Kur’ân Fâtiha ile açılır. Cennetin kapısı ise Fâtiha’nın ilk ayetiyle: “Elhamdülillâhi rabbi’l-âlemîn.” Daha ilk ayetten cennete gireriz. Sonraki bütün ayetler cennette kalabilmek içindir.
Girmenin müşkül, kalmanın daha müşkül; olmanın zor, ölmemenin zordan da zor olduğunu öğrendiğimiz bir çağda yaşıyoruz. Zahire bakılırsa önce doğuyor, sonra kitaplardan öğreniyoruz. Olması beklenen tam tersidir: Önce kitap, sonra hayat gelmelidir der hikmet. İnsanlar doğup öğrenir, kul olanlar öğrendiklerinden doğar. Konu kulluk ise verili sırayı takip ederek öğrenilen şeylere itimat edemeyiz, çünkü böylesi bilgide hikmet yoktur. Doğumla başlayan akışın tersine yüzemediğimiz takdirde kulluğu idrak etmemiz imkânsızdır. Hamd makamına varmak için bizi uzun, zahmetli bir mücahede beklemektedir. Ummana değil kaynağa doğru kulaç atmak zorundayız. Fâtiha ilk kaynamadır, kaynağın en duru verimidir.
* * *
“Elhamdülillâh” kelime-i mübarekesinde bir zamir olarak bile mahlûkâttan iz, eser yoktur; yalnız Allah vardır. Çünkü Allah’ı kendisinden başka hakkıyla övebilecek yoktur. Hakk kendi hakkında yapılabilecek en yüce övgüyü yine kendine hitaben beyan eder. Fâtiha’nın ilk ayetinde kul mevcut değildir, fakat tam da bu nâmevcudiyeti idrakiyle vücuda hak kazanacak olan yine kuldur. Kul Allah’ı lâyıkıyla hamdetmeye güç yetiremeyeceğini anladığında cennetin de bir hak değil bir ihsan olduğunu kavramaya yaklaşır. En sevdiği kuluna Muhammed ismini vermesi ve ona Makâm-ı Mahmûd’u vadetmesinde hep bu acziyet-ihsan sırrını işaret vardır. Kul, mahlûkâtın yaratılışında, yaşayışında, zevalinde, dirilişinde kendini gösteren hilkat kudretini ve nimetleri temaşa edip hamd ü sena duygusuyla dolup taşar. Bu hamdin kula bakan veçhesidir. Bu bakımdan kul için hamd, hilkate şahitlikten doğan samimi bir iç yankıdır. Fakat aslolan, hiçbir şey halk etmemiş olsaydı dahi hamdin yine Cenâb-ı Hakk’a mahsus olduğunu bilmektir, belki de hamdin en derin manası budur. Kur’ân’ın “hamd” ile başlaması hamdin âlemler yaratılmadan önce de var olduğunu ima eder. Yahut yaratılanlar için ilk ve en mühim ibadetin hamd olduğunu. Hususen namazın bir hamd eylemi olduğunu. İsmi hamd masdarından süzülen peygamberle âlemlerin yaratılışı arasındaki irtibatı haber veren “levlâke” rivayeti de bu bağlamda bambaşka manalar kazanır.
“Rabbi’l-âlemîn.” Âlem-insan tasavvurunu kurmaya buradan başlamalıyız. “Rabbi’l-âlemîn” denerek bir yana yegâne Hâlık, bir yana sayısız mahlûkât koyulmuş olur. “Âlemlerin Rabb’i” sıfatı hem öyle sınırlayıcı hem öyle kuşatıcıdır ki mahlûkât müthiş bir cilveyle imtihan edilir. Tevhidin kuşatıcılığına teslim olan mahlûk ayrıca varlık izharına ihtiyaç duymaz. Tevhidin dışına çıkmaya direten, yani âlemleri kendi-için-şey olarak gören mahlûk varlık iddiasına ve ispatına güç yetiremez. “Varım!” diyen kaybeder, “varsın!” diyen kazanır. “er-Rahîm” ismi bu bakımdan tevhide teslim olmuşların sığınağıdır, başladığı yere dönüşüdür, ana rahmidir. “er-Rahmân” ise tevhidi reddedenlere bile hayat hakkı tanımanın, mühlet vermenin, rızık göndermenin adıdır. “Âlemlerin Rabb’i” olmak bunu gerektirir; çünkü O, müminlerin olduğu kadar münkirlerin de Rabb’idir. İkisi arasındaki hüküm “Mâlik-i yevmi’d-dîn” ismine havale edilir. Allah, dünya günlerinin olduğu gibi Din Günü’nün de sahibidir.
Allah âlemleri yaratmazdan evvelki ezel günlerini “Elhamdülillâh” ile, kıyamet koptuktan sonraki ebed günlerini “Mâlik-i yevmi’d-dîn” ile, ikisi arasındaki dünya günlerini ise “Rabbi’l-âlemîn” ile karşılar. İsimlerin hepsi tevhid ilkesinin farklı bağlamlardaki ifadeleridir. Evet, “Rabbi’l-âlemîn” ismi meaşa bakar. Mebde ve mead bütünlüğü meaş halkasının yerine oturmasıyla sağlanır çünkü. “Rabbi’l-âlemîn” dendiğinde sureta ikileşme başlamıştır dedik. Bir yanda Rabb varsa diğer yanda da terbiye edilenler vardır artık. Öte yandan “Rabbi’l-âlemîn” günleri, yani dünya günleri -eğer becerebilirsek- yalnız O’na kulluk etmeyi ve yalnız O’ndan istemeyi, yeniden O'na kavuşup vahdete ermeyi öğrenmenin de günleridir. İnsan âlemlerden bir âlem olmaklığıyla belki kadronun en küçük rollerinden biri olarak varlık sahnesine girmiştir. Ancak “iyyâke na’budu ve iyyâke nestaîn” dediğindedir ki en şerefli ve en mümtaz mahlûk olarak sahnede öne çıkabilmiştir. Fâtiha’nın kula bakan kısmı da işte bu “iyyâke” vurgusuyla başlar. “Yalnızca sana, yalnızca senden” diye ikrarda bulunan kul, kendisinin O’na yönelmiş bir “ben taslağı”ndan fazla bir şey olmadığını; ben’in Sen’e ulaşmak, Sen’e ulanmak dışında arzusu olmadığını itiraf etmiştir. “Ben taslağı” benlik taslamaz; “yalnızca Sana, yalnızca Senden” der. Bu vurgulu yalınlamayla, iştiyaklı ve hararetli nefiy dili şirke kapıyı kapatır, yine tevhidi işaret eder.
“Bizi doğru yola ilet” diyerek diğer bütün yolların yanlış, yanılış, yana düşüş olduğunu kabul eder; tevhidi bir kez de yol mefhumu üzerinden ifade eder. “Yalnızca” zarfındaki kuvvetli nefiy gibi “müstakim yol” adlandırması da açık bir nefiydir, muharref yollardan kaçınıştır. Diğer yollar yol bile değildir, tek yol budur demektir. Bu yüzden, Yahudi ve Hıristiyanların başına gelene yol kazası değil, yolsuzluk belası demek iktiza eder. Yürünebilir yol daha önce üzerinde yüründüğü, bir yerden gelip bir yere gittiği belli olan yoldur; yani “kendilerine nimet verilmiş” önceki nesillerin yoludur. Bu manada yol ile tarih birbirlerini açıklar. Yürünmüşlük yolun tarihi, yürünebilirlik yolun geleceğidir. Tarihsiz kulluk olmaz. Kul kendinden öncekilerle hısım mı hasım mı olduğunu bilmelidir, çünkü akıbeti buna bağlıdır. Yahudi ve Hristiyanlar yolun tarih ile ilişkisini koparmaları, kerameti kendinden menkul bir yol vazetmeleri sebebiyle gazaba uğramış ve dalâlete sapmıştır. Aklı başında bir kulun ilk işi kendini bunlardan ayrı tutmak olur. Nefiysiz (lâ ilâhe) ispat (illallâh) olmayacağını bilir.
Şayet gazaba uğramışlar ve dalâlete sapmışlarla yolumuzu ayırmazsak bütün açıklama şeması çöker. Artık ne kendimizi bilmek ne Rabb’imizi tanımak ihtimali kalır. Doğrularak okuduğumuz Fâtiha bizi doğrulamıyorsa neye âmin dediğimizi bilmiyoruz demektir.
Allahualem.
Muhammed SARI (3 Ramazan 1446 - 3 Mart 2025)