SOLO KARİYER

Eskiden olsa “kariyer” kelimesini ayıplardım, zamanla anladım ki beni asıl rahatsız eden “solo” kariyerdir. Otuzlarımdan sonra bunun daha bir farkındayım. Fakat görev bilinci ağır bastı ve rahatsızlığımı bir çevrim tamamlandıktan sonra dile getirmek, yani 1445’in ramazanında başladığım mütevazı nöbeti 1446 ramazanında muhasebe etmek üzere askıya aldım. Bugün buradayım. Bugün neredeyim?

Yazmak her şeyden evvel güne rengini vermeye ve hadiselerin adını koymaya yarar. Bizi renksizleşmekten ve isimsizleşmekten korur. Hani az kazanç sayılmaz. Ne var ki yazmanın amacı yalnız metnin içine katlanıp kıvrılarak bulunamaz. Bizler burjuva değiliz. Yazmanın iç çeperleri kadar bir çevresi, bir çevreni de olmalıdır. Amaç bazen yazının kabından taşar, taşmalıdır. Çünkü dışı olmayan şeyin içi olmaz. Yahut o türden bir içi algıya konu edemeyiz. “Yazı olarak yazı” yirmili yaşlarımdan sonra -ilgimi kaybettiğim demeyeyim ama- kendime sakladığım bir zevk oldu. Son yirmi yılımda yazmakın yapmakla olan bağlantısı beni daha çok ilgilendirdi. Bu sebeple bugüne kadar her ne yazdıysam birer yazı değil, bir tutum olarak adlandırılmalıdır. Yazıdan bol ne var? Siz bana tutumdan haber verin. Tuttuğunu bırakmayandan. 

Şahsen tanıştığımız, sohbet ettiğimiz arkadaş ve dostlara buradaki yazıların pek faydası olduğunu zannetmiyorum. Sözlerimin çoğu senelerdir konuşageldiklerimizin üsaresi mahiyetinde. Bu bakımdan yazdıklarım mirî malıdır diyebilirim gocunmadan. Peki şahsen tanışmadığımız insanlar açısından ne ifade ediyor, neye yarıyor bu müsveddeler? Bilmiyorum. Bilmiyorum ve merak ediyorum. Bilinmez, bulunmaz şeyler söylemedim. Unutulmuş ve çarpıtılmış şeyleri aslî halleriyle hatırlatmaya çalışıyorum. Hatırlatmak hafife alınamayacak bir çabadır. Fakat bizimki gibi dünyanın en hızlı gündem değiştiren toplumlarında hepten iltifatsız bir marifettir hatırlatmacılık. Hatta bir tür gericiliktir. Halk tutum sahibi olmayı çoğu vakit tutucu olmakla karıştırır. Arayı nasıl bulacağız? Aslî ile acil arasındaki dengeyi nasıl kuracağız? Aciliyetler bizi sersemletiyor, asli meselelere bakmaya fırsat vermiyor. Birkaç asırdır halimiz bu. Can havliyle yaşıyoruz. “Hevl” korku demek. Korku içinde yazmanın ve yaşamanın faydası yoktur diyemem. Fakat insana yakışan lahavle’deki “havl” ile yani kuvvetle yazmak ve yaşamaktır.

Acele etmenin deliler gibi sağa sola koşturmak olmadığını, asli meselelere odaklanmanın donukluğu ve durağanlığı gerektirmediğini yaşadıkça anlıyorsunuz. İkisi arasında bir yol olduğunu bilmeli insan. Aziz Augustinus “Solvitur ambulando.” demiş mesela; çözmek yürümektir yahut yürüdükçe çözülür. İdenin nesne ile, meselenin yol ile sırlı korelasyonu keşfedilmeye değer. Bizim tarihimizde de gezgin ve zanaatkâr bilgelere sık rastlanması bu sırrın bir hayat pratiğine asırlar önce dönüştüğünü, kültürel genetiğimize işlendiğini gösteriyor. Yine de şunu hatırlatmadan edemeyeceğim: Marifet ne merkebi üzerinde giderken ders anlatan devletli hocada ne onların peşi sıra yürüyüp ders alan gayretli talebede. Marifet yolda olmaktır, yürüyüştedir. O yüzden yolculuğa çıkan insanlara “hoşça kal” yerine “yolda kal” desek yeri. Marifeti yolda olmaktan başka yerde arayanlar âyetin tasviriyle “kitap yüklü merkepler”e dönüşmeye yazgılıdır.

“Solo kariyer” yolda olmaya çalışmanın (ki ilk yazıda buna “kefeni yırtmak” dedim) bir ifadesi. Çok planlı metotlu olmasa da ortaya bir tavır koymaya çalışmanın, canlılık emaresi göstermenin bir yolu. Kıyamet-sonrası filmlerinde dünyaya telsiz yayını yapan deliler gibiyim: “Temiz su var, yatacak yer verebilirim, birlik olursak hayatta kalabiliriz…” Yayın bir zaruret. Zarureti kahramanlık diye yutturmaya kalkmayalım. Yoldaşsız yol dünyanın en tüketici, en kahredici, en aldatıcı tecrübelerinden biri çünkü. Biri iki yapmak çok zor, ikiyi çok yapmak rüya. Bu yolda eldeki bir’den de olmak tehlikesi hep var. Ama ikiye ve çoka ulaşılabilmesi için bir’in sayması, birinin mırıldanması, hafiften tempo tutmaya başlaması gerek. Muhayyilenin ayaklarını yerden kesen soloların da yeri zamanı gelir ama emin olun o zaman bile en havalı soloyu 3-5 dakikadan, 5-10 kereden fazla dinleyemezsiniz. Müzik kompozisyonda gömülüdür, performansta değil. Kaldı ki hayranlıkla seyrettiğiniz solistler asla sizinle ilgilenmez, kendiyle meşguldür. Ego spotunun altında, şöhret sahnesinin üstünde imtihandadır. İmtihanı veremezse kendini tanıyamaz, dolayısıyla sizinle tanışmasına gerek kalmaz. İmtihanı verebilirse sizi zaten tanımaz. Solistler böyledir. Kanın damarda deveranı gibi gizli ve açık her türden kibir solistin damarlarında dolaşıp durur. 

“Koro kariyer” diye bir şey olur mu bilmiyorum. Kulağa tuhaf geliyor. Devasa orkestra içindeki üçgen zili çınlatan adamın durumunu andırıyor “koro kariyer” lafı. Hoş başkemancı da olsa fark etmez. Bizler şairiz; insan sözünden başka sese düşkünlüğümüz, insan lisanından başka vasıtaya güvenimiz yoktur. Ancak insan sesi ve sözü aracılığıyla tanıyabiliyoruz dünyayı. Bize göre enstrümanın ilettiği ile insan sesinin ilettiği anlam arasında esaslı farklar var. Bir melodi duyduğumuzda dönüp “bana mı dedi” demeyiz, çünkü “müzik diyemez.” Fakat sokakta rastgele kulağımıza çalınan bir hitaba bile dönüp baktığımız çoktur. Demek, söylemek, konuşmak insandan insanadır, başka türlü sesler başka fiiller bulmayı gerektirir. Müzikal fiiller birer mecazdan, soyutlamadan ibarettir. Gerçek fiiller için (mesela yürüyüş için) insan seslerine, hassaten koral mantığa ihtiyacımız var. Ağız birliği yapmamız gerekmez. Kanon yapacak kadar tamamlayıcı olabilsek yeter.

Muhammed SARI (27 Ramazan 1446 - 27 Mart 2025)

TARİHİ SATMAK, GELECEĞİ SATIN ALMAK

Klasik Türk düzeninden çıkılıp 17. ve 18. yüzyılların sallantılı ve kararsız atmosferine bir kez girildikten sonra Türk topraklarında olan biten hiçbir şeyin kararını Türkler veremedi. Emperyal ve sömürgeci karakterini bu yüzyıllarda aşikâr eden Batı’nın doğrudan dayattığı veya kaçınılmaz kıldığı şartlar üzerinden yürüdü işler. Tanzimat’ı bu yeni şartların bir neticesi olarak kucağımızda bulduk. Yoksa Baltalimanı Muahedesi’nin devletin transformasyonuna varacağını tahmin etmek kolay değildi. Dönüşümün daha çok ekonomik ve sosyal çerçevede, kontrollü biçimde gerçekleşeceği düşünülüyordu çünkü. Dolayısıyla Tanzimat’ın çok kısa sürede meşrutiyet fikrine evrilmesi de öngörülemedi. Hadiselerin kaçınılmaz sonuçlarını görmek, tedbir almak, karşı plan üretmek konusunda şaşkına çeviren bir beceriksizlik, bir dirayetsizlikle maluldük. Öyle ki büyük tantanalarla kazanılan (!) Meşrutiyet’ten istifade edilemediği gibi ondan sonra nereye geçileceğine dair de en ufak bir fikir yoktu. 20. yüzyılın başlarında tek derdimiz canımızı kurtarmaktı. Fırlatılan can simidinin çember, üçgen ve yamuk olmasına aldıracak lüksümüz yoktu.

Canımızı kurtarır kurtarmaz bu kez cumhuriyet fikri atıldı ortaya. Cümleyi böyle kurmanın gerçeği tersyüz etmek anlamına geldiğini bugün biliyoruz artık. Doğrusu şöyle olacak: Cumhuriyete geçilmek şartıyla can simidi fırlatılmıştı. Bununla birlikte cumhuriyete 16. yüzyıldaki mutlakiyetçi Türk düzeninden sonra belirgin bir karaktere sahip ilk rejim diyebiliriz. Ne Tanzimat’ın ne Meşrutiyet’in geçişi sağlamak dışında bir işlevi vardı, bunların geçiciliği ancak cumhuriyette karar kılınması ile görünür hâle geldi. Cumhuriyet fikri dünyanın demokratikleştirilmesi ameliyesinin bir neticesiydi. Kemalist ideoloji ne gerileme devri padişahlarının kof tekebbürüne sahipti ne 19. asır devlet ricalinin telifçi ve arabulucu tavrını benimsiyordu. Kemalistler rejimin adına cumhuriyet diyerek Batı için bir tehdit olmadıklarını, yani 300 yıl süren devlet transformasyonunun tamamlandığını ilan etmişti. “Yurtta sulh cihanda sulh” bunun en meşhur ifadesidir. Hem Türkiye’nin hem dünyanın bir karar noktasını bulduğu temennisine dayanıyordu bu ilke. Şayet cumhuriyet değil de başka bir ara rejimle belirsizlik uzasa, İkinci Dünya Savaşı sonrası şartlarının icbarına kadar işler sürüncemede bırakılsaydı bir Balkan veya bir Ortadoğu ülkesinden daha beter muamele göreceğimiz kesindi. Hadiselerin bu çelişkili tabiatı yüzünden cumhurun gözüne cumhuriyet bazen zorbaca bir oldubitti bazen de bir kaçış rampası olarak görünmüştür. Doğrusu rejimin adı hiçbir zaman Türk halkının umrunda olmadı. Türk devleti “kimsesizlerin kimsesi” olacak mı olmayacak mı, halk buna bakıyordu.

Cumhuriyet bizim kimsemiz olmadı; kendine başka ahbaplar, hısımlar buldu. Ne içeride ne dışarıda sahici bağlar kuramamış, ne içeriden ne dışarıdan hiçbir sahici tehdide maruz kalmamış Kemalist kadro bu fanus halini “yurtta sulh, cihanda sulh” sözüyle kamufle edebildiği kadar etti. Neticede “tam vaktinde” ilan edilen cumhuriyet rejimi de vakti gelince Tanzimat’ın ve Meşrutiyet’in akıbetine uğramaktan kaçamadı. Bildiğimiz manasıyla cumhuriyet 27 Mayıs 1960’ta lağvedildi. 1960’tan beri yaşanan şeyi tek bir kavramla, belirgin bir rejim formuyla açıklamak mümkün değil. Çok çok uzun bir pazarlık devresiydi yaşanan. 90’lara varıldığında bütün dünyada yeni girişimlerin, yeni prodüksiyonların hazırlandığını hissedebiliyordunuz. Sovyetler’in yıkılışından 11 Eylül’e kadarki zaman zarfında dünya sistemi yeni dönemin yapısal düzenlemeleriyle meşgul oldu. Kararın verildiği 2000’lerle birlikte Türk devletinin yeniden transformasyona uğraması zarureti ayan beyan ortaya çıktı. 2002-2016 arasında Türk iç politikasında yaşananların hepsi zahiren statükocularla rövanşistlerin çekişmesi olarak göründü. Gerçekte ise dışarıdan gelen yeni taleplerin şu veya bu düzeyde, falanca veya filanca tarafından karşılanmaya çalışılmasının kopardığı gürültüden başka bir şey değildi. 
 
Arap Baharı’ndan bugüne kadar ise inanılmaz derecede hızlanan, iç-dış ayrımını anlamsızlaştıran hadiseler silsilesi transformasyonun son merhalesine yaklaşıldığı izlenimi veriyor. Transformasyon bir an önce şu veya bu şekilde gerçekleşsin mi isteniyor yoksa belli kişiler elinde gerçekleşmesi mümkün olana kadar ertelenebilir mi? Türkiye’nin yeni bir yapılanmaya doğru gitmesi küresel şartlar bakımından Amerika’yı, bölgesel şartlar bakımından İsrail’i doğrudan ilgilendiriyor. Makul bir nazar Türkiye’nin tek taraflı ve genişlemeci bir politika izlemesinin mümkün olmadığını görür. Aynı nazar, Türkiye’nin bağımsız ve kuşatıcı bir politika izlemekten başka yolu olmadığını da görür. Bizim gördüğümüzü muarızlarımız hayli hayli görüyordur. Dolayısıyla bizi ahlâkî seçenek ile pragmatik seçenek arasında tercihe zorlayacaklardır. Zayıflık ve yozlaşma, parçalanma ve el koyma arasında bir tercih yapması gerektiğine inandığı andan itibaren Türk devleti tarihsel hatalarına bir yenisini, belki de sonucusunu ekleyecektir. 

Geldiğimiz noktada ülke içi muhalefetlerin (!) kastre edildiği, yapay devletçiklerin aradan kalkmak üzere olduğu, daha iri yapıların kendini göstermeye başlayacağı bir dönemin sinyalleri kuvvetleniyor. Bu yeni ve görece iri yapılar arasında imtiyaz bölgelerinin paylaşılacağı bir küresel rejime doğru mu ilerliyoruz? Büyük tarihi olanlar ile büyük gücü olanlardan hangisi diğerini kendi hesabına çalıştıracak? Türkiye tarihini satıp gücü mü satın alacak? İsrail gücüyle kendine bir gelecek satın alabilecek mi?

Muhammed SARI (21 Ramazan 1446 - 21 Mart 2025)

KAYNAK: FÂTİHA

Kur’ân Fâtiha ile açılır. Cennetin kapısı ise Fâtiha’nın ilk ayetiyle: “Elhamdülillâhi rabbi’l-âlemîn.” Daha ilk ayetten cennete gireriz. Sonraki bütün ayetler cennette kalabilmek içindir.

Girmenin müşkül, kalmanın daha müşkül; olmanın zor, ölmemenin zordan da zor olduğunu öğrendiğimiz bir çağda yaşıyoruz. Zahire bakılırsa önce doğuyor, sonra kitaplardan öğreniyoruz. Olması beklenen tam tersidir: Önce kitap, sonra hayat gelmelidir der hikmet. İnsanlar doğup öğrenir, kul olanlar öğrendiklerinden doğar. Konu kulluk ise verili sırayı takip ederek öğrenilen şeylere itimat edemeyiz, çünkü böylesi bilgide hikmet yoktur. Doğumla başlayan akışın tersine yüzemediğimiz takdirde kulluğu idrak etmemiz imkânsızdır. Hamd makamına varmak için bizi uzun, zahmetli bir mücahede beklemektedir. Ummana değil kaynağa doğru kulaç atmak zorundayız. Fâtiha ilk kaynamadır, kaynağın en duru verimidir.

* * *

“Elhamdülillâh” kelime-i mübarekesinde bir zamir olarak bile mahlûkâttan iz, eser yoktur; yalnız Allah vardır. Çünkü Allah’ı kendisinden başka hakkıyla övebilecek yoktur. Hakk kendi hakkında yapılabilecek en yüce övgüyü yine kendine hitaben beyan eder. Fâtiha’nın ilk ayetinde kul mevcut değildir, fakat tam da bu nâmevcudiyeti idrakiyle vücuda hak kazanacak olan yine kuldur. Kul Allah’ı lâyıkıyla hamdetmeye güç yetiremeyeceğini anladığında cennetin de bir hak değil bir ihsan olduğunu kavramaya yaklaşır. En sevdiği kuluna Muhammed ismini vermesi ve ona Makâm-ı Mahmûd’u vadetmesinde hep bu acziyet-ihsan sırrını işaret vardır. Kul, mahlûkâtın yaratılışında, yaşayışında, zevalinde, dirilişinde kendini gösteren hilkat kudretini ve nimetleri temaşa edip hamd ü sena duygusuyla dolup taşar. Bu hamdin kula bakan veçhesidir. Bu bakımdan kul için hamd, hilkate şahitlikten doğan samimi bir iç yankıdır. Fakat aslolan, hiçbir şey halk etmemiş olsaydı dahi hamdin yine Cenâb-ı Hakk’a mahsus olduğunu bilmektir, belki de hamdin en derin manası budur. Kur’ân’ın “hamd” ile başlaması hamdin âlemler yaratılmadan önce de var olduğunu ima eder. Yahut yaratılanlar için ilk ve en mühim ibadetin hamd olduğunu. Hususen namazın bir hamd eylemi olduğunu. İsmi hamd masdarından süzülen peygamberle âlemlerin yaratılışı arasındaki irtibatı haber veren “levlâke” rivayeti de bu bağlamda bambaşka manalar kazanır.

“Rabbi’l-âlemîn.” Âlem-insan tasavvurunu kurmaya buradan başlamalıyız. “Rabbi’l-âlemîn” denerek bir yana yegâne Hâlık, bir yana sayısız mahlûkât koyulmuş olur. “Âlemlerin Rabb’i” sıfatı hem öyle sınırlayıcı hem öyle kuşatıcıdır ki mahlûkât müthiş bir cilveyle imtihan edilir. Tevhidin kuşatıcılığına teslim olan mahlûk ayrıca varlık izharına ihtiyaç duymaz. Tevhidin dışına çıkmaya direten, yani âlemleri kendi-için-şey olarak gören mahlûk varlık iddiasına ve ispatına güç yetiremez. “Varım!” diyen kaybeder, “varsın!” diyen kazanır. “er-Rahîm” ismi bu bakımdan tevhide teslim olmuşların sığınağıdır, başladığı yere dönüşüdür, ana rahmidir. “er-Rahmân” ise tevhidi reddedenlere bile hayat hakkı tanımanın, mühlet vermenin, rızık göndermenin adıdır. “Âlemlerin Rabb’i” olmak bunu gerektirir; çünkü O, müminlerin olduğu kadar münkirlerin de Rabb’idir. İkisi arasındaki hüküm “Mâlik-i yevmi’d-dîn” ismine havale edilir. Allah, dünya günlerinin olduğu gibi Din Günü’nün de sahibidir.

Allah âlemleri yaratmazdan evvelki ezel günlerini “Elhamdülillâh” ile, kıyamet koptuktan sonraki ebed günlerini “Mâlik-i yevmi’d-dîn” ile, ikisi arasındaki dünya günlerini ise “Rabbi’l-âlemîn” ile karşılar. İsimlerin hepsi tevhid ilkesinin farklı bağlamlardaki ifadeleridir. Evet, “Rabbi’l-âlemîn” ismi meaşa bakar. Mebde ve mead bütünlüğü meaş halkasının yerine oturmasıyla sağlanır çünkü. “Rabbi’l-âlemîn” dendiğinde sureta ikileşme başlamıştır dedik. Bir yanda Rabb varsa diğer yanda da terbiye edilenler vardır artık. Öte yandan “Rabbi’l-âlemîn” günleri, yani dünya günleri -eğer becerebilirsek- yalnız O’na kulluk etmeyi ve yalnız O’ndan istemeyi, yeniden O'na kavuşup vahdete ermeyi öğrenmenin de günleridir. İnsan âlemlerden bir âlem olmaklığıyla belki kadronun en küçük rollerinden biri olarak varlık sahnesine girmiştir. Ancak “iyyâke na’budu ve iyyâke nestaîn” dediğindedir ki en şerefli ve en mümtaz mahlûk olarak sahnede öne çıkabilmiştir. Fâtiha’nın kula bakan kısmı da işte bu “iyyâke” vurgusuyla başlar. “Yalnızca sana, yalnızca senden” diye ikrarda bulunan kul, kendisinin O’na yönelmiş bir “ben taslağı”ndan fazla bir şey olmadığını; ben’in Sen’e ulaşmak, Sen’e ulanmak dışında arzusu olmadığını itiraf etmiştir. “Ben taslağı” benlik taslamaz; “yalnızca Sana, yalnızca Senden” der. Bu vurgulu yalınlamayla, iştiyaklı ve hararetli nefiy dili şirke kapıyı kapatır, yine tevhidi işaret eder.

“Bizi doğru yola ilet” diyerek diğer bütün yolların yanlış, yanılış, yana düşüş olduğunu kabul eder; tevhidi bir kez de yol mefhumu üzerinden ifade eder. “Yalnızca” zarfındaki kuvvetli nefiy gibi “müstakim yol” adlandırması da açık bir nefiydir, muharref yollardan kaçınıştır. Diğer yollar yol bile değildir, tek yol budur demektir. Bu yüzden, Yahudi ve Hıristiyanların başına gelene yol kazası değil, yolsuzluk belası demek iktiza eder. Yürünebilir yol daha önce üzerinde yüründüğü, bir yerden gelip bir yere gittiği belli olan yoldur; yani “kendilerine nimet verilmiş” önceki nesillerin yoludur. Bu manada yol ile tarih birbirlerini açıklar. Yürünmüşlük yolun tarihi, yürünebilirlik yolun geleceğidir. Tarihsiz kulluk olmaz. Kul kendinden öncekilerle hısım mı hasım mı olduğunu bilmelidir, çünkü akıbeti buna bağlıdır. Yahudi ve Hristiyanlar yolun tarih ile ilişkisini koparmaları, kerameti kendinden menkul bir yol vazetmeleri sebebiyle gazaba uğramış ve dalâlete sapmıştır. Aklı başında bir kulun ilk işi kendini bunlardan ayrı tutmak olur. Nefiysiz (lâ ilâhe) ispat (illallâh) olmayacağını bilir.

Şayet gazaba uğramışlar ve dalâlete sapmışlarla yolumuzu ayırmazsak bütün açıklama şeması çöker. Artık ne kendimizi bilmek ne Rabb’imizi tanımak ihtimali kalır. Doğrularak okuduğumuz Fâtiha bizi doğrulamıyorsa neye âmin dediğimizi bilmiyoruz demektir.

Allahualem.

Muhammed SARI (3 Ramazan 1446 - 3 Mart 2025)