima iştir. Konuşmak kendi başına hiç mesabesindedir.

Konuşmanın arkasında fiil olmak zorundaysa her fiilin de bir faili olmak zorundadır. Konuşalım eyleyelim ama kim olarak? Bir mesele hakkında konuşma hakkı o meseleyle “olmazsa olmaz” ilişkisi kurmuş insanlara aittir. Bitmedi; konuşma hakkı olan insanlar arasında da öncelik sıralaması vardır. Öncelik, meseleyi en iyi bilen ve bildirebilenlerindir. Hak umumundur evet, ama öncelik seçkinin olmalıdır. Bilginin mertebelendirilmiş doğası gereği bu böyledir. Bu iki kesim dışında bir meseleyi hayat-memat meselesi olarak görmeyenlerin konuşmalarına ihtiyatla yaklaşmak, sözlerine itibar etmemek gerekir. Türkiye’de “Allah bir” demeleri ile aksini söylemeleri arasında hiçbir fark olmayan milyonla insan türedi. Bu insanları doğrudan muhatap almama hakkımız mahfuzdur. Îrapta mahalli olmayan insanlardır bunlar. Gerçek böyle olduğu halde vara vara geldiğimiz yer, cedel meraklısı kimselerinin müptezel kimselerle münazaraya tutuşması olmamalı. Pavyonda, meyhanede tebliğ yaptığını sananların durumu neyse sosyal medyadaki münazaracıların durumu da odur. Kimse “dijital çağın gerekleri”nden, yeni mücadele mecralarından bahsetmesin. Münazara “ötekinin iknası” üzerinden kendi imanını onaylatma ihtiyacının ve örtülü bir “özür beyanı” psikolojisinin yansıması olmuştur çoğu kez. Başkalarına açıklama yapmaya vaktimiz yok, varsa bir kabiliyetimiz bunu kendimiz için bir değer üretmeye hasretmeliyiz.

İnsanlara önce üslûbumuz, sonra mevzumuz, en sonunda kim oluşumuz ulaşır. Hakikat tam aksidir: Kim olarak söylediğimiz ne söylediğimizin önünde, nasıl söylediğimiz ne söylediğimizin gerisindedir. Bu sıralamayı muhafaza ettiğimiz sürece meselelerin karmaşıklığı gözümüzü eskisi kadar korkutmayacaktır. Meselelerimiz karmaşıktır ama kördüğüm değildir. Özellikle başımızı ağrıtan kültürel alanlar söz konusu olduğunda bağların düz değil çapraz bağlandığını bilmek faydalı olacaktır. Yani Türkiye’de edebiyatta kökleşmek için tarih bilmek, tarihe hakkını vermek için felsefe okumak, felsefeden faydalanabilmek için siyaset ve iktisat bilmek zarureti vardır. Bilhassa Türkiye’de böyledir. Bağlantıları çeşitlendirebiliriz; fakat sözün özü şu: Hayatî meselelerimizi, bilgiyle tahkim edilmiş sözler eşliğinde, kefaretini ödemiş yahut ödemeye hazır kimselerin konuşmasına muhtacız. Sonrası sonra gelir. 

Muhammed SARI (14 Zilhicce 1445 - 21 Haziran 2024)

ÜVEY KARDEŞLER: ŞAİR VE SİYASETÇİ

Şairin en çok dalaştığı, en davacı olduğu figür benzemeye en yakın olduğu figürdür, yani siyasetçi. Şairin zorbaları dize getiren daha büyük bir zorba olma, küçük mükemmel krallığını kurmak için bütün coğrafyayı yakma potansiyeli hep yüksek olmuştur. Aynı şeyi siyasetçiler için söyleyemeyiz, fakat onların da tuhaf bir çelişkisi var: En sevmedikleri kimselerden olduğu halde siyasetçilerin en çok iltifat ettikleri kişiler şairler olmuştur. Onların sözlerini önlerinde, arkalarında, iki yanlarında görünmez bir silah, bir sancak, bir muska gibi taşıyarak şahsî meşruiyetlerini pekiştirme ihtiyacı duymuşlardır. Öyleyse şu soruların cevaplanması lazım: Şairlerin kaçtıkça kapıldığı, siyasetçilerin yaklaştıkça ittiği şey nedir? Şairleri ve siyasetçileri tahtta hak iddia eden üvey kardeşler olarak niteleyebilir miyiz?

Türk şairleri ve siyasetçileri arasındaki gerilimli ilişkinin tarihini modern manada Namık Kemal’le başlatırız. Aslında sanat ve devlette Türk etkisininin ilk kez hissedilmeye başlandığı 11-13.yy periyoduna tarihlenmesi gereken bu ilişki her tarihî dönemeçte daha kritik bir hâl almıştır. Yolun ta başlarında, Kutadgu Bilig’de bile hükümdarlara şairlerle iyi geçinmesi, onların diline düşmemesi, kendini onların dilinden satın alması tavsiye edilmiştir. Kitapta şairlere; âlimler, tabipler, efsuncular, rüya tâbircileri, müneccimler, çiftçiler, tüccarlar, zanâatkârlar diye uzayıp giden bir kadronun içinde yer verilmiştir. Bu dizilişten devletin gözünde şairin bir sosyal statüsü olageldiğini çıkarsak bile tarih boyunca şairliğin protokoldeki yerinin hiçbir zaman garanti olmadığı unutulmamalıdır. Şairlerin yeri in’âm defterlerinde böyle sunulsa da esasta başka türlüdür; bunu iyi bildiği için Balasagunlu Yusuf’un şairlerle ilgili tavsiyelerindeki vurgu diğer “meslek”lere göre belirgin biçimde farklıdır. Klasik çağlarda âlim ve müneccimlerin; çiftçi, tüccar ve zanaatkârın hükümdarla ilişkileri somut bir alışverişe dayanmıştır. Astronomik ve mali hesaplar tuttuğu sürece bu ilişkiler kolay kolay bozulmamıştır. Tabip, efsuncu ve tâbirciler ise hükümdarın fizik ve psikolojik dünyasına dönük, yani dar çerçevede bir işleve sahiptir. Şair ile hükümdar arasında da bir alışveriş vardır fakat bu bir semboller alışverişidir. Şair hükümdar için itibar, hükümdar şair için boş vakit satın alır. Alan ve satan razı olduğu müddetçe hükümdar kitlelerin, şair kendi kendinin efendisi olarak yaşamaya devam etmiştir.

Şairlerle nasıl münasebet kuracaklarına dair hükümdarlara akıl veren çok olmuş, fakat aynı konuda şairlere nasihat vermeye yeltenen çıkmamış. Şairler laftan sözden anlamayan insanlar olduğu için mi? Doğrusu şairlerin çoğu kendi sözlerini, kendi sözlerine yakın sözleri anlamaya eğilimlidir, başka laflardan anlayası yoktur. “Laftan anlamayan şair” ibaresi oksimoron olduğu kadar gerçek, oksimoron olduğu için gerçektir. Öte yandan şunu da sormak lazım: Hükümdarlar sözün kıymetini bildikleri için mi şairleri alttan almıştır? Böyle düşünmek safdillik olur. Her şeyden önce “hükmetmek” ve “alttan almak” birbirini götüren fiillerdir, birlikte var olmaları mümkün değildir. Ayrıca “sözün kıymetini bilen” bir kişinin ne hükmetmek ne alttan almakla işinin olması düşünülebilir. Ve hükümdarın lügatinde “sözün kıymetini bilmek” çoğunlukla “malın ederini bilmek” demektir. Toparlayalım: Görünüşte ikisinin de işi “söz” iledir. Şairlerin ve siyasetçilerin sözlerinin palavra mı yoksa bedeli ödenmiş bir tecrübenin hâsılası mı olduğu hayatî önem taşır. Bu konuda okur ve/veya vatandaş olarak vereceğimiz karar akıbetimize bir biçimde tesir eder. 

Üvey kardeşlerin ikinci ortak noktası “para”dır. Himâye ve patronaj bahislerine girmeyeceğim. Çünkü bu kavramların dar zaviyesinden bakarak şairliğe mahsus psikolojiyi ve hükümdarlığa mahsus patolojiyi derinlemesine anlamak mümkün değil. Himâye ve patronaj dün olduğu gibi bugün de bir gerçek, fakat sadece tek bir (1) gerçek. Kimi büyük eserler şairinin hayattayken taltif edilmesine vesile olmuşsa da bahşiş uğruna yazılmış hiçbir şiir şaheseri yoktur. (Âkif’in para ödülünü “kahraman ordumuz”a bağışladığını hatırlayın.) Tasannu ustalığının bahşiş için kriter sayıldığı çağlarda bile hakiki şiir o musanna kasidelerde değil hep diğer metinlerde meknuz ve mahfuz idi. Modern çağa yaklaştıkça doğal seçilim bu yönde gerçekleşmiş, musanna (süslü) olanın yerine muhayyel (canlı) ve müstakim (tutarlı) olan öne çıkmıştır. 

Para ve söz birer dolayımlayıcıdır. Şair söz söyleme istiklâlini korumak için makul bir paraya muhtaç iken, siyasetçi iktidarını tahkim etmek için parayla satın alacağı muteber bir söze muhtaçtır. Yine de söz ile paranın farklı türde dolayımlayıcılar olduğuna dikkat etmek lazım. Tabiri caizse siyasetçiye göre hava hoştur; iktidarını pekiştirmek için herhangi türden bir sözü satın alma rahatlığıyla hareket eder. Bu sözü alamazsa şu sözü almaya yönelir, pazar birçok seçenek sunmaktadır. Zaten sözün çok yüksek veya çok düşük kalitede olmasından kaçınır. Kendini sorumluluk altına sokmayacak, seçmenin beklentilerini doyuracak, orta karar ve fonksiyonel bir şeyler satın almaya bakar. İnkılâp edebiyatı, devrimci şiir, muhafazakâr sanat gibi. Şair ise hem sözün hâlisliğine hem hâlis söz söyleme istiklâline halel getirmeyecek paranın derdindedir. Şaire gereken temiz, az da olsa düzenli, minnetsiz paradır. Böyle bir zamanda böyle bir parayı kodunsa bul! Paranın bile niteliklisini aramak tuhaflığı şairin payına düşmüştür. Şairin “parasızlıktan yakınış”ını “para için yakarış” zanneden yanılır. Yakınış insanlara, yakarış Allah’adır. Gerçek şiir bu doğru bağıntıdan doğar. Allah’a yakınıp insanlara yakaranlar yolunu kaybetmiş kimselerdir. Bunların şiiri de yolları gibi bozuktur. Nitekim para paradır deyip ödüllü yarışma, reklam yazarlığı, örtülü ödenek kovalayan şairlerin sayısı az değildir. Şairlerin kaçtıkça kapıldığı şey dünyalık ve iktidar hırsı ise, yani şair uzanamadığı ciğere murdar diyorsa fena. Hasedden ölüp gidecektir. Siyasetçilerin yaklaştıkça kaçırdığı şey özgürlük ve hakikatseverlik ise, yani makama esaretleri yüzünden suretihaktan görünmeye çabalıyorlarsa daha fena. Hazımsızlıktan ölüp gideceklerdir. Miskinlik makamını âlî bilen şair, resmî makamının esiri olmamayı bilen siyasetçi hasım değil özbeöz kardeştir. Tarihte kaç kez görebildik böyle kardeşliği?

Söz ile paranın iç içe geçtiği yerde sevi ile dâvî mefhumları da hercümerc olmuş haldedir. Siyasetçi şairden (ç)aldığı sevgi sözlerinin arkasına gizlenip günbegün kendi davasını yürütür. Ve dava görüntüsü arkasında hep öz sevgisini gizler. Sevgi lafını asıl davasına, dava lafını asıl sevgisine “paravan” olarak kullanır. Şairin sevgisi günün sonunda davası içindir, davası ile aynı şeydir. Hep kend’özüyle meşgul görünse de Hak’tan özge sevdiği yoktur şairin. Şair davayı ve sevgiyi korumak için parayı bir “paratoner” olarak kullanır. Meşhur nutkuna bakıp Yûnus’u davası olmayan bir miskin zanneder ahali. Hümanistçe alıklığın ve hümanizmin alıklarca alımlanmasının yol açtığı yanlış anlamalar Yûnus’u ve onun sulbünden gelen şairleri dünya hayatının tezatlarıyla mücadeleden kaçan kimseler olarak görüp göstermiştir. Hâlbuki sevgiye varmanın yolu kavgadan geçer demektedir hazret. Yûnus’un sevi ile dâvî hikâyesinin bir avuç dünyalık darı pazarlığıyla başladığını unutmamak lazım. 

Muhammed SARI (7 Zilhicce 1445 - 13 Haziran 2024)

ÇAY EVİNDEKİ TARİH FİLOZOFU

Sanırım üniversitenin son yılındaydı. Erzurum’da talebelerin müdavimi olduğu ve korsan film oynatılan bir çay evinde Yeşilçam’ın ucuz tarihî avantür filmlerinden birini seyrederken bir uyanış ânı yaşamıştım. Filmin ilk dakikalarında Cüneyt Arkın’ın oynadığı Battal Gazi karakteri Bizans askerleri tarafından şehid ediliyor, yıllar sonra onun intikamını alan oğlu rolünü yine Cüneyt Arkın üstleniyordu. Bu tıpatıp benzerliğin Bizans hükümdarının dikkatini çekmemesi, üstelik onu kendi oğlu sanması gülünçtü elbette. Muhtemelen masraftan kaçmak için bulunmuş bu çare beni “yüz” hakkında, “yüzümüz” hakkında düşünmeye sevk etmişti: Huyum suyum babama benziyor mu? Çocuklarımın çehresi beni andıracak mı? Bir millette nesilden nesile değişen şeyler neler? Bir ailede batından batına devam edenler neler? gibi birçok soru eşliğinde seyretmiştim filmi.

Genetik çalışmaları etkisini göstermezden evvel insanların sûretleri yaratıcıdan bir âyet gibi görülürdü. Sûret ve sîret arasındaki ilişki ise her toplumun kendi geleneği çerçevesinde yorumlanırdı. Bazı geleneklerde sûretin sîreti doğrudan yansıttığı kabul edilmiştir. Bazı kimseler ise insanın yüzü ile özü arasında zorunlu bir ilişki olduğu fikrine mesafeli durmuştur. Ana-babanın sûret ve sîretinin evladını kaçınılmaz olarak belirlediğini kabul eden, çevre ve terbiye faktörlerinin etkisini sınırlı gören, yani meseleyi determinist denebilecek bakışla ele alanların sayısı “tabula rasa”cılardan az değildir. Sûretle sîretin geçişme, çakışma noktaları olduğu muhakkak. Belli durumlarda birbirinin gösterenine dönüştüklerine de şahit oluyoruz. Belki meseleyi ele alırken büyük hatalara düşmemek için öncelikle sûretin nispeten durağan olduğunu, sîretinse “seyr” kökünden geldiğini yani dinamik bir yapıya sahip olduğunu hatırda tutmalıyız. Bizi yanıltan, sîret ile sûretin çakışma ve kopuş anlarındaki görünümlerini mutlaklaştırmaktır. İnsanla ilgili gerçekleri mutlaklaştırmak bizi tarih, toplum ve tabiat hakkında keskin hükümler verme hatasına itiyor. Hatta tarihi topluma, toplumu tabiata, tabiatı tarihe karşı konumlandıracak kadar ileri gidiyoruz. Batılı zihnin tarih, toplum ve tabiatı bencilce tanımlama ve birbirine göre konumlandırma cinnetinin bedelini bütün insanlık ödedi. Biz bugün o hatalara insan hakları, özgürlük, ilerleme vs. adını vermişiz. 

Filmde aklıma düşen fikirlerden biri şuydu: Yüz, gösterendir ve göstermenin iki katmanı vardır: 1) bizim gerçekte kim / ne olduğumuz yani gerçek görüntümüz 2) dışarıya neyi gösterip göstermediğimiz. Ama işin içinde bir de bakan var, aklıma düşen diğer mesele de buydu. Yüz biraz da bakana göredir. Öyleyse iki katmandan daha söz etmeliyiz: 3) bakanın bize kim olarak / ne gözle baktığı 4) bakanın bizi / bizde olanı görüp göremediği. İlk katman büyük oranda bir tabiat ve biyoloji sorunudur, varlıkların çeşitli istihalelerden geçerek dışlaşması sürecidir. İkinci katman ağırlıkla toplumsal ve kültürel alana dâhildir, görünen varlıkların bakanlar tarafından nasıl anlamlandırıldığına ilişkin bir süreçtir. Tarih bu iki katmanı kuşatma, bütünlüklü bir anlatıya kavuşturma yolu olsa gerek. Geçmiş çağlardan hoşumuza giden sûret ve sîretler derleyip bir tür portreler galerisi oluşturarak tarih ilminin gereğini değil, olsa olsa aktüel politikanın ve popüler kültürün beklentilerini yerine getirmiş oluruz. Biyolojik nazarı esas aldığımızda ağaçlar yüzünden ormanı, sosyolojik nazarı esas aldığımızda orman yüzünden ağaçları göremez hâle geliriz. Anadan doğma âmâlar dahi hayatını sürdürmeyi mükemmelen öğrenebilir, fakat ideolojik ve teorik körlük en kötüsüdür. Hadiseleri hiçbir zaman doğru perspektifte, nesneleri hiçbir zaman gerçek formlarıyla algılayamamaktır. Elifi görse mertek sanacak olanlar bunlardır.

Kara kıştan kaçmak için girdiğim çay evinden tarih filozofu olarak çıktım. Meğer “yüz” üzerine düşünmek isim ve cisimler üzerine düşünmenin en kestirme yollarından biriymiş… Her yüz sahibini temsil eder ve bu bakımdan eşsiz kabul edilir. Kendimizi başkalarının halefi ve selefi gibi algılamaktan evvel, yüzümüzün tarihini kendimizle başlatmaya eğilimliyizdir. Psikolojik varlığımızın biricikliğini doğrulayacak tek fiziksel kanıt yüzümüzdür. Çocukluktan ihtiyarlığa kadarki değişimler sebebiyle özbenliğimizin ebedî görünümü hakkında yakınsak bir bilgiye sahipiz. Yine de aynaya baktığımızda zihnimizdeki imajla uyum halinde bir sûret göremezsek kriz patlak verir. Diğer açıdan, her yüz izlenimsel ve uzlaşımsaldır. Fiziksel varlığının biricikliğine karşın yüzümüzün başka zihinlerdeki yansımaları çok çeşitlidir. Zihinsel bütünlüğümüzü korumayı sağlayan bireysel yüz algımız, konu toplumsal bütünlük ve tarihsel devamlılık olduğunda kolektif bir anlam kazanır. Bazı sûretler vardır ki kendinin değil artık bir toplumun tarihinin göstereni olmuştur. Türk bayrağındaki nazlı hilal böyledir. Şairin hilâle hitabı bundandır. Personalar tarihte ve tarihle sayısız dönüşüm geçirerek biçimlenir. Gaza beylikleri devrinde halk irfanı bu yüze Battal Gazi adını vermiştir. Yani yüz hem sahibi hem muhatapları için aynı şeyi, Türk’ü temsil etmiştir. Bu açıdan bakınca filmde gazi babayla gazi oğul rolünü aynı kişinin oynaması küfrün Türklere bakışının değişmediğini anlatmanın veciz bir yolu olarak okunabilir. Kâfirler şehid ettikleri Türk’ün yüzünü tekrar tekrar karşılarında görmenin kâbusunu yaşarlar. Modern çağa geldiğinde bu yüzün yeni adı Mehmetçik olur. Mehmetçik personasının katmanlarını kaldırdığınızda ulaşacağınız son katman Muhammed Mustafa’nın mübarek sîmâsı olacaktır. Görenlerin “Bu yüz yalan söylemez!” dediği Muhammed Mustafa.

Yüz tanımaya, tanınmaya, tanışmaya yarar evvela. Türkçeye bakarsanız yüz konuşmaya da yarar. Konuşmaya yüzü ol(ma)mak... Bu deyim, bildiği tek iş konuşmak ve yazmak olanlar için büyük manaya sahip. Konuşup yazmanın ön şartı neden yüz olsun? Hem de yüzsüzlüğün alıp yürüdüğü bir çağda. İnsan içine çıkacak yüzü olmadığı halde edebiyat sahasını dolduranlar dinin istismarına, sanatın süflîleşmesine, kültürün endüstrileşmesine hizmet ediyor. Biz sözün arkasında bir yüz/insan, yüzün/insanın arkasında bir tarih olduğunu görmek isteyen insanlarız. Klasik epikler önden gidenlerin nesline, gazi oğlu gazilere ait epiklerdi. Bu metinlerde görünen yüz ile gören yüz birbirini doğruluyordu, biri mümin idiyse diğeri kâfir idi. Filmdeki gibi. Modern epik ise geride kalanların, geriye kalanların anlatısıdır. Yani şehidin banka memuru olan oğlunun epiğidir. Bu oğullar yüzlerini ne aynalarda ne elektronik kimlik kartlarıyla doğrulayabilmişlerdir henüz. Söz-insan-tarih ilişkisini sıhhatle aksettiren yalnızca İstiklâl Marşı’dır. 

Muhammed SARI (29 Zilka’de 1445 - 5 Haziran 2024) 

CANLILAR SORUNUNA GİRİŞ: GAZZE VE KÖPEKLER

Sıkıcı gecelerde, yani her gece adamlar pirinç direklerden kayarak inip Mekanik Tazı'nın koku sistemini tıkır tıkır ayarlayarak uygun kombinasyonlara getirir ve ardından itfaiye binasının aşağı eğimli rampasına sıçanlar, bazen de tavuklar veya zaten boğulması gereken kediler salarlardı. Sonra da Tazı'nın hangi kedi, tavuk veya sıçanı önce yakalayacağı üstüne bahse tutuşurlardı. Hayvanlar serbest bırakılırdı. Oyun üç saniye içinde biterdi: Tazı'nın rampanın ortasında yakaladığı sıçan, kedi veya tavuk patilerin arasında kısılıyken, yaratığın uzun burnundan çıkan on santimlik, içi boş çelik iğne büyük dozda morfin veya prokain zerk etmek üzere inerdi. Sonra o zavallı piyon fırına atılırdı. Ardından oyun yeniden başlardı. 
(Ray Bradbury, Fahrenheit 451)

Başıboş köpeklerle mücadele yolunun yıllardır bulunamaması ibret verici. Yeni küresel düzenin kurulması talebinden bölgesel barışın sağlanmasında oynanacak etkin role, iç vesayet odaklarıyla mücadeleden teröristlerin sınır dışına püskürtülmesine kadar birçok majör meselede kendinden emin tavırlarla konuşan hükûmet, sıra gündelik hayatın sorunlarına, düşünce derinliği veya felsefî tutarlılık gerektiren sorunlara geldiğinde son derece kararsız ve kırılgan bir profil sergiliyor. Vaziyet ibretlik, fakat bir o kadar tanıdık ve tipik.

Hükûmetlerin içeride ve dışarıda farklı davranması, bazen aslan kesilip bazen süt dökmüş kediye dönmesi yeni değil; elbette Türkiye’ye mahsus da değil. Peyin dışarıdan reyin içeriden temin edildiği bütün siyasî düzenlerde iktidarların en az iki yüzü olmuştur. Ne yazık ki bu iki-yüzlülüğe en çok şahit olunan ülkelerin başında Türkiye geliyor. Türkiye’ye hâkim olan zümreler kültürel iki başlılık (İslâm ve Batı) tehlikesi olduğu propagandasıyla (şantajıyla) iki-yüzlülüğü cumhuriyetten sonra bir devlet politikası olarak kurumsallaştırmıştır. Buna göre; Türk hükûmetleri hâkim uluslararası söylemlere hep “millî menfaatler” gerekçesiyle destek olmuş veya şerh düşmüştür. Aynı hükûmetler ülke içinde daima “batı menfaatleri” doğrultusunda bir eylem hattı takip etmiştir. Bu tuhaflık halkta duygusal karmaşaya sebep olmuştur. Halkın ekseri, içeride kendilerine her türlü eziyeti reva gören devletin dışarıda muvaffak olmasını dilemiştir. Halkın küçük bir kısmı ise içeride devlet eliyle birçok imtiyaz ve dokunulmazlığa kavuşmuş olsa da devletin elinin kolunun dışarıda bağlı olması için çalışmıştır. Hamakat ve hıyanet, çaresizlik ve fırsatçılık dönüşümlü olarak toplumsal refleksleri şekillendirmiştir.

Hükûmetlerin bazen dışarıda kükredikleri vâki ise de bu kükreyiş dünya sisteminin iplerini elinde tutanları endişelendirmiyor. Bunun önünde sonunda miyavlamak anlamına geldiğini, geleceğini, getirileceğini maalesef herkes biliyor. Uzun tarihsel bir vetirenin sonucu olan bu sorunun çözümü de uzun sürecektir. Hükûmetlerin içeriye karşı kükremesinin sebepleri ise daha psikolojik, daha karmaşık. Türk devleti ülke içinde en basit toplumsal sorunun bile Müslümanlık nokta-i nazarından ele alınmasına izin vermedi. Yani içeride gerçekten kükredi devlet. Son yüz yılda her nesilden Müslüman yasaklardan paylarına düşeni alarak bu tahammülsüzlüğü yakînen tecrübe etti. Fakat devletin içeride sadece imtiyazlı azınlık ve lobilere karşı gösterdiği ikinci bir yüzü daha var. Miyavladığı söylenemese de devletin bu kesimlere kükreyemediği bir gerçek. Homurdanıyor denebilir olsa olsa. Zülfüyâra dokunan, çıkar çatışmalarına sahne olan, hazırlıksız yakalanılan her hadisede devletin renkten renge girdiğine şahit olageldik. Örneğin; başıboş köpeklerin canı, köpeklerin parçaladığı çocukların canı, Gazzelilerin canı söz konusu olduğunda devletin farklı yüzlerini görebiliyor, farklı sesler çıkardığını işitiyoruz. 

Birkaç yıl önce “can dostlarımız” tabiriyle ideolojilerini damarlara tatlı tatlı zerk etmeye başlayan kesimler geçen süre zarfında boş durmadıklarını, hayat tarzı ve lobi faaliyetlerini kılcallara kadar ilerlettiklerini her köpek saldırısında bir kez daha gösterdi. Kendine mahsus bir insan tasavvuru olmayan (yahut bu tasavvuru unutmuş görünen) Türk toplumunun hayvan hakları söylemi karşısında direnmesi, tutarlı davranması zor görünüyor. Hükûmetin de bu meselenin altında yatan ideolojik fay hattını tetiklemek ve yeni bir “hayat tarzı” tartışmasına girmek istemediği açık. Dolayısıyla sorunun yerel yönetimlere havale edilerek sessizce gündemden düşürülmesi ihtimali yüksek. Hâl böyle olunca köpeklerin sahiplendirilmesi ile insanların sahipsizliği arasındaki tezat daha bir göze batmaya başlıyor. Sahipsizliğin -göz çıkarmamak şartıyla- göze batırılması birilerinin işine geliyor belli ki. Bu suretle gözdağı verilmek isteniyor. Mesele basit bir hukukî düzenlemeden veya şehir kültürü noksanlığından ibaret değil. Robot haklarından bahsedebilen bir zihniyet hayvan hakları paravanıyla elde edeceği kazançlar konusunda gevşeklik göstermeyecektir. Göstermemiştir de. Canlılığın tanımını mutlaklaştırıcı Aristo’dan muğlaklaştırıcı Derrida’ya kadar. 

Soru şu: Batıdaki felsefî geleneğin iki uç yorumuna da (Aristo-Derrida) mesafeli olan topraklarımızda insan haysiyeti, canlılık, hayat hakkı, hayvanın yeri gibi başlıklar neden modern biyolojinin kabulleri ve kavram setleri üzerinden konuşuluyor? Hakkın ne olduğunu tanımlama hakkına sahip olduğu iddiası, aklın ne olduğunu ve kimde bulunup bulunmadığını kendi aklına dayanarak çözebileceği iddiası Batı’nın yüzyıllardır deliliği bir yaşama tarzı olarak benimsediğinin göstergesidir. Bu akla göre “modern hayvan?” bir tür bilinç ve farkındalık sahibi varlık olarak kabul ediliyor. “Modern hayvanlar”ı modernleşmemiş insanlara tercih eden bir zihniyetle uğraşıyoruz. Gazzelilerin “insansı hayvanlar” olduğunu, toptan katledilmelerinde beis olmadığını söyleyen İsrail Savunma Bakanı Yoav Gallant tanrıyı oynayan zihniyetin mensubu olarak konuşuyordu. Sonrasında bütün hümanist âlemin İsrail’i kayıtsız şartsız desteklemesi bu hastalıklı geleneğin son derece “canlı” olduğunun kanıtıdır. 

Tarih boyunca köleleştirme hayvanlaştırmayla iç içe yürüdü. Köleler özgür olup olmadıklarından önce insan olup olmadıklarını ispatlamak zorunda kaldılar. Bugün ise Türkiye’de politik alanı sürüler halinde işgal eden hayvan hakları söyleminin sahipleri ile Gazze’de “insansı hayvanlar” yaftasıyla bir toplumun politik varlığına musallat olarak diş geçirmeye çalışanlar arasındaki akrabalık gözlerden saklanamıyor. Tavşana kaç, tazıya tut diyen aynı kişi. 

Muhammed SARI (24 Zilka’de 1445 - 1 Haziran 2024)