SİZ İÇERİDEN, BİZ DIŞARIDAN

Keçecizade Fuat Paşa’ya atfedilen meşhur bir söz vardır. Bir görüşme esnasında Fransız kontunun “Osmanlının büyük zaafa düştüğü, yakında yıkılacağı aşikâr, neden kabul etmiyorsunuz?” yollu salvosunu “Hayır Kont! Türkiye en dayanıklı devletlerden biridir. Üç yüz senedir siz dışarıdan, biz içeriden yıkmaya çalıştığımız halde bir türlü yerinden sarsamadık!” nüktesiyle savuşturup taşı gediğine oturmuş. Nükte ilk tadımda gayet hoş, fakat biraz bekleyince ağızda zehir gibi bir tat bırakmaya başlıyor. Sizi bilmem ama bana kalırsa nüktenin hoşluğu bir zamanlar iç-dış diye bir ayrımın olmasından, tarafların belirginliğinden ileri geliyor. Nüktenin acılığı da aynı sebepten. Bugün küreselleşmenin aşındırıcı tesiriyle iç-dış ayrımının neredeyse kalmayışı, daha mühimi, içeridekilerin dışarı çıkarılıp dışarıdakilerin içeriye sızmaları kara kara düşündürüyor. İran-İsrail füzeleşmeleriyle şu sıra sıkça konuştuğumuz hava savunma kubbeleri ve İran’ın asıl içeriden vurulmaya çalışılması akıllara şu soruları getirdi: Türklerin kubbesi hâlâ yerinde mi? Nasıl oldu da kendi gök kubbemizi dışarıdan zorlar pozisyona düştük? Kubbeyi dışarıdan koruyalım derken içerideki yerlerin kimlere bırakıldığını biliyor muyuz? 

Bugünkü kültürel ve siyasal manzaramız, küresel teknolojik hâkimiyetin dayattığı entegre sistem prensibinin işleyişi sebebiyle kevgire dönmüş hâldedir. Hayatın hiçbir sahasında kendimize mahsus diyebileceğimiz bir renge, dokuya, motife rastlamıyoruz. İç bütünlüğü böyle lime lime edilmiş toplumların etkili yetkili kimseleri ülkelerini dışarıdan edindikleri elden düşme tezlerle savunabileceklerine inandırılmıştır. İzm’lerle olan kanlı maceramıza bakın. Türk varlığını nesneleştirmeden, ona aidiyetini paranteze almadan konuşabilen insan evladının sayısı yüz yılda bir elin parmaklarını geçmez. Öte yandan, içeride boş bırakılan mevzilere sayısız sızma operasyonu gerçekleştirilmiştir. Sızan unsurlar yerli, millî görünümlü tezlerin hep en ateşli savunucuları rolüne bürünmüşlerdir ki böylece manzara vahametten felakete doğru evrilmiştir. Kurşunları çalınan kubbe dışarıdan tezekle kaplanırken içeriden sökülen çinilerin yerine ucuz röprodüksiyonlar asılır.

Bizimki gibi toplumlarda dost-düşman mefhumları da eleğe dönmüş hâldedir. 27 Mayıs’a kadar ortak dış tehlikelere karşı iyi kötü el birliği edebilen siyaset kurumu, bu tarihten sonra bir yarılma görüntüsü arz eder. İçerideki yarılmanın ilk acı neticesi en kritik dış politika konularında bile söz birliği edememek olur. İç ve dış politika yarılmışlığı İkinci Dünya Savaşı’ından sonra denetlenen bütün ülkelerin başındaki bir dert. Öyle ki, herhangi bir ülkenin iç muhalefeti ile dost bir ülkenin iktidarının iş tutabilmesi 1945’ten sonra vaka-yı adiye hâline gelmiştir. Bir ülkenin iktidarının düşman bir ülkenin istihbaratıyla yakın çalışması da artık kimseyi şaşırtmıyor. Düşmanımızın dostu ve düşmanı, dostumuzun dostu ve düşmanı bizim neyimiz olur; bunu kategorik olarak cevaplamak hiç olmadığı kadar zor. 

Türk siyasetine bugün dost-düşman ayrımından ziyade muhterisler-kifayetsizler ayrımı yön veriyor. Bu da hem iktidarı hem muhalefeti kendi içlerinde sürekli bölünerek, çarpıklaşarak, tutarlılıktan uzaklaşarak var olmaya itiyor. Normal şartlarda böyle yapıların kendiliğinden silinip gitmesi beklenir, fakat 1945 sonrası küresel hegemonya tam da bu tür iletken mini yapılar sayesinde etkili oluyor. Diyeceğim şu: Kifayetsiz muhalifleri küçümsememek lazım; çünkü iktidarı alaşağı etmek için iç ve dış güçlerle en adi işbirliklerine girmekten çekinmezler. Muhteris muktedirleri gözümüzde büyütmemek lazım; çünkü rantlarını korumak için en sefil iç ve dış dalaverelere tevessül etmekten gocunmazlar. Yerleşik algı bu ikiliyi mücadele hâlinde görmeye sebep olsa da gerçek budur. Kâğıt üzerindeki tanımları gereği gerçekten zaman zaman birbirinin kanını da dökebilirler. Fakat ülkenin menfaati bahsinde birbirine düşman, kendi menfaatleri bahsinde birbirleriyle dost olurlar. Muhterisler ve kifayetsizler bilhassa foyalarını meydana çıkarma potansiyeli taşıyan ortak tehlikeler (millî bir odak, dürüst bir figür) karşısında birlikte hareket ederler. Bazen de eski statükonun tepeden tırnağa değişeceği kokusunu aldıklarında kolayca yan yana gelirler. Sık duyduğumuz “Ne yapalım, siyaset böyle bir şey!” sözü bu türden mide bulandırıcı ittifaklar, şok edici tokalaşmalar sebebiyle söylenir. Muhterisler ve kifayetsizler birbirinin veya herhangi birinin esastan dostu veya düşmanı olma onurundan mahrumdur. Onlar yalnızca menfaat ve tehdit algıladıklarında biçim kazanan amorf oluşumlardır.

Muhterisleri ve kifayetsizleri bugün dünya sahnesinde İran ve İsrail temsil ediyor. Fakat ikisinin de ortak noktası, kubbelerinin dışarıdan değil ancak içeriden gelecek bir saldırıyla yıkılabilir olmasıdır. Türkiye’deki muhterisler ve kifayetsizler de yıllardır böyle bir darbenin zeminini hazırlıyor. “Sırada Türkiye var!” çığırtkanlığı bu hazırlığın en açık psikolojik harp hamlelerinden biri. “Sırada Türkiye var!” sözü kamuoyu tarafından çoktan “satın alındı” bile. Dünyanın aklı başında hiçbir toplumu sırasını bekleyen kurbanlık koyun ağzıyla konuşmaz, kendi hakkında böyle konuşulmasına müsaade etmez. Bizdeyse tam aksine en yetkili ağızlardan bu tehdit her gün dillendiriliyor. Ahmaklık mı hıyanet mi siz karar verin. Osmanlı monarşisi “Osmanlı yıkılacak!” fikri normalleşmeye başladığı için yıkıldı. Cumhuriyetin durumu daha vahim. Cumhuriyet rejimi kendini en baştan bir yarılma, bir kopuş olarak tanımladığı için bugün bir tehdit anında güç devşireceği iç canlılıktan ve dış bütünlükten mahrum bir ara rejim derekesine düştü. Düşene vuran çok olur... Yıllar önce genç bir öğretmenken göstermelik bir cumhuriyet bayramı programı hazırlamam istendiğinde de içimde aynı huzursuz edici duygular uyanmıştı. Zorla getirilmiş, bitse de gitsek diye sabırsızlanan 15-20 kişilik idareci-öğrenci-öğretmen grubuna hitaben şöyle demiştim: “Ya herkes burada olmalıydı ya hiç kimse burada olmamalıydı.” 

Muhammed SARI (21 Zilhicce 1446 - 17 Haziran 2025)