DOLDUR BOŞALTLA OLMAZ

Uş dikdiler kefen tonum
Hazret'e gönüldi yolum
Bunda kalan nemdür benüm
Allâh sana sundum elüm
Yûnus Emre

Kimi arkadaşlarım yine yaşlanmadan hatırat yazıyorsun demeyecekse söze bir anekdotla başlayacağım. Takım tutmayı orta ikide bıraktığım hâlde lise bitene kadar okulu kırıp futbol idmanı seyretme alışkanlığımı sürdürdüm. Eve en yakın tesis Dereağzı olduğu için Fenerbahçe idmanlarına giderdim. Doksanların sonuna doğruydu, kadroyu hatırlayamıyorum. Bir keresinde epey tatsız bir idmana denk gelmiştik. Sahadaki kaosa yarım saat tahammül eden kenardaki yöneticilerden biri sonunda dayanamayıp patlamıştı. Gırtlağını yırtarak tesisi inlettiğini unutmuyorum: “Olmaz! Böyle olmaaz! Doldur boşaltla olmaaaz!” Adam su şişesini yere çalıp sahayı terk etmişti. Doğrusu niye kızdığını pek anlamamıştık. Çünkü futbol, özellikle Türk futbolu o zamanlar böyle oynanan bir oyundu. Doldur boşalt!

Böyledir. Bazı sıradan anlar, önemsiz bazı cümleler bende kırk yıl yankılanır. O kadar çok yankılanır ki zamanla gerçek bağlamlarından kopar, zihnimde senelerce yüzergezer hâlde dolaşırlar. Ta ki yerlerini bulana kadar. Ruhbilimciler takıntılı kişilik bozukluğuna yoruyor böyle aşırılıkları. Bilemiyorum, olabilir. Fakat bu anekdotta bana ilginç gelen başka bir şey var: Yankıların yaş ilerledikçe kuvvetlenmesi… Yaşlanmayı böyle tarif edebiliriz sanırım, iç yankıların kuvvetlenmesi olarak. Yankı seni senle sağır eden şeydir. O yüzden hayat tecrübesi denen, yaşantı denen birikmeler zamanla bir yüke, hapishaneye dönüşebiliyor. Sanırım bu çelişkinin kesin çözümü yok. Kesin olan şu: Ne sağır odalarda ne de sağır eden yankılar altında insanca bir ömür sürmek mümkündür. Bunu bildiğim için odağımı kaybettiğim, yankılardan veya yankısızlıktan bunaldığım anlarda kendime küçük bir ayar çekiyorum. Sorunu çözemiyor veya kabullenemiyorsam dikkatimi sorunun neden önüme çıktığı, çıkarıldığı sorusuna yöneltmeye çalışıyorum. Talihliysem kırk yıl, yüz yıl, bin yıl geriden yankılanan seslerin ve dillendirilmemiş gerçeklerin bizimle farklı bir frekansta sürekli konuştuğunu duyabiliyor; yeni bağlamlarda yepyeni çağrışımlar kazanabildiğini, bu sayede kavrayışımı bir nebze de olsa ileriye taşıdığını fark ediyorum. “Doldur boşaltla olmaz!” da bu yankılardan biri benim için. Bağlamlararası yolculuk eden bir cümle.

Bütün yolculuklar ileriye ve geriye doğrudur. İleri ve geri dışında yön yoktur. Sağ-sol, aşağı-yukarı dediğimiz ileri ve gerinin türevleridir. Algılayışımızdaki bu çizgisellik, çocukken küresel formlu kâinatı basitleştirir ve bizim için yaşanabilir kılar; fakat aynı çizgisellik yetişkinlikte kâinatı bütüncül bakışla görmeye mani olur. Doğal yönlülüğümüz ileriye ve geriyedir, bir engelle karşılaşmadıkça diğer yönlere hareket etmeyiz; buna en başta fizyolojimiz müsait değildir. Zihnimiz de hayatın büyük bölümünde fizyolojinin kendisine aktardığı örüntüyü veri alarak çalışır. Gerçek anlamıyla zihinsel hayat, ileri-geri mekaniğinden kurtulunup bir sebeple (travmalar, çatışmalar, ölüme ilişkin deneyimler…) çokboyutlu hareket prensibine geçildiğinde başlar. Fark edilebileceği gibi “doldur boşalt” da sınırlı fizyolojik yönlülüğümüzün ve ona bağımlı zihinsel işleyişimizin, yani ileri ve gerinin görünümlerinden biridir. Çoğu zaman semeresiz kalan, kaçmaya çalıştığımız ama onsuz da yapamadığımız hayat rutinimizin ifadesidir “doldur boşalt.” Böylece bu küçük anekdot bir metafor niteliği kazanmış, parazitli sinyal anlamlı bir mesaja dönüşmüş oluyor benim için.

Metafordan devam edelim: Hayatta daima iki taraf varsa birinin ilerleyişi (dolduruşu) diğerinin gerileyişinden (doluşundan) bağımsız olamaz. Hayatın anlamı bu sarkacın salınımlarında duyumsanır. İki taraf da aynı anda ilerlemez, çünkü çarpışma öngörülemez hasarlara sebep olabilir. İki taraf aynı anda gerilemez, yoksa oyun (hayat) başlamadan biter. O yüzden genellikle olan, taraflardan birinin diğerini doldurmaya, diğerinin geleni boşaltmaya çalışmasıdır. Bir yanda boşluk bir yanda doluluk varsa hayat tabii seyrinde ilerliyor demektir. Ne var ki doldurma girişimi her zaman gerçek bir doluluk taşımayabiliyor. Dolduran dolu değilse doldurma girişimine blöf veya “şişirme” deriz. Savunmadaki taraf “şişirme”leri kolayca patlatıp boşa çıkarabilir. Fakat blöfü fark edemezse “dolduruşa gelmiş” olur. Dolduruşa gelende de doluluk olduğu söylenemez, çünkü yuttuğu bir balondan ibarettir. İki taraf da boş olduğunda oyun enlemesine oynanmaya başlar, seyir zevki düşer, yan çizişler karşısında ıslıklar yükselir. Kör bıçakla yumuşak domates kesmeye benzeyen asap bozucu bir durumdur bu. Zaten sürdürülmesi zor olan ileri-geri mekaniği, amaçsız ve sonuçsuz “doldur boşalt”lar yüzünden “iki ileri bir geri”ye dönüşmüş ve tıkanmıştır. “Doldur boşaltla olmaz!” diye haykıran adamın öfkesi bunadır: Dolu isen neden karşı tarafı gerçekten doldurup sonuç almıyorsun? Doluluğun hakkını vermemek suç değil mi? Dolu değilsen karşı tarafı dolduruşa getirerek kazanç koparmaya çalışmak başarı sayılır mı? Papaz her el pilav yer mi? Karşı tarafın boşa çıkarma becerisinin senin doldurma kapasitenden yüksek olduğu anlaşıldığı hâlde seni destekleyenleri kandırmaya ne kadar devam edeceksin? Bu gidişin sonu var mı? Yarın karşı taraf da doldurma gücüne erişir ve konumlarınız değişirse seni doldurmalarını veya dolduruşa getirmelerini nasıl engelleyeceksin? Savunma planının var mı?

Hayatın “doldur boşalt”la geçiştirilişi amel defterimizde büyük boşluklar bırakıyor. Doluluk da boşluk da aslında yaşamanın, yani oyunun bir parçasıdır; ama “doldur boşalt” sadece bir oyalanmadır. Doluyu boşaltarak her şeyi mahvetme tehlikesi beşer olarak hep başımızda. Dikkatimizi doluyu boşaltmamaya ve mümkünse boşluktan doluluk damıtmaya yöneltmeliyiz. Ama bazen bir şeyleri doldurmak için başka şeyleri boşaltma ikilemi de belirir önümüzde. Bu durumda önem sıralaması yapamayan, seçme cesareti gösteremeyen kaybedecektir. Ölmeden önce amel defterimizin neye benzediğini görmek istiyorsak hayatta neyi doldurmak uğruna neyi boşalttığımıza bakalım. Maddi ve manevi keselerimiz bize bu ömrü israf değil sarf edelim, yani tasarruf edelim diye verildi. Tasarruf, anlam kaymasına uğramış hâlini ve sözlükteki hâlini birlikte kullanabildiğimiz kelimelerden. Öyleyse kelimenin ikili kullanımına istinaden şunu söyleyebiliriz: Türkçede hayat harcayarak biriktirme sanatıdır. Kalbimiz, kafamız, midemiz, er bezlerimiz ve yumurtalıklarımızın dolu veya boş oluşları amel defterimizin akıbetini belirler. Kulluğumuzun kabulü bunları nasıl kullandığımızın hesabını vermekten geçiyor.

İnsanların amel defterini bir tür banka hesabı gibi tasavvur edişleri çok yenidir. Buna modernizmin başka bir “doldur boşalt” enstrümanını öne çıkarıp mutlaklaştırması sebep olmuştur: Cep. Vücudumuzun bir parçası olmadığı hâlde delindiğinde öleceğimizi düşündüğümüz cep. Kefende bulunmadığı ısrarla hatırlatılan cep… Keynes, kapitalizmi “doldur boşalt”la ayakta tutmuştu. Gerçek olması gerekmiyordu; piyasanın her yerinde doluluk (hareket) izlenimi uyandırılması herkese boşlukların doldurulduğu hissi (bereket) verecek ve çark dönecekti. 1950-1970 arasında dediği gibi de oldu. Peki yaklaşık yarım asırdır cebi doldurmanın güven vermediği ve cebi boşaltmanın tatmin etmediği, yani aslında çarkın dönmediği aşikâr olduğu hâlde kapitalizmi yıkılmaktan kurtaran nedir? Basit: “Doldur boşalt” mekanizmasını hayatın doğal akışı, tarihin mecburi istikameti kabul etmemiz. Doluluğu ve boşluğu ceplere, buzdolaplarına, kart ekstrelerine bakarak tanımlamamız. Fırsat buldukça boş atıp dolu tutmaya çalışmamız. Paranın cebimize bizi borçlandırabilmek için konulduğunun görülmemesi. Nihayet, cebimizdeki paranın kandan, meniden, idrardan yapıldığını görmek istemeyişimiz.

Muhammed SARI (4 Rebiülâhir 1447 - 26 Eylül 2025)

REİSLERİN, KÂHİNLERİN, ŞAİRLERİN KUVVETİ

Başlık İsmet Özel’in Naat’ından. Çoğunuzun bildiği gibi. Bilinmesi normal çünkü medya çağını yakalamış son önemli şiirlerden Naat. Aynı sebeple edebiyat kamusunun sınırlarını aşan geniş bir kitle tarafından “aşırı tüketilen” bir şiir. İstifade edenlerin oranı doğal olarak düşük kalıyor. Şiir nasıl mı tüketilir? Cevabı basit. Metnin çağrısıyla ve onu doğuran dinamiklerle ilgilenmeyip kendinizi onun söyleminin deşarj edici etkisine, prestijli sözcülüğüne bırakarak. Diğer deyişle, sizi tüketmesine izin vererek. Peki şiirden nasıl istifade edilir? Çetrefilli bir soru. Doğru cevabı bilmiyorum, doğru cevap var mı onu da bilemiyorum fakat şahsi tecrübemden çıkardığım şu: Okurun birikimi, dikkati ve niyeti daima en kritik faktörlerdir. Bunlar yerli yerindeyse orta hâlli bir metinden dahi gıdalanabilir, güçlü metinlerin egemenlik sahalarında esarete düşmeden konaklayabiliriz. 

Zannedilenin aksine özdeşleşerek değil, arada bir mesafe, bir direnç alanı varsa edebî metinden faydalanabiliriz. Kanaatim bu yönde. Yine de konu şiir olduğunda mesafelenme ve özdeşleşmeyi mutlaklaştırmamak gerektiğini biliyorum. Ne kadar analitik olmaya çalışırsak çalışalım sonunda güç yetirebildiğimiz bir tür eskizden, betimlemeden ibarettir. Kelimeler bize asla umduğumuz kesinliği ve doğrudanlığı sağlamaz; özdeşleşme ve mesafelenmeye yakınsayabilir olsa olsa. Aslına bakarsanız bu ikilik bütün zihinsel faaliyetler için geçerlidir. Nesne ile özdeşleştiğimde “ben”in varlığı tartışmalı hâle gelir, “ben” diye direttiğinde nesneyi içeriden bilmem zorlaşır. Metne dalmadan, ıslanmadan tecrübe edinemem ve metinden çıkmadan üzerine konuşamam. Denizde damla olmak ile denizde balık olmak bakımdan katı ontolojik tanımlara (okurluk, şairlik) tabi isek de estetik açıdan tercih (okuyarak şairleşmek, şairâne yaşamak) bize bırakılmıştır. Sanat eserinden bize kalan genellikle özdeşleşme yahut mesafelenme ânlarının tecrübesi olur. Zihnimiz her ân şeylere temas ederek ve şeylerden ayrılarak çalışır. Dünyada mutlak kopuş da mutlak süreklilik de mümkün değildir, mümkün olan tecrübe ediş ânıdır. Bize kalan yaşantılardır. “Kırıntılar” der gibi.

Naat’ın benim okurluk yaşantımda özel bir yeri var. On küsur yıl önceki bir yazımda “Ben yalnız beni bağlayan bir teşbihle Erbain’i güneş sistemine, Bir Yusuf Masalı’nı ay sistemine, Of Not Being A Jew’u süpernovaya benzetiyorum.” demiştim. Özel bir konuma ve tesire sahip Ay ile Bir Yusuf Masalı arasında bağ kurmuştum. Bağı kurmama sebep hususen Naat’tı. Şairin en iyi şiiriydi demiyorum, fakat şairin poetikasındaki konumu ve okur üzerindeki tesirinin diğer şiirlerinden farklı olduğuna inanıyorum. Ay’ın gökteki kozmolojik konumu ve yeryüzündeki psikolojik tesiri gibi. Naat-Ay ilişkisi, yani Hz. Peygamber ve Ay ilişkisi başlı başına literatür oluşturacak kadar zengin. Ay’ın yere en yakın son gök katına bir kandil olarak kondurulması ile Hz. Peygamber’in âhir zaman ufkunda doğuşu arasında açık bir bağ var. Hüzünlü güzellikleriyle, karanlıklar içindeki dünyaya teselli ve kılavuz oluşlarıyla, hep aydınlık çehrelerini gördüğümüz hâlde herkesçe görülemeyen ledünnî/gizli veçhelerinin bulunuşuyla, Güneş’ten gelen ışığı Dünya’ya aksettirmeleriyle, güneşli çağlara nispetle ömürlerinin kısa oluşlarıyla Hz. Peygamber ve Ay mânen ikizdir. Tarihteki ilk sevinç şarkımızın Talaal Bedru olması bağı teyit eden bir işarettir. Naat geleneğin bu derin köklerinden beslenmenin olgunluğuyla çıkar karşımıza. İsmet Özel bütün partizanca eylemine rağmen hiçbir zaman sembolik ve ezoterik alana kendini kapatmış bir şair olmadı. Erbain’de yer yer hissedilen bu yönünü belirgin biçimde ilk kez Bir Yusuf Masalı’nda gösterdi.

Naat hem partizanlıktan hem ezoterik sembolizmden esintiler taşır ama esasen ne biri ne diğeridir. Naat’ın şairin o güne kadarki ve o günden sonraki “poz”unun üstünde ve ötesinde bir denge noktasını, bir optimumu temsil ettiğini; peteğinde okurun sıhhatle gıdalanmasına en müsait özü barındığını, hülasa bir eşref saatinin armağanı olduğunu düşünüyorum. Dünyada yirminci asrın sonuna gelinmesinin ve ülkemizin bir rivayete göre son çeyreğe (ikindi sonrasına) girmesinin sembolik anlamını yükleniyor Naat. Bu yanıyla metnin hem açık yürekli bir muhasebe olduğuna hem ileriye doğru işarî bazı projeksiyonlar sunduğuna inanıyorum. 19. asırdan bu yana yaşadığımız türlü kanlı macera sonunda başka “gidilecek kapı” olmadığının bir kez daha anlaşılması 20. asırda naat türüne özel bir misyon yüklemiş gibidir. Şefaat talebinden ziyade toplumsal inkıraz ve ferdi inkisarın kayda geçirilmesi işlevi kazanmıştır naat. Medine’den çıkarılışımız, Mekke’den çıkarılışımızdan daha ağır gelmiştir bize. Kolektif şuuraltımızda bu hadise naata bir özür beyanı anlamı kazandırmıştır. Diyebiliriz ki bilinen İslâm tarihi Hicret’teki sevinçli buluşmamızla başlar, 1919’daki kederli ayrılışımızla biter. 1919’dan sonraki tarih başka bir gözle okunmalıdır. Türklerin Medine’yi son âna dek terk etmemesi, Fahreddin Paşa’nın Mescid-i Nebi müdafaasının iç yakan bir destana dönüşmesi Türkler ile Resul-i Ekrem arasındaki özel bağın tezahürleridir. Bir Yusuf Masalı’na yıllar sonra ilave edilen Saniyen Naat’taki Resul-i Ekrem’i sevmek ve Medine’yi müdafaa etmek vurgusu tesadüf değildir. İslâm âlemi yıkılırken son sözümüz yine naattır ve tabii askercedir: “türk milleti yatağanlı duruyor / susuyor dupduru susup duruyor / türk milleti duruyor / özünden çok sevmeyi ezbere bilip / turnayı gözünden vuruyor / müdafaa-i medine etmek türk milletinin / cönkünde sarahaten duruyor”

Sevmek ve müdafaa etmek… Can, canan ve vatan için gözümüzü kırpmadan atıldığımız bu feda oluşlar Türk milleti nazarında Resul-i Ekrem’le müşahhas hâle gelir. Türkçede naatlar dikkat edilirse mânen sohbetten öte, doğrudan Resul-i Ekrem’in huzurunda bulunmak arzusunu saklar. Saklayamaz aslında, çünkü Türk için “dupduru susup dur”mak bir yere kadardır, bu arzuyla dolup dolup taştığını belli eder. Bir naat “huzurda bulunmak” şuuruyla yazılmamışsa yazılamamıştır. İçe dokunan bütün naatlara bakın, huzurda bulunma, O’nunla mülâki olma hatta O’na dokunma arzusundan daha kuvvetli bir yönelim bulamazsınız. Bu şedid arzu en mükemmel ifadesini Su Kasidesi’nin “Dest-bûsı ârzûsı…” mısraında bulur. Sonraki klasik naatlar hep bu motifin etrafında dönmüştür: dest, bûs, arzu… Bu üçgen, üzerine ciltlerce yazmaya değecek, içine insanlık tarihinin bütün estetik mirasını alabilecek kadar kuvvetlidir. Dest, bûs, arzu… Bu arzu bir taşkın hâlini aldığında naatı bıçak sırtı bir metne dönüştürür; çünkü mısraın devamında “…ger ölürsem” ihtimali hep vardır. Ölümcül bir arzudur bu. Fuzûlî’nin üç kelimeyle tablolaştırdığı ân Michelangelo’nun “Creazione di Adamo”sundan (Âdem’in Yaratılışı) özü itibariyle çok daha üstündür. Şiirin resim sanatına olan tabiî üstünlüğünden fazlası vardır burada. Karşılaştırmalı bir tahlil Müslüman ve gayrimüslim dünyanın güzellik ve arzu anlayışındaki farkları ortaya koyacaktır. İsmet Özel’in naat anlayışı klasik şairlerinkinden farklı bir yerde durur. Yıllar yılı şiirlerinde kabaran, taşan, atılan, çırpınan, kıvranan, iştahlanan şair Naat’ında epey durulmuş görünmektedir. Klasik naatlarda gördüğümüz yoksunluk hissinin getirdiği şiddetli kavuşma arzusu, Özel’de yerini, yokluğu duyumsananla bir gün kavuşacağını ummanın sabırlı bekleyişine bırakır. “Ömer öfkesi” ve “aşkî yürekler”in yerini “gelecekteki kardeşlerim” hadisine muhatap olmanın tesellisi alır. Giden ve yeri doldurulamayacak olanın ardından konuştuğunu bilir şair. Saniyen Naat’ın sonundaki “her tanışıklık bir veda anlamı taşıyorsa yâ Resûl / tanıştır bizi Allah’ın birliğiyle / ve biz elveda diyelim şu zındana” satırlarında bu bilinç açıkça görülür. Zındanda olmanın yükü şiirin atmosferini kaplar. Yoksa “poz”unu hep en yüksekte tutmuş şairin ikindisi neden bu denli “kırgın” olsun?

Naat’ın tamamını bir nefeste konuşmak mümkün değil, gerekli de değil. Şaire tek berceste mısraın yetmesi gibi okura da iki mısraın şerhi yetebilir. Zaten büyük şiirler her devirde başka bir anlam katmanını açarak insanlara hitap etmeyi sürdürür. Bir kerede tamamen açımlanamazlar. Anlamak hep sonra sonradır. Parça parçadır. Hatta mısra mısra. İşte benim için Naat’ı özel kılan iki mısradan ilki: “boşa çıksın reislerin, kâhinlerin, şairlerin kuvveti” Otuzumdan sonra fark ettim ki şiiri temsil kabiliyeti en yüksek mısralardan biri budur. Elbette bana göre. Kırk beş yıldır fasılasız tesirleri altında bulunduğum psikolojik, politik, biyolojik, ekonomik, sosyal, kültürel... şartlara, özetle çağın ruhu ile psikobiyografimin çatışma-örtüşme seyrine göre. Meseleye bu zaviyeden baktığımda bildiğimiz naatlara benzemeyen bir naat görüyorum karşımda. Bir yanıyla insanlık, İslâmlık ve Türklük adına bir sesleniş. Diğer yanıyla insanlık âleminin (Yemen-Meksika), İslâm ümmetinin (nerde ulak nerde biz) ve Türk milletinin (bize verilen son yüzyıl) acı bir muhasebesi. Buraya döneceğim, ama önce birkaç şey daha söylemek icap ediyor.

Türkçede naat geleneğinin çerçevesi ilk kez bu şiirle genişlemedi. Naatı yeryüzü ölçeğinde bir mesele görünümünde ele alan ilk yetkin modern örnek olarak Sezai Karakoç’un Küçük Na’t’ı sayılabilir. Karakoç kısacık naatında kadroyu alabildiğine genişletmiştir. Nuh’tan, eskimolardan, buzullardan, bandolardan, mızıkalardan, katafalklardan, zafer tâklarından bahsetmesi muhtemelen vaktiyle Müslüman okuru bile epey yadırgatmıştır. Evrenselliğin tartışmasız biçimde yüceltildiği 21. asırda bile böylesi evrenselci bir tasavvur Müslümanların muhayyilesine, naatın alışageldiğimiz çağrışım evrenine tam oturmuyor. Bunun anlaşılır bir sebebi var: Yıl 1962’dir ve geleneği en sık vurgulayanlardan biri olan Karakoç Küçük Na’t’ında henüz modernist İkinci Yeni estetiği içinden (“aklım yeni bir akıldır çiçeklerden”) konuşmaktadır. Bu bakımından “modern naat” hümanist estetik için ayrıca yadırgatıcı olsa gerek. Fakat iki durumda da Karakoç’un sıcak, canlı, ışıltılı bir lirik ortaya koyduğu gerçeği değişmiyor. Küçük Na’t’ta ne yoksunluktan kaynaklanan şiddetli kavuşma arzusu ne O’nun yokluğunun gölgelediği bir dünya vardır. Hz. Peygamber “yok” değildir onun için. Aksine Hz. Peygamber’in diri(lişçi) olduğu inancıyla kamaşan bir bilinç görürüz. Kamaşma körlük değil bir bakış berraklığı, bir tazelenme getirmiş görünür. 1974 yılındaki bir yazısında, naatta anlatılan “sevgi abidesi”ne bakmak ile heykele bakmak bir değildir der. Karakoç’a göre heykele bakanın şahsiyeti onun karşısında silinir, hatta bakanlar onu bir tapınma nesnesine dönüştürür. Sevginin taşa yansımasıyla (cadı büyüsü) kelimelere yansımasının (neşvünema) aynı olmadığını belirtir. Karakoç şiirde/naatta şuur meselesinin hayatî olduğunun, insanın mübalağa ederek kendini büyüleyebilme tehlikesinin farkındadır. Farkındalığın verdiği güvenle sevgisini “neşvünema” vadisine akıtır.

Özel’in naatı “sevgi ve neşvünema” bakımından noksan sayılır. Fakat okura geçen duygu Özel’in Naat’ının daha esaslı bir temellendirmenin, daha ince düşünülüp konumlandırılmış bir personanın, daha iyi özümsenip süzülmüş bir tarihsel tecrübenin meyvesi olduğu yönündedir. Her naatın başında ve sonunda özne Hz. Peygamber’dir, bu açıdan her şair anonimdir. Peki bu baş ve son arasında ne vardır diye sorduğumuzda şaire mahsus olanın alanına gireriz. Karakoç naatının başı ve sonu arasına, o kısacık aralığa birçok heterojen unsur doldurarak, çağlayan akarsuyun önüne her türden nesneyi katarak panayırvâri bir sahne sunar bize. Dekoruyla, figüranlarıyla, ışıklarıyla sahne öyle hoş görünür ki özne/oyun nerede diye sormayı unuturuz. Özel’in naatı ise ilk anda göz kamaştırmaz, hatta epey mütevazıdır. Karşılaşma ânının çarpıcı etkisini değil, birlikte yol yürümenin güven veren dinginliğini esas alır. Karakoç’un naatı her bakışta güzel, Özel’in naatı her daim “kaim.” Bu kıyas noktasında başka bir okuma yapmak da mümkündür: Başlığa “küçük” sıfatını ekleyip Hz. Peygamber’in huzurunda kendi anonimliğini gönül rahatlığıyla en baştan ilan ettikten sonra Karakoç ayrıca bir tevazu gösterisine ihtiyaç duymamış olabilir. Şair artık anonimdir ve neşesine pâyân yoktur. Belki de “tevazu görünümlü kibir” tuzağına düşmekten kurtulduğu için dili daha bir çözülmüş, "yepyeni bir dil konuşmanın sevinci”yle çocuklar gibi şen bir naat yazması mümkün olmuştur. Özel’in satırları ise son derece ifadeli, dramatik, adaba riayetkâr tavrının altında küllenmiş de olsa her ân patlamaya hazır bir kimya sezdirir. Merkezde elbette Hz. Peygamber vardır ama bu kez şair de “vardır!” Hz. Peygamber daimdir ama şair de kaimdir! Bir iddia olarak değil elbette, ferdiyet şuurunu elden bırakmamanın tabiî neticesi olarak. Kendi ifadesiyle “şuur delisi” oluşundaki oksimoron esprinin kaçınılmaz neticesi olarak. Bu incelik iyi anlaşılmadığında şairin kökten reddedildiğine, bir kez anlaşıldığında ise şaire hep hak verildiğine şahit olduk. Elinden kendi olmak dışında bir şey gelmez Özel’in, ki kendisi bunu bir lanet değil nimet olarak görür. Hatta zaruret. İsmet Özel klasik “naat-gû”luğun, “mesnevî-han”lığın, “masalcı”lığın gerektirdiği anonimliğe bürünmez. Hz. Peygamber’le ilişkisi çoğu şair gibi âşıkâne ve mahviyetkâr değil, kadirşinas ve asilcedir. Başka şairler sevgiden delirmiştir, bizim şairimiz şuurdan. Neden hiç aşk şiiri yazmadığı yolundaki eleştiriye bütün şiirlerini aşkla yazdığı cevabını verişi de bu sebepledir.

İsmet Özel’i böyle “şuur delisi” bir naat yazmaya götüren sebepler, hayatı boyunca kesişim çizgilerinde yürüdüğü siyaset, bilim ve sanat dairelerinin insan öğütücü döngülerinden bağımsız ele alınamaz. Şairin bütün hayatı kılgı, bilgi ve duygu alanlarının dinamiklerini keşfetmekle ve bunlar üzerinden işletilmeye çalışılan istismar mekanizmalarına karşı müdafaa hattı kurmakla geçmiştir denebilir. Sevgi müdafaa gerektirmektedir çünkü. Ve müdafaa da şuur. Özel’in Naat’ına karakterini veren yorum farkı burada ortaya çıkar: sorumluluk içermeyen sevgiyi reddedişiyle. Politika sahnesine atılmanın, enformasyon denizine gark olmanın, estetik duyarlılıklarla mest olmanın zamanla “hayatın anlamına müteallik şuur”dan, yani varoluşsal bütünlüğü arama sorumluluğundan kaçış için birer bahane hâline geleceğini, dolayısıyla birer zındana dönüşeceğini fark eden şair erken yaşta eleştirel bir tutum takınmıştır. Siyaset, bilim ve sanat hisarlarının burçlarını bekleyen üç avcı-gözcü vardır ki şairin hayatında çok kritik bir yer tutmaktadırlar: Reis, Kâhin, Şair. Bana kalırsa İsmet Özel’in “şuur delisi bir naat” yazmasına sebep olan, bu figürlerin aklı ifsat eden tesirlerine karşı teyakkuzda olma isteğidir. Tepeden bakan avcı-gözcülere karşı şair siper almak ve sınırlarını korumak istemektedir. Masal’ın Birinci Bâb’ındaki “Benim elbet bir bildiğim var: Hayat saçma sapandır. / Üstüme saçmalı tüfeğiyle ateş açtı hayat” mısralarından anlıyoruz ki şair yeryüzünde “saçmalığın iktidarı”nın hâkim olduğunu düşünmektedir. Özel’e göre bildiklerini gizleyen, gizli bilgileri açık ettiğini iddia eden ve ne söylediğini tam olarak bilmeyen bu üç figür insanlık tarihinin bileşkesidir. Bu figürler aynı zamanda dünyevî iktidarın (saçmalığın) tesisinde rol oynayan ethos, logos ve pathos retorik aygıtlarını temsil eder. Bir Yusuf Masalı’nın jargonuyla söylersek eylem, ödev ve haz cinlerini. (Bu cinlerin Immanuel Kant'ın "kritik projesi"ndeki karşılıkları ayrıca incelenmelidir.) Yerleşik sosyal ve tarihsel kabullerin gücüne dayanarak iktidarı ele geçiren tiranlar, rasyonel ve/veya okültik alandan devşirdikleri bilgiyle karşı-iktidar alanı oluşturan ruhbanlar ve iki bilgi/iktidar türü arasındaki çizgide yol almaya çalışarak sivil iktidarın doğuşunu hayal eden ozanlar... Birinci Bâb’ın girişinde tiranların ve ruhbanların iktidarını kastederek “Bana ilah mahvedecek / bir uzuv lazım” diyen şairin salvolarından ozanların sözde iktidarı da kurtulamaz: “Ey şair! Ey dilenci! / Kanatsız, mızmız, sözün köpeği / Tiryakilik peşinde geceleri / Günün ortasında karmanyolacı. / Sana değil Davud’a yaraşıyor sapan”

Tarih bize reisler (tiranlar) ve kâhinler (ruhbanlar) arasındaki bütün çatışma ve ittifakların “evrensel değerler” adı altında çiğ bir çıkar mücadelesinden ibaret olduğunu fısıldar. Kara kitleyi önüne katıp götüremeyenden reis, elit kitleyi arkasına alamayandan kâhin olmaz. Bununla birlikte, dünyayı fethettiği hâlde gözünü bilginin topraklarına dikmeyen tek reis yoktur. Tersi de doğru: Politik iktidarı parmağında oynattığını görüp taht sevdasına düşmeyen kâhin görülmemiştir. Bütün bu kesişmeler onları doğal birer “düşman kardeş” yapmıştır. Onlar da rollerinin gereğini yaparak, al-ver ilişkisini esas alarak, birbirlerini her fırsatta tartıp sarsarak bugünlere gelmiştir. Bu terazide arıza çıkaran, terazinin ayarlarını bozan şairin dahli olmuştur. Üç kefeli bir terazi hayal edebiliyor musunuz? İşte aralarındaki ilişki tam anlamıyla buna benzer. Şairin dahli biraz haricidir, o yüzden hariçten gazel okumakla sık sık eleştirilir. Şairin sırtında yumurta küfesi yoktur denir. Nedir o yumurta küfesi derseniz, “menfaat uğruna hem güç odaklarını hem cahil kitleleri memnun edebilme zanaatıdır” derim. Evet, şairin sırtında böyle bir küfe yoktur. Bu, şairin yönetenler ve yönetilenlerle amaç birliği etmediği anlamına da gelir. Yönetenle de yönetilenle de çatışan, yani neredeyse tek başına kalan şairin iktidarına ne kadar iktidar denilebileceği öteden beri tartışılır. Zaten tarih kitapları böyle bir iktidarın varlığından hiç bahsetmemiştir. Yalnız masallarda bulunabilecek türdendir. Bireyliğin iktidarıdır şairinki. Hâkimiyet alanı ufuk çizgisidir. Bu yüzden arada kalmaktan; reislerin gazabına ve kâhinlerin lanetine uğramaktan kurtulamaz. Elbette kitlelerin linçine de.

Bireyliğin iktidarı… Ufuk çizgisinin hâkimi… Epey şairâne sözler. “Gerçekçi ol, imkânsızı iste!” sloganı şairler için söylenmiş olsa gerek. Ufuk çizgisi ne kadar gerçekse onu ele geçirmek de o kadar imkânsızdır. Şairin iktidarının imkânsızlığı kendiyle mücadele etmesindendir. Şair ancak kendini azapta tuttukça şair kalabilmektedir. Çelişkiden asla tamamen kurtulamayacaktır. “Saçma”yla yaşanamayacağını ama onu etinden çıkaramayacağını da anlamıştır. Reislik makamına saldıran bir reis, kehanet mefhumunu tartışan bir kâhin görülmemiştir ama şair kendini yerden yere vurmaktan geri durmaz. Öyle ki reislere ve kâhinlere karşı müsamahasızlıkları, kendilerini kınayışlarının yanında çok hafif kalır. Bu noktada bir nüansa dikkat çekmek gerekirse, tiran ve ruhbanların sözde iktidarına “zararlı”, ozanın sözde iktidarına ise bir tür hafifletici sebep olarak “zavallı” sıfatı eklenebilir. Masal’ın satır aralarında da bu hafifletici sebebi sezmek mümkündür. Toplum nazarında hep küçük cihaddaki cengâverlikleriyle şöhret bulduklarından şairlerin büyük cihadının acıklı safahatından kimseler haberdar değildir. Şairin dışa yansıyan agresyonu genellikle iç tazyiki dengelemenin, imkânsızla yaşamaya çalışmanın bir neticesidir. Şairin imkânsızla olan kader bağı onu benzerini aramaya, taşıyanların bu yükü nasıl taşıdığını öğrenmeye sevk etmiştir. İsmet Özel’in Naat’ından anlıyoruz ki şairin “üç dünyevî iktidar”a karşı hayat boyu sürdürdüğü mücadelenin yegâne arketipi ve referansı Hz. Peygamber’in sünnet-i seniyyesidir. Şair, kendisinin de zaman zaman bir parçası olma hatasına düştüğü dünyevî iktidarlarla mücadelenin yolunu, dolayısıyla şairliğin belâlarından kurtulmanın çaresini bulmuştur. Kur’ân dahi Peygamber’i bu üç sahte iktidara karşı defaatle takviye ve tezkiye etmiş, insanları bu tuzaklara düşmemeleri konusunda ikaz etmiştir. O’nun kabile reisi olmadığı ve reislere boyun eğmeyeceği (bilgiyi tahakküm için kullanmayacağı ve kullandırtmayacağı), kâhin olmadığı ve Cebrâil’le desteklendiği (bilgi kaynağının şüphe edilemez ve erişilemez olduğu), şair olmadığı ve şiirin ona yakışmayacağı (ne söylediğini hep bildiği ve bilmediği şeyi söylemediği) açıkça belirtilmiş; tövbe edilmediği takdirde üç sözde ilâhlık iddiasına karşı savaşacağı ilan edilmiştir. İstisna olarak Şuarâ Sûresi’nin sonunda şaire “imkânsız” yükünün altında ezilmemesi için ruhsat verilmiştir. Böylece Naat’ta konuşan persona hem nefsini müdafaa meşruiyeti kazanmış hem dünya sisteminin ilâhlık iddiasını boşa çıkarmanın yolunu -kendini feda etmek pahasına da olsa- bulmuştur. Kendini değil Peygamber’i, şiirini değil Kur’ân’ı işaret edecek söze yönel ve kurtul denir ona. Böylece bin yıllık naat geleneği ile şairin yarım asırlık partizanca duruşu kaynaştırılmış olur.

Reislerle şairlerin kanlı mücadelesine asırlardır şahidiz. Kan gövdeyi, ekseriyetle de şairlerin gövdesini götürdü. Kâhinlerle şairlerin mücadelesi de az kanlı gelişmedi. Vahyi perdelemek için kâhinler vizyonlarını, şairler inspirasyonlarını parlattıkça zorbalığın katılığı üzerine sapkınlığın karanlığı da çökmüş oldu. Hıyanet ve dalalet her zamanki gibi ittifak etti. Naat şairi böylesi katılık ve karanlıkla mücadelenin militanca vurkaçla, müdafaa-taarruz döngüsüne girmekle verilemeyeceğinin idrakindedir. Nehiy yetmez; insanlığa bir teklif, bir maruf da götürülmesi gerekir. Tiranların, ruhbanların ve ozanların kuvveti boşa çıktığında boşluk neyle dolacaktır? İşte bu nirengi noktasında şairin Naat’a sonradan eklediği o küçük ama kritik mısra, şiiri ayakta tutan ikinci mısra imdadımıza yetişir: söğüt gölgesinde gülümsemek.” “Ağlayan ağaç”ın gölgesinde gülümsemek… Şairâne bir imaj mı? Hem de nasıl! Ama bundan ibaret değil. Kökü peygamberâne hikmete dayanan bir mesaj bu. Bu mısradaki imaj-mesaj kaynaşıklığı “dest-bûsı ârzûsu”nun kuvvetine denktir. Şair, kahkaha ve vâveylânın ötesindeki, korku ile ümidin arasındaki o şerefli mevkie (kulluğa) ulaşmanın hadislerde sadaka (bağlılık, yakınlık) olduğu müjdelenen güler yüzlülükle, daha doğrusu “özümüzün gülmesi”yle mümkün olacağını hatırlatır. “Söğüt gölgesinde gülümsemek” yani “özü gülmek” mazhar olunabilecek en büyük nimettir. Kişinin başka hiçbir düşünceye yer bırakmayacak şekilde Rabb’ine karşı itminan ve rıza hisleriyle dolmasıdır. Reislerin, kâhinlerin ve şairlerin kendilerine bile soluk aldırmayan zehirli kuvvetleri söğüt gölgesinde soluklanmalarına hiç müsaade etmez. Duramazlar. Durup olan biteni anlamaya, kendilerini tanımaya vakitleri yoktur artık. Yalnız söğüt gölgesine giren ferah bulur. O söğüt ki meyvesizliğine mukabil yaprağının narinliğiyle, dallarının inceliğine karşın gölgesinin letafetiyle, orta boyuna rağmen zarif kametiyle kıymetini yalnız tevazu sahiplerinin bileceği bir hayat sembolüdür. Necip Fazıl meşhur “Mehmetçik” hitabesinde Türklüğün söğüdün altında istihâle geçirerek bugünkü hâlini aldığını söyler. “Anadolu onun dibinde düşünür, içlenir, sevişir, halleşir, vedalaşır, kavuşur, çabalaşır, hayat sürer.” der. Bağlantı yoruma gerek bırakmayacak kadar açık: Gerçekten de şu dâr-ı dünyada tasasızca gülümseyip gölgelenebildiğimiz yegâne yer darulislam hâline gelmiş Küçük Asya toprakları değil miydi? İdi diyorum çünkü Naat’ta “neydi" kaydıyla zikredilen "söğüt gölgesinde gülümsemek” ibaresinden şunu anlıyoruz: Şair gelecekte kurulacak bir yeryüzü cenneti yalanıyla ilgilenmiyor. İslâm’ı bilfiil temsil eden Türklerin çıktıkları o millî seviyeyi hatırlamalarının bile dünyanın kötü gidişini değiştirebileceğini düşünüyor.

Şair “boşa çıksın reislerin, kâhinlerin, şairlerin kuvveti” diyor. Bunu bir şair söylüyor. Demek ki espri devam ediyor. Şair sözüne inanmalı mı? Dürüstçe söylemek gerekirse bilmiyorum. Asil bir teklife hayır demekten hayır gelmeyeceğini biliyorum sadece. Bir de, herkesin iyiliği bunu gerektirdiğinde kendini boşa çıkarma cesaretini gösterenler arasında reislerin ve kâhinlerin olmayacağını. Naat vesilesiyle merak ediyorum: Kırk beş yıllık pek kısa ve pek yazıklı bir ömür süren bana, yüz yılı zar zor devirmiş ülkeme, âhir zamanın imtihanlarıyla sarsılan insanlığa “söğüt gölgesinde gülümsemek” yeniden nasip olacak mı? Şirkin çirkin muktedir figürleri bir yanda, Muhammed aleyhisselâmın bedir misali gülümser sîreti diğer yanda. Çirkinliğin iktidarını boşa çıkarmak mümkün. Hatırlamakla!

Muhammed SARI (27 Rebiülevvel 1447 - 19 Eylül 2025)

[nasıl yazamadım

geliyor 
--GELİYOR MU

sessiz ol
--geliyor mu

geliyor biliyorum 
bin yıldır tanıyorum ve işte 
                geel
di 
geldi
bizimle odada şimdi 

--ne etmeli 

eklemlerde çıtlama 
döşemede tıkırtı 
safi ilham
kulağın eşyada oluşundan yükselen çınn
gözün nesnede gezinişinden epifani
arama aranan göz araklanır
yalnız şair ağırlayabilir 
davetsiz geleni

“öyleyse kalk ve yönel”
âyet böyle değildi
kalktım ve yöneldim
kalktım ve kağıda yöneldim
kalktım mevzuma yöneldim korkuma yöneldim
ve yönelmeye 

yüklenerek varlığımı 
sırtlanıp enfüsü afakı yöneldim
kanadım damar çatlattım 
benek döktüm kıpkızıl --ama bu kadar 
zayıf --bu kadar yönelebilir insan
göğüs hizasından yavaşça vuruyor şimdi
daha iyi olur kalkmasam 

şimdi göğsümde taşıyorum onu --hayır gövdende 
yöneliyorsam gövdemle yöneliyorum
yönelirsem benimle yöneliyor
onu taşıyorum --ve onu taşımak duygusunu da
kamaşmazdım yönelmeseydi bana
bu ateşsiz duman
üst yanı gırtlağıma dayanan
alt yanı karnımı kavuran 

kalkmasaydım 
ezecekti beni --kalktığın an 
silikleşti
eyleme geçemedim --geçiremedin kağıda
 
geçip
gidiyor işte belki -ti bile giit
ti

gitti

aslında bazılarınızın 
birkaç satır önce fark ettiği gibi 

nasıl yazamadım --sıfırbir onüç 
sıfırbir otuziki]

İDEOLOJİK YARILMA İLE METODOLOJİK SÜREKSİZLİK ARASINDA EĞİTİM

Millî Eğitim Bakanlığı her eylülde fiziksel ve dijital altyapının iyileştirildiğinden, öğretmenlerin özlük haklarının korunacağından, özel okul ve kursların denetlenişinden, atama kriterlerinden vs. bahseder. Neredeyse otuz yıldır değişmiyor başlıklar. Eğitimin niteliğini nelerle ölçtüğümüze bakarsak önümüzde çok uzun bir yol olduğunu görürüz. Konuşulanlar herkesi etkileyen fakat işin özünü değiştirmeyen şeyler, çok garip değil mi? Böyle olmasında hem sistem sahiplerinin aldığı bazı özel tedbirler hem de sistem içindeki insanların körlük ve alışkanlıkları etkili. Bu ancak, eğitim politikasının ülke içinden belirlenmediği anlaşıldığında kırılabilecek bir fasit daire. Emek-yemek eğrisindeki çatışmanın, verimsizlikteki istikrarın başka bir izahı yok. Aslına bakarsanız “önümüzde çok uzun bir yol olduğunu” söylemek yanlış. Daireler çizip duruyoruz. Yapısal bir çıkmazdayız.

“Yapı” deyince aklınıza ne geliyor bilemiyorum ama farklı çağrışımlar uyandırdığına eminim. Bazılarının aklına hemen merkezî yerleştirme sınavlarının eğitimdeki baskın etkisi geliyor. Bazımız bitmeyen müfredat değişiklikleri ile yapısal çıkmaz arasında koşutluk kuruyor. Bazıları “yapısal çıkmaz” sözünden akademik ve meslekî eğitim arasındaki orantısızlığı ve irtibatsızlığı anlıyor. Bazısı zorunlu eğitimi 12 yıla çıkaran kanunla ilgili tartışmaların kastedildiğini düşünüyor. Bu ve benzeri çıkarımların sorunu yanlış olmaları değil, “yapı”yı esas almaları. Bir yerde yapı varsa orada düzen ve kurallılık da vardır diye düşünüyoruz. Düzeni aksatan, kuralı ihlal eden faktörleri yok edersek yapısal sorunu halledeceğimize inanıyoruz. Kabullerimiz bizi doğru yolda olduğumuza inandırır. Bina ayakta durduğuna göre doğru inşa edilmiş, araba yürüdüğüne göre doğru imal edilmiş, okullar her sene derece yapan çocuklar mezun ettiğine göre doğru kurgulanmış demeye yatkınızdır. Ta ki bina depreme yakalanana, araba asfalt yoldan çıkana, çocuklar gerçek hayatla yüzleşene kadar. Sınavlarımız güya problem çözme becerisini geliştirmeye dönük ve gerçek hayat senaryolarına göre hazırlanıyor. Hayır, sınavların çoğu hayatı ve insanı değil, yapıyı ve kurumları doğrulamaktadır. Her alanı sadece kendi sınırları içinde sınayarak riski sıfıra indiriyor, doğrulamayı garantiye alıyoruz. Falımız çıksın diye hileli deste açıyoruz. Bu kadar sorunlu bir eğitim sisteminin, ekonomi sisteminin, siyaset sisteminin iç tutarlılığını başka türlü açıklayamayız. 

Hileyi kendimizi aklamak gayesiyle yapsak da yapmasak da iç doğrulama yönteminden asıl istifade eden her zaman yapı/sistem oluyor. Anaokulu kendi içinde, ilkokul kendi içinde, ortaokul kendi içinde, lise kendi içinde, üniversite kendi içinde doğru, tutarlı, işleyen mekanizmalar olabilir. Buna etüt-kurs-dershane-koçluk gibi yan yapılanmaları ekleyebilirsiniz. Hatta eleştirel pedagojiden bahseden figürleri, muhalif ve sivil görünümlü platformları da dâhil edebilirsiniz. Sonuç değişmeyecektir. Çünkü bunlar dışındaymış gibi görünüp yapıya/sisteme hizmet eden doğrulayıcılardır. Bazen ateş, halsizlik, titreme gibi semptomlara sebep olmaları yanıltmasın, hepsi sistemin bütünlüğünü sürdürmesi için alarm sistemleridir. Yararlı virüs ve bakteriler gibi çalışır, antikor üretilmesini sağlarlar. Fakat bütün bu iç ve dış doğrulayıcıların birbirine ne devrettiğini, toplum hayatının işleyişine nasıl tesir ettiğini, giderek neye hizmet ettiğini sorguladığımızda bir ayağımızı yapının/sistemin dışına atmış oluruz. Bu noktadan itibaren iç ve dış bütün doğrulayıcıların bize cephe alacağını tahmin etmek zor olmayacaktır.

“Yapı” derken “yapan”ı anlamıyorsak boşuna konuşuyoruz demektir. Yapıcısız yapı yoktur. “Mevcut bir yapı”yı değiştirdiğinizde sadece “o yapı”yı değiştirmiş olursunuz, “yapı” kavramının kendisine yönelmiş olmazsınız. Çünkü eyleminiz “yapan”a dair bilinçten yoksundur. “Yapı”nın neden böyle yapıldığını, daha önemlisi “yapan”ın niyet ve zihniyetinin ne olduğunu sorgulamamış, zülfüyare dokunmamışsanız eyleminiz “yapı”cı sınırlar içinde kalır. “Yapı”cı yani “mevcut yapıya taraftar” pozisyonu terk etmediğiniz takdirde dile getirdiğiniz bütün eleştiriler mevcudu tadil ve tahkime yarar. “Yapı”cı değil “yapıcı” eylemlere ihtiyacımız var. “Yapı”cı eylem çarkların dönmesinden yanadır, “yapıcı” eylem ise “yapı”yı ve “yapan”ı sorgulama yolunu hep açık tutmaktan geçer. “Yapıcı” tavır sadece “yapma tarzına” yani metoda değil “yaptıran”a yani ideolojiye de bakar. Dikey ve yatay biçimde bölünmüş bir yapının içinde eğitim vermeye çalışıyoruz. İdeolojik yarılma ve metodolojik süreksizlik belimizi büküyor. Her 5-10 yılda bir ikisinden birine abanarak yaptığımız revizyonların, restorasyonların, revolüsyonların sonuç vermesini bekliyoruz.

A’dan Z’ye entegre sistemler mantığıyla çalışan bir dünya sistemi var. Enerji, bilgi, güvenlik, gıda, sağlık, ulaşım gibi en kritik kalemlerdeki entegrasyona karşı düşünce cehdinin ürünü olan tek bir siyasî itiraz odağı görülmedi on yıllardır. Ne dünyada ne Türkiye’de. Laf olsun diye yapısal eleştiriden bahsedene bile rastlamıyoruz. Eğitim dünya sistemine entegrasyonun en önemli kalemlerinden. Türk eğitim sistemini hâlâ Amerikan pragmatizmi ve OECD raporları yedip gütmektedir. Ben ortanın üstü bir öğrenci olduğum için öğretmenliği zar zor kazanmıştım. Şimdiyse vasat altı öğrencilerin başka meslek bulamadıklarında gönül indirdikleri bir alan öğretmenlik. 20 yıl arayla aynı meslek, bambaşka iki gerçeklik. İtibar ve irtifa kaybı açık… Bu satırları yazarken bir yandan da İspanya’yla maçımızı seyrediyorum ve ekranda yazı boyunca izaha çalıştığım yapısal çıkmazın tipik bir numunesini görüyorum. Yapısal sorun birkaç gün önce kazandığımız Gürcistan maçında da ayan beyan ortadaydı. Ondan önceki sayısız maçta da. Ama gündelik taktiksel (metodolojik) kazançlarla kendimizi kandırmayı seçtiğimiz için deniz bitince krizli, sancılı, çalkantılı, dramsever, isyankâr, arabesk, disiplinsiz karakterimizle (ideolojimizle) yüzleşmekten kurtulamıyoruz.

Muhammed SARI (16 Rebiülevvel 1447 - 7 Eylül 2025)

GIRTLAĞIMIZA SOKULAN GORDİON DÜĞÜMÜ

Gençliğimden bu yana odamın duvarlarına kimsenin, hiçbir şeyin fotoğrafını asmadım. Arkadaşlarımın duvarlarında daima birtakım askılar olurdu. Örneğin 90’lardaki her üniversiteli gibi (!) ben de cemaatin evlerinde kaldım. Sekiz ay. Bir duvarda muhakkak Gülen’in fotoğrafı, şiir posterleri olurdu. Başka eve çıktıktan sonra beraber kaldığım arkadaşlarım da odalarının duvarlarını doldurmayı severdi. Şairler, şarkıcılar, türkücüler, futbolcular, siyasetçiler, din adamları… Bense odamın düz duvarlarına baktım yıllarca. Gölge-ışık geçişlerine, sıva çatlaklarına, çivi yaralarına. Şikâyetim yoktu. Doğrudanlık ve yalınlık bana daha salim bir hâlet-i ruhiyenin eseri gibi görünüyordu. Düşüncelerimin estetize edilmiş bir figürle, bir idolün pozu üzerinden dolayımlanması hoşuma gitmiyordu. Hâlâ gitmiyor. Zaman zaman asılıp kaldırılan ucuz nesneleri saymazsak evimin duvarları boş sayılır. Bu konuda bir zevk geliştirmeyi bilinçli biçimde reddettim. Zevk-i selim söylemine sığınıp hayallere dalmaktansa hatasıyla sevabıyla salim bir hayat yaşamaya çalışmanın kusurlu güzelliğini tercih ettim.

İnsan estetik tercihlerinin milliyetine mensuptur. Bu sözün aşırı geleceğini biliyorum. Daha aşırısını söyleyeyim: İnsan tercihlerinin dinine mensuptur. Tercihimiz neyse biz oyuz. Evimizi nasıl bina ettiğimiz, içini nasıl tefriş ettiğimiz, içinde nasıl eğleştiğimiz bilinç durumumuzu birebir yansıtır. Bana göre pencerenin doğru yerde olması aynanın doğru yere konulmasına takaddüm eder. Berbat boyanmış bir duvarın şık aydınlatma cihazlarıyla güzelleşebileceği iddiasını çocukça bulurum. Evin gündelik hayatında selam ve kanaat yoksa duvara asılacak bir hat levhasıyla gökten bereket ummak bana göre değildir. Tersi de olur, neden olmasın diyenlerdenseniz içinde bulunduğunuz hazin vaziyeti görmek istemiyor, göz boyamacılığa devam edilsin istiyorsunuzdur. Aynen şöhretli isimlerin posterlerine bakarak iç geçiren, mutezil hayatlarını unutup hayallere dalmayı isteyenler gibi. İtiraf etmek gerekirse gençken o kült isimler benim de aklımdan çıkmıyordu. O kadar ki suretlerini zihnimdeki mutena mevkilerinden kaldırıp odamın duvarına asmayı o ilişkiye ihanet gibi görüyordum. Benim olan bende kalsındı. İşin bir yanı buydu. Diğer yanı ise esaslı bir soruya dayanıyordu: Acaba farkında olmadan kendime küçük ilahlar mı ediniyordum? Bu soru yıllar içinde her zerreme sindi, karakterime tedbirlilik ve mesafelilik olarak yansıdı. Derdini, davasını kendine usta, üstat, efendi bellediği o yüce figür üzerinden anlatan herkese, dolayısıyla aslında sadece o figürü anmaya (evet, zikre) dönüşen hayranlık gösterilerine karşı ihtiyatı düstur edindim. O ustayı, üstadı, efendiyi gerektiğinde en çok ben takdir ediyordum, öyleyse en keskin tekdir hakkı da benim olmalıydı ki dengemi koruyabileyim. İpotekten, el koymacılıktan, tasalluttan nefret ediyordum.

Bugünün din, sanat, siyaset, spor gibi kitleleri sürükleyen faaliyet alanları ikonik figürler, kült isimler, karizmatik liderlerin idraklere tasallutu sayesinde ayakta duruyor. Kitlelerde “o adam” olduğunuz hissini örtülü ama etkili biçimde uyandırabiliyorsanız kapılar size açılıyor. Bu tür ilişkiler tek yönlü işler. Lider açıktan bir vaadde bulunmadığı için günün sonunda kimseye borçlu değildir. Kitleler zihin odalarının kıble duvarına o liderin suretini kendileri astığı için günün sonunda kazık yeseler de alacaklı değildir. Bu sembolik saadet zinciri bir yandan beklentilerin yönetilmesi diğer yandan korkuların diri tutulması mekaniğiyle çalışır. Öyle ki bu “hayali ihracat”ın dışında kalan fikirler sönükleştirilir, kenara itilir. Gövdesinden “şöyle duvara asmalık pozlar veren bir baş çıkaramadığı” ithamıyla çoğu görüş görmezden gelinir. Bugün sahipsizliğiyle maruf Türklük fikrinin bir önderi işaret etmemesi zaaf olarak görülüyor. İdeyi billurlaştırıp müşahhas hâle getireceği ve kitleyi harekete geçireceği düşünülen karizmatik bir figürün ortada olmayışı belki de Türklük fikrini diğer ideolojilerden ayıran en önemli, en güvenilir yanıdır. Bu bakımdan hasbî bir müminler hareketi olmaya belki hepsinden fazla layıktır. Ashabın gökteki yıldızlara teşbihi salihlerin hayatına dair mühim bir işarettir. Çünkü yerden bakınca yıldızlar sayılamayacak kadar çok ve benzerdir ama yaklaştıkça her birinin kendine mahsus kıymetleri olduğu anlaşılır. Rasulullah’ın keyfiyet ve kıyafetçe sahabeden tefrik edilememesi, Raşid Halifelerin bu yolu sürdürmesi bize imam-cemaat ilişkisinin esasına dair sağlam bir senet verir. Türkler öne çıkmanın değil safa girmenin kıymetini kavradığında düşünüş ve işleyişteki çarpıklıkların çoğu kendiliğinden hâl yoluna giriverir. Safa girenlerin bir kısmı zaruret hâlinde imamlık yapacak vasfı haizse endişeye mahal yoktur, o değirmen bir şekilde dönecektir.

Modern toplumun değirmeni dikkati bozukluğa ve çirkinliğe değil lüks ve konfora, yapısal bütünlüğe değil lokal iyileştirmelere çekmek suretiyle döner. Bu görevi “dikkat çekici” figürler üstlenir. Kimi ölü kimi henüz ölmemiş bu kült isimler temsil ettikleri söylenen toplum kesimini önce bütünden ayırmaya hizmet eder. Ardından kendi kitlelerinin bazen iç konsolidasyonunda bazen dış entegrasyonunda rol alırlar. Böylece her odasının ayrı bir âlem olduğu, çatıdan ve dış duvarlardan mahrum, garabet bir ev çıkar ortaya. Dünyanın en tuhaf arabistanı... Türkiye’de halkın bir kesimi Mustafa Kemal, bir kesimi Tayyip Erdoğan, bir kesimi Abdullah Öcalan kültünden kurtulmaya çalıştığı görüntüsü vermektedir. İşin ilginç tarafı, bu halk kesimlerinin birbirleriyle tarihsel, sosyolojik, genetik kesişmeleri karmakarışık hâldedir. (Bunlara bir de yeni dönemin Abdülhamidçilerini, Envercilerini ekleyin. Yetmedi “Arap ve Alevi kesimleri temsil edecek liderler belirleyelim.” teklifini ekleyin. Hesaplar hepten karışacaktır.) “Üç benzemez”in halk nezdinde benzer eleştirilere maruz kalması da enteresan. Halka göre Türklerin başına ne geldiyse Mustafa Kemal’in İngilizlerle uzlaşmasından, Müslümanların başına ne geldiyse Tayyip Erdoğan’ın Amerikalılarla uzlaşmasından, Kürtlerin başına ne geldiyse Abdullah Öcalan’ın İngiliz-Amerikan-İsrail ekseniyle uzlaşmasından gelmiştir. Bu isimleri bu kesimlerin başlarına kim lider seçti sorusunun cevabı yok. Türkler, Müslümanlar ve Kürtler diye neden deli saçması bir tasnif yaptığımı da sormayın çünkü izahı yok. Hem bu saçmalığın sorumlusu ben değilim. Dünya tarihinde böylesi kafa karışıklığının bir örneğini daha bulamazsınız. Kafa karışıklığını kafa yorarak çözebilir miyiz? Kimileri hayır diyor. Neresinden tutsanız elinizde kalacak bir yüz yıl yaşadık ve tıkanma noktasına geldik. Gırtlağımıza sokulan bu Gordion düğümü yine kesilerek mi “halledilecek?”

Muhammed SARI (11 Rebiülevvel 1447 - 3 Eylül 2025)