Klasik Türk düzeninden çıkılıp 17. ve 18. yüzyılların sallantılı ve kararsız atmosferine bir kez girildikten sonra Türk topraklarında olan biten hiçbir şeyin kararını Türkler veremedi. Emperyal ve sömürgeci karakterini bu yüzyıllarda aşikâr eden Batı’nın doğrudan dayattığı veya kaçınılmaz kıldığı şartlar üzerinden yürüdü işler. Tanzimat’ı bu yeni şartların bir neticesi olarak kucağımızda bulduk. Yoksa Baltalimanı Muahedesi’nin devletin transformasyonuna varacağını tahmin etmek kolay değildi. Dönüşümün daha çok ekonomik ve sosyal çerçevede, kontrollü biçimde gerçekleşeceği düşünülüyordu çünkü. Dolayısıyla Tanzimat’ın çok kısa sürede meşrutiyet fikrine evrilmesi de öngörülemedi. Hadiselerin kaçınılmaz sonuçlarını görmek, tedbir almak, karşı plan üretmek konusunda şaşkına çeviren bir beceriksizlik, bir dirayetsizlikle maluldük. Öyle ki büyük tantanalarla kazanılan (!) Meşrutiyet’ten istifade edilemediği gibi ondan sonra nereye geçileceğine dair de en ufak bir fikir yoktu. 20. yüzyılın başlarında tek derdimiz canımızı kurtarmaktı. Fırlatılan can simidinin çember, üçgen ve yamuk olmasına aldıracak lüksümüz yoktu.
Canımızı kurtarır kurtarmaz bu kez cumhuriyet fikri atıldı ortaya. Cümleyi böyle kurmanın gerçeği tersyüz etmek anlamına geldiğini bugün biliyoruz artık. Doğrusu şöyle olacak: Cumhuriyete geçilmek şartıyla can simidi fırlatılmıştı. Bununla birlikte cumhuriyete 16. yüzyıldaki mutlakiyetçi Türk düzeninden sonra belirgin bir karaktere sahip ilk rejim diyebiliriz. Ne Tanzimat’ın ne Meşrutiyet’in geçişi sağlamak dışında bir işlevi vardı, bunların geçiciliği ancak cumhuriyette karar kılınması ile görünür hâle geldi. Cumhuriyet fikri dünyanın demokratikleştirilmesi ameliyesinin bir neticesiydi. Kemalist ideoloji ne gerileme devri padişahlarının kof tekebbürüne sahipti ne 19. asır devlet ricalinin telifçi ve arabulucu tavrını benimsiyordu. Kemalistler rejimin adına cumhuriyet diyerek Batı için bir tehdit olmadıklarını, yani 300 yıl süren devlet transformasyonunun tamamlandığını ilan etmişti. “Yurtta sulh cihanda sulh” bunun en meşhur ifadesidir. Hem Türkiye’nin hem dünyanın bir karar noktasını bulduğu temennisine dayanıyordu bu ilke. Şayet cumhuriyet değil de başka bir ara rejimle belirsizlik uzasa, İkinci Dünya Savaşı sonrası şartlarının icbarına kadar işler sürüncemede bırakılsaydı bir Balkan veya bir Ortadoğu ülkesinden daha beter muamele göreceğimiz kesindi. Hadiselerin bu çelişkili tabiatı yüzünden cumhurun gözüne cumhuriyet bazen zorbaca bir oldubitti bazen de bir kaçış rampası olarak görünmüştür. Doğrusu rejimin adı hiçbir zaman Türk halkının umrunda olmadı. Türk devleti “kimsesizlerin kimsesi” olacak mı olmayacak mı, halk buna bakıyordu.
Cumhuriyet bizim kimsemiz olmadı; kendine başka ahbaplar, hısımlar buldu. Ne içeride ne dışarıda sahici bağlar kuramamış, ne içeriden ne dışarıdan hiçbir sahici tehdide maruz kalmamış Kemalist kadro bu fanus halini “yurtta sulh, cihanda sulh” sözüyle kamufle edebildiği kadar etti. Neticede “tam vaktinde” ilan edilen cumhuriyet rejimi de vakti gelince Tanzimat’ın ve Meşrutiyet’in akıbetine uğramaktan kaçamadı. Bildiğimiz manasıyla cumhuriyet 27 Mayıs 1960’ta lağvedildi. 1960’tan beri yaşanan şeyi tek bir kavramla, belirgin bir rejim formuyla açıklamak mümkün değil. Çok çok uzun bir pazarlık devresiydi yaşanan. 90’lara varıldığında bütün dünyada yeni girişimlerin, yeni prodüksiyonların hazırlandığını hissedebiliyordunuz. Sovyetler’in yıkılışından 11 Eylül’e kadarki zaman zarfında dünya sistemi yeni dönemin yapısal düzenlemeleriyle meşgul oldu. Kararın verildiği 2000’lerle birlikte Türk devletinin yeniden transformasyona uğraması zarureti ayan beyan ortaya çıktı. 2002-2016 arasında Türk iç politikasında yaşananların hepsi zahiren statükocularla rövanşistlerin çekişmesi olarak göründü. Gerçekte ise dışarıdan gelen yeni taleplerin şu veya bu düzeyde, falanca veya filanca tarafından karşılanmaya çalışılmasının kopardığı gürültüden başka bir şey değildi.
Arap Baharı’ndan bugüne kadar ise inanılmaz derecede hızlanan, iç-dış ayrımını anlamsızlaştıran hadiseler silsilesi transformasyonun son merhalesine yaklaşıldığı izlenimi veriyor. Transformasyon bir an önce şu veya bu şekilde gerçekleşsin mi isteniyor yoksa belli kişiler elinde gerçekleşmesi mümkün olana kadar ertelenebilir mi? Türkiye’nin yeni bir yapılanmaya doğru gitmesi küresel şartlar bakımından Amerika’yı, bölgesel şartlar bakımından İsrail’i doğrudan ilgilendiriyor. Makul bir nazar Türkiye’nin tek taraflı ve genişlemeci bir politika izlemesinin mümkün olmadığını görür. Aynı nazar, Türkiye’nin bağımsız ve kuşatıcı bir politika izlemekten başka yolu olmadığını da görür. Bizim gördüğümüzü muarızlarımız hayli hayli görüyordur. Dolayısıyla bizi ahlâkî seçenek ile pragmatik seçenek arasında tercihe zorlayacaklardır. Zayıflık ve yozlaşma, parçalanma ve el koyma arasında bir tercih yapması gerektiğine inandığı andan itibaren Türk devleti tarihsel hatalarına bir yenisini, belki de sonucusunu ekleyecektir.
Geldiğimiz noktada ülke içi muhalefetlerin (!) kastre edildiği, yapay devletçiklerin aradan kalkmak üzere olduğu, daha iri yapıların kendini göstermeye başlayacağı bir dönemin sinyalleri kuvvetleniyor. Bu yeni ve görece iri yapılar arasında imtiyaz bölgelerinin paylaşılacağı bir küresel rejime doğru mu ilerliyoruz? Büyük tarihi olanlar ile büyük gücü olanlardan hangisi diğerini kendi hesabına çalıştıracak? Türkiye tarihini satıp gücü mü satın alacak? İsrail gücüyle kendine bir gelecek satın alabilecek mi?
Muhammed SARI (21 Ramazan 1446 - 21 Mart 2025)