SAYILARI TUTTURMAK UĞRUNA

2004 yılı sonlarıydı. Liradan altı sıfır atılacağını haber verdiğim bir şair arkadaşım bana şöyle demişti: “Bunlar öncekilerden hızlı çıktı. Göz boyamayı, numara çekmeyi daha iyi biliyorlar.” O günden bugüne köprünün altından çok sular aktı: Şair arkadaşım kanaat değiştirip ortasına kadar geldiği köprüden geri döndü, ben burnumun dikine gidip köprüyü geçmeye karar verdim, Türkiye ise köprünün korkuluklarından birkaç kere düşecek gibi oldu. Adı henüz konulmayan “Yeni Türkiye” işe liranın imajını tazeleyerek başlamakla kimi odaklara oldukça manidar bir mesaj vermişti. Fakat II. Dünya Savaşı'na katılmadığımız veya bir sömürge devleti olmadığımız hâlde paramızda yıllar içinde biriken sıfırların izahını yapan yoktu. İtibarî para ile paranın itibarı arasındaki irtibat en baştan koparılmıştı. Sıfırlar sıcak paranın pompalandığı yıllarda hayalete dönüşmüştü ama işin aslını bilenlerin nazarında onlar hep oradaydı.

“Hayalet sıfırlar” Amerikan nüfuzunun hissedilmeye başlandığı 50’li yıllardan beri Türk ekonomisinin ayrılmaz bir parçası oldu ve her nesilde kendini adım adım gösterdi. O kadar ki on yılda bir nükseden askerî darbeler gibi ekonomik krizlere de on küsur yılda bir rastladık. Acaba para mı postalı takip ediyor, postal mı parayı? Türkiye’de siyasî analizler parayı iktidarların dolaşıma soktuğu kabulüyle yapılıyor. Paranın dolaşıma soktuğu iktidarları konuşmaya kimsenin niyeti yok. Parayı iktidarların kullandığına inanan herkes başına geleceklere baştan razı olmuş demektir. Bugün kaşık kaşık yiyip gözünü doyuranlar, günü gelince aynı kaşığın sapıyla kör edileceklerini biliyorlar. Bu yüzden ekonomik kriz diye bir şey olduğuna inanmak safça. Olan biten tohumlamaktan, semirtmekten ve günü gelince tırpanlamaktan ibaret. Batı sermayesi dünyayı tohumuyla zehirleyip tırpanıyla adaletsizliğe boğuyor. Buna mukabil Türklerin belli aralıklarla “ölmeyecek kadar ekmek” noktasına geriletilmesi dünyayı seçeneksizliğe itiyor. Böylece “zalim Batı, mazlum dünya, yalnız Türk” formülü işlemeye devam ediyor. 

Türk’ün derdi açlık ve tokluk değil, kimliksizliktir. Türkiye’de en büyük partinin “ekmek partisi” olduğu kabulü doğan her mücadele ümidini daha kundaktayken boğuyor. Merkeze tokluğu koyanları da açlığı görmezden gelenleri de aşacak bir noktaya ulaşmak zorundayız. Açlık ve tokluğun münavebeli seyirleri bir dönme dolaptır. Bir gün tokluğa varmak ümidiyle tahammül edilen açlık, bir gün aç kalırım endişesiyle esiri olunan tokluk aynı siyasî sonuçları üretip durmaktadır. Açlık ve tokluk birbirlerine değil, millî bir hedefe hizmet ettiklerinde anlamlıdır. Baltalimanı Antlaşması’nı ve ona giden süreci zihinlere çakmadıkça maddî kültür mefhumunu yerine oturtmamız, millet lehine ticaret yapmamız söz konusu bile olamaz. Maşinlerine, kâşânelerine medhiye dizilen Batı bünyeye İstanbul’un yalılarından ve limanlarından girdi. Çıkarılacaksa yine buralardan başlanarak çıkarılacak. Şeker hastası ancak insülini zerk ettikten sonra yemek yiyebilir. Bizimkisi, acıkmadığı halde sürekli yiyerek kendini şeker hastası etmiş bir bünyeye benziyor. Hâl böyleyken kalkıp insülin iğnesini övüyoruz. Bünyeyi ayağa kaldıracak bir iktisadî programa yanaşmıyoruz.

Türkler eksiye düşmemek için hayatlarının bir ile sıfır arasında gidip gelmesine rıza göstermiş bir millet. O yüzden sıfırın bile, hatta bilhassa sıfırın bizim için hayatî önemi var. Birlerimizi ve sıfırlarımızı kıskançlıkla korumalıyız. Korumak için bize bir el kıran, baş kesen mi lazım? Verginin “bir”den alınacağını, yardımın “sıfır”a yapılacağını bilmek için aydınlanmış bir despota ihtiyaç var mı? Bu bakımdan Antik Yunan tiranlarından Peisistratos’un vergi hikâyesi ibretliktir. “Dağlılar”ın başı olan Peisistratos “Kıyılılar”ı ve “Ovalılar”ı yenerek Atina’nın başına geçer. Başa geçer geçmez çiftçiye onda bir oranında vergi koyup köylülerin başına da vergileri toplayan eli kamçılı gözcüler diker. Köyleri bizzat denetlediği günlerden birinde taşlı, kıraç araziyi süren bir çiftçiyi görünce “Delirdin mi ihtiyar? Buradan ne mahsul almayı umuyorsun?” diye sorar. Tiranı tanımayan köylünün cevabı yakıcı olur: “Hiç. Yalnızca kötülük ve eziyet hâsıl olacak. Ama onda birini Peisistratos’a göndereceğim, bunları o da tadacak!” Rivayet o ki popülist Peisistratos dağdan geldiği hâlde bağdakinin hâlini anlamış ve vergi meselesini yeniden düzenlemeye girişmiş. Belki vergiden vazgeçmemiş ama en azından vermeden alamayacağını, alınanın ise “bir mahsulden fazlası” olduğuna akıl erdirmiş. Biz de akıl erdirmeliyiz: Sayılardan önce gözetmemiz gereken bir şey var. Sayıları tutturmak uğruna elden kaçırılan ve sayılar tutmadığı hâlde her şeyi bir arada tutan o şeyi bilmek zorundayız. 

Muhammed SARI (22 Şaban 1446 - 21 Şubat 2025)

PİRELİ PAY, PAYLAŞIMSIZ PAYDA

Bir yorganınız var. Ne güzel! Güzel, çünkü mevsim kış. Haa, bir yerinizi örtüyor mu diye sorarsanız, eh işte örtüyor. Öyleyse hiç yoktan iyi diyebilirsiniz. Fakat galiba örtemediği yerler de var. Başınızı örtseniz ayaklarınız, ayaklarınızı örtseniz başınız açıkta kalıyor. Bu bakımdan vaziyetinize kötü de denebilir. Ancak üçüncü bir unsur var ki devreye o girdiğinde iyi saydığınız hâli bariz biçimde kötüye veya zaten kötü bildiğiniz hâli betere götüren yeni bir durum doğuruyor: Pire! Yorganın konuşulduğu her yerde pireyi de hesaba katmak gerekiyor.

İnsanoğlu hayat şartlarını iyi-kötü yaşanabilir buluyorsa mevcut düzeni sorgulama ihtiyacı hissetmez. Bu noktada birbirimizden pek farklı değiliz. Fakat şartlar kötüden betere doğru seyrettiğinde de aynı kabulleniş gözlemleniyorsa ortada bir tuhaflık var demektir. Tuhaflığın iki ana sebebi olabilir: Ya şartları belirleme gücüne sahip olanlar sanıldığından daha güçlüdür ya da insanların kendilerini şartlandırmaları meseleyi daha içinden çıkılmaz hâle getirmektedir. Bizi kuşatan dış şartlardan yakınmayı severiz ama iç şartlanmalarımızı konuşmak zülfüyâre dokunduğu için hiç işimize gelmez. Derdimiz derman bulmaksa işe, işimize gelmeyen yerden başlamalıyız. Başkalarının dayattığı şartları değiştirebilmek için evvela kendi şartlanmalarımızdan kurtulmak zorundayız. Örneğin söze daha ilk cümleden bir şartlanmayla başladık. “Bir yorganınız var. Ne güzel!” dedik. Belki bir doğruyu dile getirdik ama tuzaklı bir doğruydu bu. Tuzağı görebilmek için önermenin başına dönmek, mümkünse önermeden çıkmak gerekiyor.

“Bir yorganımız var. Ne güzel!” dediğimizde bunun sadece bir durum tespiti olmadığını, yüklü bir ifade olduğunu fark etmeliyiz. “Var” olmayı peşinen müspet bulmaya, elde var bir görmeye yatkınız; çünkü bizler de kendimizce birer “var”ız, “elde var bir”iz nihayetinde. Ne var ki nihayetler üzerinden çıkarım yapmak oyunun akışını değiştirici hamleler yapmaya manidir. İşlerin bidayetine bakmak zorundayız. Bidayette sorulması gereken soru şudur: “Yorgansız olmuyor mu?” “Olmuyor!” diyenler için yazı burada bitiyor. Selametle… Tabii başka biri de çıkıp bidayetteki soru yanlış, soru “Piresiz olmuyor mu?” şeklinde sorulmalıdır diyebilir. Yani yorganı sorgulayacağımıza pireyi sorgulamayı teklif edebilir. İyi hoş ama “yorgansız olmaz” demenin bir başka yolu değil midir bu? “Yorgansız olmaz” diyenlerle “pireyi sorgulayalım” diyenler aynı kişiler olmasa bile aşağı yukarı aynı nihayetin neticeleri sayılırlar. Suçu pirede arayanların da yorgandan olmak istemeyenlerin de belli bir haklılık payı var; fakat o pay onları paydadan mahrum ediyor.

Bidayete dönelim. “Yorgansız olmuyor mu?” sorusunu yerinde, en azından ilginç bulanlar düşünme cehdine açık olduklarını göstermiş sayılır. “Yorgansız olmuyor mu?” diye soranlar vaktiyle “Yorgan gitti, kavga bitti.” diyenlerin soyundan gelmektedir dersek yanlış olmaz. Sorgulamamızın merkezine yorganı almak zorundayız; çünkü kavga edenler patırtının yorgan için değil de başka bir şey için çıktığına inanmamızı bekliyor. Hayır, kavga her zaman yorgan yüzünden çıkar, önce dürüstçe bunu kabul edelim. Sonra dürüstlüğün lafta kalmaması için ikinci ve daha önemli bir hususa açıklık getirelim: Yorgan bir menfaat konusu olabileceği gibi bir haysiyet meselesi de olabilir. Nasreddin Hoca’dan beri yorganın menfaatle ilişkilendirilmesine alışık, alışık ne kelime, şartlanmış insanlarız. Elbette menfaat kendi başına kınamaya konu olacak bir mefhum değil, menfaati ancak haysiyetin neresine düştüğüne bakarak tanımlayabiliriz. Öyleyse haysiyetten ne anlamalıyız?

Nasreddin Hoca’nın fıkrasında dikkatler kınayıcı biçimde hep menfaatin üzerine çekilmiştir. Hâlbuki Hoca’nın tavrı başlı başına bir haysiyet tezahürüdür ve haysiyet yüzyıllardır kahkahalar arasında güme gitmektedir. Hırsızların menfaatten haysiyet devşirmiş olması imkânsız ama Hoca’nın haysiyetten bir menfaat elde ettiği bizce kesin. Çoğunluğun Hoca’ya enayi nazarıyla baktığına eminim. Bana göre Hoca gerektiğinde yorgandan vazgeçme iradesi göstererek haysiyetin, yani en büyük menfaatin (dünya malına bağlanmamanın, dünya malı için kavga edenlerden uzak durmanın) yolunu ardına kadar açmıştır. Hoca’nın aynı haysiyetli tavrı (enayiliği?) yorgan pirelendiğinde de gösterdiğini, yorganı tuttuğu gibi ocağa fırlattığını biliyoruz. Demek ki Hoca için yorgan peşin bir kazanç değil, elde var bir değil; olmasa da olan bir şey. Üzerini örtmeyen, kavgaya sebep olan, kaşındıran bir yorgandansa yorgana mecbur olmadan yaşamanın yoluna bakmış Hoca. Haysiyeti öncelemiş, haysiyetsiz menfaati küçümsemiş.

Yorgan yakmanın marifet olduğunu söylemiyoruz. Ama insanlar pirelerle mücadele ederek, üzerlerini örtmeyen bir yorgan yüzünden ya başını ya ayaklarını feda ederek yaşanabileceğini ciddi ciddi savunuyorlar. Sağduyulular çünkü. Daha doğrusu menfaat güdüleri haysiyet duygularının önüne geçiyor. Bu arada yorganı kuşa çeviren ve yorgana pire salanlar da haysiyet-menfaat sıralamasının tersine dönmesinden azami istifade ediyor. İnsanlığımızı muhafaza etmemiz içimizden hiç değilse bazılarının haysiyeti menfaatin önüne koymasına bağlı. Haysiyeti menfaate önceleyenler kirli paylaşımların konusu veya tarafı olmayı, yani hasımlarının eline koz vermeyi reddetmiş, böylelikle menfaatin büyüğünü kazanmış olur. Böyle büyük bir kazancın bedava olması mümkün değil. Haysiyeti menfaatin önüne koyduğunuzda ayazda kalmanız kaçınılmazdır. Haysiyetli adam pire ısırığındansa soğuk ısırmasına katlanır. İçindeki korla ısınmak zorundadır. En azından bahara kadar. Baharla birlikte yeni, büyük ve tertemiz bir yorgan için yün kırkmaya başlayacaktır.

Muhammed SARI (13 Şaban 1446 - 12 Şubat 2025)

NE MAYMUNLAR CEHENNEMİ NE ANDROİD MELEKLERİN CENNETİ

İnsanlık tarihi bütünüyle ahlâk-hukuk ekseninde şekillenmiş bir serüven. Ömürün ve tarihin gelgitleri içinde zaman zaman kutuplardan biri ağır basmışsa da bize asla diğer kutubu yok sayma hakkı verilmemiş. Şöyle de denebilir: Bütün hukukî yaptırımların ahlâkî bir temeli olmak zorundadır ve bir anlayışın ahlâk vasfı kazanabilmesi için “hakk (tabiîlik, doğruluk, yerindelik, kıvamlılık, ölçülülük)” kavramını merkeze almış olması gereklidir. Ahlâk kâinattaki oluş-bozuluşu ferden tecrübe etmenin hasılasıysa hukuk da bu oluş-bozuluşa uygun bir cemaat hayatı tesis etmenin yoludur. Allah’ın kâinatı yarattıktan sonra kendi hâline bıraktığına veya insan soyunu doğuştan günahkâr saydığına inansaydık ahlâk ile hukuk arasındaki bağdan bahsetmek imkânsız olurdu.

Bütün kritik kavramlar gibi ahlâk ve hukuk da her dönemde gevşemelere ve daralmalara uğramıştır. Dahası ve fenası, içlerine başka anlamlar zerkedilerek veya yerlerine başka kavramlar ikame edilerek çarpıklıkların yolu açılmıştır. Bugün hukuk denince akla öncelikle üniversitede tahsil edilen bir bilim dalı yahut devletin yargılama safahatını yürüten mekanizma geliyor. Bazen de gündelik siyasetin sığ tartışmalarında sığınılan o son soyut melce olarak adaletten, hukuktan bahsedildiğini işitiyoruz. Ahlâk(lılık) kavramı da günümüzde büyük oranda edepli terbiyeli olma, normlara uyma, merhametli davranmaya eşitlenmiş halde. Hâlbuki ahlâk bunları da kuşatacak yekpâre bir hayat yolunun adıdır. Ahlâkın neleri kuşattığı bilinmediğinde merhametten maraz doğması kaçınılmaz. Tıpkı masumiyet karinesine ve bağışlama esasına dayanmayan hukukun kıyım makinesine dönüşmesi gibi. 

Buraya kadar iyi, hoş. Fakat amacımız sırf hoş söz söylemek değilse ahlâkın kimin ahlâkı, hukukun neyin hukuku olduğunu sormalıyız. Bu bakımdan insanlık tarihinde üç büyük gelenek zikredilir: İbrânî gelenek, Hristiyan gelenek ve öncekilerin ahkâmından tahrif olmamış değerleri de içerecek biçimde nihaî ölçüleri koyan İslâmî gelenek. Son söz İslâm tarafından söylenmiştir. Modernlik son sözün üstüne söz söyleme hazımsızlığının adıdır. Bu yüzden dünya tarihlerinde 1500 yıllık İslâm’ı kast-ı mahsusayla es geçtiklerini görürsünüz. Modernler gelenekten kopuş retoriğiyle yola çıktılar. Dinî olmayan bir ahlâk öğretisi, ahlâkî değerlerin dışta tutulduğu bir hukuk sistemi icat ederek ortaya evrensel bir model koyma iddiasındaydılar. Esasen tüm yapılanlar İslâm’ı yok sayabilmek için İbrânî ve Hristiyan zihin dünyasının Yunan ve Roma gelenekleriyle aşılanarak güncellenmesinden, tarihte son sözü söyleme gayretkeşliğinden ibaretti. Hususen Protestan filozoflar ve Yahudi diasporası filozofları el ele verip projenin imkânsızlığını gözlerden gizlemeyi başardı. Aydınlanma felsefesi kendi içinde son derece doktriner kabullerle hareket ettiği halde dışarıya karşı diyalektik bir görünüm sergilemeyi bildi. İçi kendini, dışı bizi yakan Batı aşağı yukarı budur. İç yangınımız arttığı nispette biz de Batılılaştık. Kendi nefislerine zulmedenlerin başkalarına ahlâkçılık taslaması garabetine Batılılaştıkça şahit olduk. Ne türden bir kültürel ortamda yaşamaya zorlandıysak ancak onun çıkmasına, elden düşme versiyonuna sahip olabildik. 

Ahlâkın varlığını derinlere daldığımızda, hukukun varlığını sınırlara dayandığımızda duyumsarız. Yine de duyumsamak yetmez, onları başkalarınca yaşanabilir kılmak zorundayız. Ahlâkı ve hukuku mücerreden tahsil edebiliriz; fakat bunlardan ancak bir hayat tarzına dönüşmüşlerse, müşahhas bir kültür halini almışlarsa istifade edebiliriz. Ahlâkın özü olan merhamet fidesinin serpilebilmesi, hukukun temel idesi olan adalet güneşinin doğabilmesi için kültür denen toprağın, havanın, suyun temizliği hayatî önem taşır. Batı medeniyeti kendi ağacının meyve vermesine en uygun iklim şartlarını bütün dünyaya hâkim kılmak için önce felsefe ve bilimle tedbirler aldı, sonra askerî ve ekonomik müdahalelerde bulundu. Yeryüzünü istediği zaman ürün kaldırabileceği bir plantasyon halinde parselledi. Yaklaşık yüz yıldır kutuplarda, ekvatorda, vahşi batıda, uzak doğuda aynı kültürel ürünler hasat ediliyor. Böyle bir hasat vasatı yakalamak çok sıkı kontrol edilen entegre yapılar kurmakla, büyük eşitleyici teorilerle mümkündü. Bütün eşitleyici sistemler zulümdür, çünkü her eşitlemenin diğer ucunda bir eşitsizlik yatar. Batı insanlık tarihini kendine eşitledikçe, Batılı olmayanlara hayvanlaşma (ahlâksızlık) ve köleleşme (hukuksuzluk) dışında bir yol bırakmıyor.

Devran dönüp duruyor ve her dönüm noktasında bir karar vermek icap ediyor. Hayatımızı kendi sarsılmayacak ama herşeyi sarıp sarmalayacak olan bir şeyin üzerine yeniden kurmak zorundayız. Öyle bir denge bozucu, öyle bir dengeleyici bulmalıyız ki hukuk da ahlâk da kurtulabilsin. O şey “intikama hazır olmak”tır. İntikam ancak ahlâk-hukuk bağını gözeterek yaşayanların hakkıdır. İntikam ancak mazluma hayat bahşetmesi şartıyla hukukun ve ahlâkın kopmaz bir cüzü olabilir. İntikam almaktan korkan ruh şikâyetler ve bahaneler altında çürüyüp gider. Şartlarını haiz olmadan intikama yeltenenler önce ahlâkı ve hukuku yok etmiş olur. İntikamın amacı kahramanın pathos'unu tatmin etmek olamaz; amaç ahlâk-hukuk bağını mümkün kılan ethos'un tecelli etmesini sağlamaktır. Evet, adaletsizlik ve merhametsizliklere karşı gösterilebilecek en ileri ahlâkî tutum zalimlerden intikam almaktır. Adaletsizlik ve merhametsizlikten bîhaber olanlar ahlâken düşüktür, onu görmezden gelenler daha düşüktür. İntikam girişimleri başarısız olabilir; ama şuursuzluğu ve sorumsuzluğu seçenlerin huzurunun kaçırılması bile az iş değildir. 

Batı insanlığa hayvanlaşma ve köleleşme dışında yol bırakmıyor. Ne aşağılanmaya ne oyalanmaya daha fazla tahammül edebiliriz. Ne maymunlar cehennemini ne android meleklerin cennetini kabul edebiliriz. Bütün fantastik kurmacalar çirkin gerçekleri gizlemek içindir. Batılı dün kıtasal sömürgecilik için antropolojik kavram setini kullanıyordu, bugün küresel kontrol için teknolojik araç setini. İki durumda da görülmemesi istenen şey ahlâk-hukuk bağıdır. Bu bağa dair bir uyanış, bir kıpırdanış, bir girişim var mı yok mu? Dünya çapındaki mesele budur. Adalet yoksa merhamet söylemi sulugöz bir aldatmacadan başka bir şey değildir. Merhamet yoksa adalet iddiası zorbalıktan öte anlam taşımaz. Batı’yı “tek dişi kalmış canavar” yapan ahlâk-hukuk nizamına karşı yalan-talan düzenini seçmesidir.

Muhammed SARI (1 Şaban 1446 - 30 Ocak 2025)