GIRTLAĞIMIZA SOKULAN GORDİON DÜĞÜMÜ

Gençliğimden bu yana odamın duvarlarına kimsenin, hiçbir şeyin fotoğrafını asmadım. Arkadaşlarımın duvarlarında daima birtakım askılar olurdu. Örneğin 90’lardaki her üniversiteli gibi (!) ben de cemaatin evlerinde kaldım. Sekiz ay. Bir duvarda muhakkak Gülen’in fotoğrafı, şiir posterleri olurdu. Başka eve çıktıktan sonra beraber kaldığım arkadaşlarım da odalarının duvarlarını doldurmayı severdi. Şairler, şarkıcılar, türkücüler, futbolcular, siyasetçiler, din adamları… Bense odamın düz duvarlarına baktım yıllarca. Gölge-ışık geçişlerine, sıva çatlaklarına, çivi yaralarına. Şikâyetim yoktu. Doğrudanlık ve yalınlık bana daha salim bir hâlet-i ruhiyenin eseri gibi görünüyordu. Düşüncelerimin estetize edilmiş bir figürle, bir idolün pozu üzerinden dolayımlanması hoşuma gitmiyordu. Hâlâ gitmiyor. Zaman zaman asılıp kaldırılan ucuz nesneleri saymazsak evimin duvarları boş sayılır. Bu konuda bir zevk geliştirmeyi bilinçli biçimde reddettim. Zevk-i selim söylemine sığınıp hayallere dalmaktansa hatasıyla sevabıyla salim bir hayat yaşamaya çalışmanın kusurlu güzelliğini tercih ettim.

İnsan estetik tercihlerinin milliyetine mensuptur. Bu sözün aşırı geleceğini biliyorum. Daha aşırısını söyleyeyim: İnsan tercihlerinin dinine mensuptur. Tercihimiz neyse biz oyuz. Evimizi nasıl bina ettiğimiz, içini nasıl tefriş ettiğimiz, içinde nasıl eğleştiğimiz bilinç durumumuzu birebir yansıtır. Bana göre pencerenin doğru yerde olması aynanın doğru yere konulmasına takaddüm eder. Berbat boyanmış bir duvarın şık aydınlatma cihazlarıyla güzelleşebileceği iddiasını çocukça bulurum. Evin gündelik hayatında selam ve kanaat yoksa duvara asılacak bir hat levhasıyla gökten bereket ummak bana göre değildir. Tersi de olur, neden olmasın diyenlerdenseniz içinde bulunduğunuz hazin vaziyeti görmek istemiyor, göz boyamacılığa devam edilsin istiyorsunuzdur. Aynen şöhretli isimlerin posterlerine bakarak iç geçiren, mutezil hayatlarını unutup hayallere dalmayı isteyenler gibi. İtiraf etmek gerekirse gençken o kült isimler benim de aklımdan çıkmıyordu. O kadar ki suretlerini zihnimdeki mutena mevkilerinden kaldırıp odamın duvarına asmayı o ilişkiye ihanet gibi görüyordum. Benim olan bende kalsındı. İşin bir yanı buydu. Diğer yanı ise esaslı bir soruya dayanıyordu: Acaba farkında olmadan kendime küçük ilahlar mı ediniyordum? Bu soru yıllar içinde her zerreme sindi, karakterime tedbirlilik ve mesafelilik olarak yansıdı. Derdini, davasını kendine usta, üstat, efendi bellediği o yüce figür üzerinden anlatan herkese, dolayısıyla aslında sadece o figürü anmaya (evet, zikre) dönüşen hayranlık gösterilerine karşı ihtiyatı düstur edindim. O ustayı, üstadı, efendiyi gerektiğinde en çok ben takdir ediyordum, öyleyse en keskin tekdir hakkı da benim olmalıydı ki dengemi koruyabileyim. İpotekten, el koymacılıktan, tasalluttan nefret ediyordum.

Bugünün din, sanat, siyaset, spor gibi kitleleri sürükleyen faaliyet alanları ikonik figürler, kült isimler, karizmatik liderlerin idraklere tasallutu sayesinde ayakta duruyor. Kitlelerde “o adam” olduğunuz hissini örtülü ama etkili biçimde uyandırabiliyorsanız kapılar size açılıyor. Bu tür ilişkiler tek yönlü işler. Lider açıktan bir vaadde bulunmadığı için günün sonunda kimseye borçlu değildir. Kitleler zihin odalarının kıble duvarına o liderin suretini kendileri astığı için günün sonunda kazık yeseler de alacaklı değildir. Bu sembolik saadet zinciri bir yandan beklentilerin yönetilmesi diğer yandan korkuların diri tutulması mekaniğiyle çalışır. Öyle ki bu “hayali ihracat”ın dışında kalan fikirler sönükleştirilir, kenara itilir. Gövdesinden “şöyle duvara asmalık pozlar veren bir baş çıkaramadığı” ithamıyla çoğu görüş görmezden gelinir. Bugün sahipsizliğiyle maruf Türklük fikrinin bir önderi işaret etmemesi zaaf olarak görülüyor. İdeyi billurlaştırıp müşahhas hâle getireceği ve kitleyi harekete geçireceği düşünülen karizmatik bir figürün ortada olmayışı belki de Türklük fikrini diğer ideolojilerden ayıran en önemli, en güvenilir yanıdır. Bu bakımdan hasbî bir müminler hareketi olmaya belki hepsinden fazla layıktır. Ashabın gökteki yıldızlara teşbihi salihlerin hayatına dair mühim bir işarettir. Çünkü yerden bakınca yıldızlar sayılamayacak kadar çok ve benzerdir ama yaklaştıkça her birinin kendine mahsus kıymetleri olduğu anlaşılır. Rasulullah’ın keyfiyet ve kıyafetçe sahabeden tefrik edilememesi, Raşid Halifelerin bu yolu sürdürmesi bize imam-cemaat ilişkisinin esasına dair sağlam bir senet verir. Türkler öne çıkmanın değil safa girmenin kıymetini kavradığında düşünüş ve işleyişteki çarpıklıkların çoğu kendiliğinden hâl yoluna giriverir. Safa girenlerin bir kısmı zaruret hâlinde imamlık yapacak vasfı haizse endişeye mahal yoktur, o değirmen bir şekilde dönecektir.

Modern toplumun değirmeni dikkati bozukluğa ve çirkinliğe değil lüks ve konfora, yapısal bütünlüğe değil lokal iyileştirmelere çekmek suretiyle döner. Bu görevi “dikkat çekici” figürler üstlenir. Kimi ölü kimi henüz ölmemiş bu kült isimler temsil ettikleri söylenen toplum kesimini önce bütünden ayırmaya hizmet eder. Ardından kendi kitlelerinin bazen iç konsolidasyonunda bazen dış entegrasyonunda rol alırlar. Böylece her odasının ayrı bir âlem olduğu, çatıdan ve dış duvarlardan mahrum, garabet bir ev çıkar ortaya. Dünyanın en tuhaf arabistanı... Türkiye’de halkın bir kesimi Mustafa Kemal, bir kesimi Tayyip Erdoğan, bir kesimi Abdullah Öcalan kültünden kurtulmaya çalıştığı görüntüsü vermektedir. İşin ilginç tarafı, bu halk kesimlerinin birbirleriyle tarihsel, sosyolojik, genetik kesişmeleri karmakarışık hâldedir. (Bunlara bir de yeni dönemin Abdülhamidçilerini, Envercilerini ekleyin. Yetmedi “Arap ve Alevi kesimleri temsil edecek liderler belirleyelim.” teklifini ekleyin. Hesaplar hepten karışacaktır.) “Üç benzemez”in halk nezdinde benzer eleştirilere maruz kalması da enteresan. Halka göre Türklerin başına ne geldiyse Mustafa Kemal’in İngilizlerle uzlaşmasından, Müslümanların başına ne geldiyse Tayyip Erdoğan’ın Amerikalılarla uzlaşmasından, Kürtlerin başına ne geldiyse Abdullah Öcalan’ın İngiliz-Amerikan-İsrail ekseniyle uzlaşmasından gelmiştir. Bu isimleri bu kesimlerin başlarına kim lider seçti sorusunun cevabı yok. Türkler, Müslümanlar ve Kürtler diye neden deli saçması bir tasnif yaptığımı da sormayın çünkü izahı yok. Hem bu saçmalığın sorumlusu ben değilim. Dünya tarihinde böylesi kafa karışıklığının bir örneğini daha bulamazsınız. Kafa karışıklığını kafa yorarak çözebilir miyiz? Kimileri hayır diyor. Neresinden tutsanız elinizde kalacak bir yüz yıl yaşadık ve tıkanma noktasına geldik. Gırtlağımıza sokulan bu Gordion düğümü yine kesilerek mi “halledilecek?”

Muhammed SARI (11 Rebiülevvel 1447 - 3 Eylül 2025)