İnsanlık tarihi bütünüyle ahlâk-hukuk ekseninde şekillenmiş bir serüven. Ömürün ve tarihin gelgitleri içinde zaman zaman kutuplardan biri ağır basmışsa da bize asla diğer kutubu yok sayma hakkı verilmemiş. Şöyle de denebilir: Bütün hukukî yaptırımların ahlâkî bir temeli olmak zorundadır ve bir anlayışın ahlâk vasfı kazanabilmesi için “hakk (tabiîlik, doğruluk, yerindelik, kıvamlılık, ölçülülük)” kavramını merkeze almış olması gereklidir. Ahlâk kâinattaki oluş-bozuluşu ferden tecrübe etmenin hasılasıysa hukuk da bu oluş-bozuluşa uygun bir cemaat hayatı tesis etmenin yoludur. Allah’ın kâinatı yarattıktan sonra kendi hâline bıraktığına veya insan soyunu doğuştan günahkâr saydığına inansaydık ahlâk ile hukuk arasındaki bağdan bahsetmek imkânsız olurdu.
Bütün kritik kavramlar gibi ahlâk ve hukuk da her dönemde gevşemelere ve daralmalara uğramıştır. Dahası ve fenası, içlerine başka anlamlar zerkedilerek veya yerlerine başka kavramlar ikame edilerek çarpıklıkların yolu açılmıştır. Bugün hukuk denince akla öncelikle üniversitede tahsil edilen bir bilim dalı yahut devletin yargılama safahatını yürüten mekanizma geliyor. Bazen de gündelik siyasetin sığ tartışmalarında sığınılan o son soyut melce olarak adaletten, hukuktan bahsedildiğini işitiyoruz. Ahlâk(lılık) kavramı da günümüzde büyük oranda edepli terbiyeli olma, normlara uyma, merhametli davranmaya eşitlenmiş halde. Hâlbuki ahlâk bunları da kuşatacak yekpâre bir hayat yolunun adıdır. Ahlâkın neleri kuşattığı bilinmediğinde merhametten maraz doğması kaçınılmaz. Tıpkı masumiyet karinesine ve bağışlama esasına dayanmayan hukukun kıyım makinesine dönüşmesi gibi.
Buraya kadar iyi, hoş. Fakat amacımız sırf hoş söz söylemek değilse ahlâkın kimin ahlâkı, hukukun neyin hukuku olduğunu sormalıyız. Bu bakımdan insanlık tarihinde üç büyük gelenek zikredilir: İbrânî gelenek, Hristiyan gelenek ve öncekilerin ahkâmından tahrif olmamış değerleri de içerecek biçimde nihaî ölçüleri koyan İslâmî gelenek. Son söz İslâm tarafından söylenmiştir. Modernlik son sözün üstüne söz söyleme hazımsızlığının adıdır. Bu yüzden dünya tarihlerinde 1500 yıllık İslâm’ı kast-ı mahsusayla es geçtiklerini görürsünüz. Modernler gelenekten kopuş retoriğiyle yola çıktılar. Dinî olmayan bir ahlâk öğretisi, ahlâkî değerlerin dışta tutulduğu bir hukuk sistemi icat ederek ortaya evrensel bir model koyma iddiasındaydılar. Esasen tüm yapılanlar İslâm’ı yok sayabilmek için İbrânî ve Hristiyan zihin dünyasının Yunan ve Roma gelenekleriyle aşılanarak güncellenmesinden, tarihte son sözü söyleme gayretkeşliğinden ibaretti. Hususen Protestan filozoflar ve Yahudi diasporası filozofları el ele verip projenin imkânsızlığını gözlerden gizlemeyi başardı. Aydınlanma felsefesi kendi içinde son derece doktriner kabullerle hareket ettiği halde dışarıya karşı diyalektik bir görünüm sergilemeyi bildi. İçi kendini, dışı bizi yakan Batı aşağı yukarı budur. İç yangınımız arttığı nispette biz de Batılılaştık. Kendi nefislerine zulmedenlerin başkalarına ahlâkçılık taslaması garabetine Batılılaştıkça şahit olduk. Ne türden bir kültürel ortamda yaşamaya zorlandıysak ancak onun çıkmasına, elden düşme versiyonuna sahip olabildik.
Ahlâkın varlığını derinlere daldığımızda, hukukun varlığını sınırlara dayandığımızda duyumsarız. Yine de duyumsamak yetmez, onları başkalarınca yaşanabilir kılmak zorundayız. Ahlâkı ve hukuku mücerreden tahsil edebiliriz; fakat bunlardan ancak bir hayat tarzına dönüşmüşlerse, müşahhas bir kültür halini almışlarsa istifade edebiliriz. Ahlâkın özü olan merhamet fidesinin serpilebilmesi, hukukun temel idesi olan adalet güneşinin doğabilmesi için kültür denen toprağın, havanın, suyun temizliği hayatî önem taşır. Batı medeniyeti kendi ağacının meyve vermesine en uygun iklim şartlarını bütün dünyaya hâkim kılmak için önce felsefe ve bilimle tedbirler aldı, sonra askerî ve ekonomik müdahalelerde bulundu. Yeryüzünü istediği zaman ürün kaldırabileceği bir plantasyon halinde parselledi. Yaklaşık yüz yıldır kutuplarda, ekvatorda, vahşi batıda, uzak doğuda aynı kültürel ürünler hasat ediliyor. Böyle bir hasat vasatı yakalamak çok sıkı kontrol edilen entegre yapılar kurmakla, büyük eşitleyici teorilerle mümkündü. Bütün eşitleyici sistemler zulümdür, çünkü her eşitlemenin diğer ucunda bir eşitsizlik yatar. Batı insanlık tarihini kendine eşitledikçe, Batılı olmayanlara hayvanlaşma (ahlâksızlık) ve köleleşme (hukuksuzluk) dışında bir yol bırakmıyor.
Devran dönüp duruyor ve her dönüm noktasında bir karar vermek icap ediyor. Hayatımızı kendi sarsılmayacak ama herşeyi sarıp sarmalayacak olan bir şeyin üzerine yeniden kurmak zorundayız. Öyle bir denge bozucu, öyle bir dengeleyici bulmalıyız ki hukuk da ahlâk da kurtulabilsin. O şey “intikama hazır olmak”tır. İntikam ancak ahlâk-hukuk bağını gözeterek yaşayanların hakkıdır. İntikam ancak mazluma hayat bahşetmesi şartıyla hukukun ve ahlâkın kopmaz bir cüzü olabilir. İntikam almaktan korkan ruh şikâyetler ve bahaneler altında çürüyüp gider. Şartlarını haiz olmadan intikama yeltenenler önce ahlâkı ve hukuku yok etmiş olur. İntikamın amacı kahramanın pathos'unu tatmin etmek olamaz; amaç ahlâk-hukuk bağını mümkün kılan ethos'un tecelli etmesini sağlamaktır. Evet, adaletsizlik ve merhametsizliklere karşı gösterilebilecek en ileri ahlâkî tutum zalimlerden intikam almaktır. Adaletsizlik ve merhametsizlikten bîhaber olanlar ahlâken düşüktür, onu görmezden gelenler daha düşüktür. İntikam girişimleri başarısız olabilir; ama şuursuzluğu ve sorumsuzluğu seçenlerin huzurunun kaçırılması bile az iş değildir.
Batı insanlığa hayvanlaşma ve köleleşme dışında yol bırakmıyor. Ne aşağılanmaya ne oyalanmaya daha fazla tahammül edebiliriz. Ne maymunlar cehennemini ne android meleklerin cennetini kabul edebiliriz. Bütün fantastik kurmacalar çirkin gerçekleri gizlemek içindir. Batılı dün kıtasal sömürgecilik için antropolojik kavram setini kullanıyordu, bugün küresel kontrol için teknolojik araç setini. İki durumda da görülmemesi istenen şey ahlâk-hukuk bağıdır. Bu bağa dair bir uyanış, bir kıpırdanış, bir girişim var mı yok mu? Dünya çapındaki mesele budur. Adalet yoksa merhamet söylemi sulugöz bir aldatmacadan başka bir şey değildir. Merhamet yoksa adalet iddiası zorbalıktan öte anlam taşımaz. Batı’yı “tek dişi kalmış canavar” yapan ahlâk-hukuk nizamına karşı yalan-talan düzenini seçmesidir.
Muhammed SARI (1 Şaban 1446 - 30 Ocak 2025)