İÇE DOĞRU DİYALEKTİK, DIŞA DOĞRU DOKTRİNER

Muhammed Allah’ın resûlüdür. O’nun maiyyetindekiler ise küffara karşı çok çetin, kendi aralarında gayet merhametlidirler. (Fetih, 29)

Şahlık devri İran’ında halkın dindarâne hayatına mukabil devletin seküler bir nizamı vardı. 1979’daki Humeyni devrimiyle birlikte halkın fikriyatının devleti müslümanlaştırdığı kanaati uyanmıştı hemen herkeste. Türkiye’de MSP geleneğinden gelenlerin çoğu bu kanaat yüzünden devrimcilerin Şii karakterini göz ardı etmeyi seçmişti. Hâlbuki 1979’dan sonra olan şuydu: İran devletinin içi kıpkızıl olduğu halde dışı koyu yeşile çalıyordu. Karpuz gibi. Başlangıçta yemyeşil görünen halk kitleleri ise sıcağı gördükçe domates misali kızarıp bozarmaya başladı. Şahlık öncesindeki devlet-millet çatışması devrim sonrasında katmerlenerek, daha önemlisi bütün Müslümanları zan altında bırakarak bugünlere kadar geldi. 

Türkiye’de işler göründüğünden her zaman daha karmaşıktı. İnkılâpların başladığı yıllarda Türkiye’de ne devletin ne milletin rengini belli etmesine müsaade edilmişti. Bununla birlikte tek parti yıllarında devletin seküler, milletin dindar olduğu kabulü yaygındı. Ama şunu unutmamak lazım: Devlet adım adım “sekülerleştirilmişti”, yani bir istihâle geçirmişti. Millet ise dindar kalmıştı, büyük şehirlerdeki elit çevreler hariç sevâd-ı azamın hayata bakışında köklü bir değişiklik olmamıştı. Ne var ki Demokrat Parti’den itibaren neredeyse aralıksız başta kalan sağ/muhafazakâr iktidarlar boyunca “devleti İslâmlaştırmak” fikri o derece büyük bir hedef ittihaz edildi ki “milletin sekülerleşmesi” yolundaki ikazlar asla önemsenmedi. Kızıl elmanın içini küf yeşili kapladı.

Müslümanlar, bilhassa da Türkler olarak renklerden önce ayrımları netleştirmek zorundayız. “İç” dediğimiz hem devletimizi hem milletimizi kapsamıyorsa, “dış” dediğimizde müslüman olmayanları kastedemiyorsak ya inkılâpçıların ya devrimcilerin değirmenine su taşıyoruz demektir. Kime hizmet ettiğimiz anlaşılmasın diye bir zaman renksizliğe vurgu yapıyor, başka bir zaman ise rengârenk bir görünüm arz ediyoruzdur. Her varlık, kendini ve diğer varlıkları sınırlar üzerinden idrak eder. Ve her varlığın kendine mahsus bir aydınlığı ve rengi vardır. Maalesef bebekler gibi nesne sürekliliği ve nesne ayrılığı idrakinden yoksun hâlde, doğuştan veya travma kaynaklı renk körlüğüyle malûl hâlde yaşayıp gidiyoruz. Dünya sistemine hizmet eden odaklar bu hastalıklarımızdan azami kâr sağlıyor. İç dünyamızdaki zıtlaşmalardan doğan enerjiyi hayra kanalize etmek için “içe doğru diyalektik” bir yol izlemeli; dış dünyadaki tektipleştirme politikalarından doğan kimliksizleşmeye direnmek için “dışa doğru doktriner” bazı kararlar almalıyız.

Meramımı anlatabilmek için “öz ve biçim”, “tefrid ve tecrid”, “tahkik ve taklid” gibi kavramlar da tercih edebilirdim. Bütün risklerine rağmen diyalektik ve doktrineri kullandım. Elbette bu kavramları alışılagelen tanımlarını, tarihsel yüklerini bir kenara bırakmak şartıyla kullanıyorum. Kolayca anlaşılabileceği gibi diyalektiği iman ile, doktrinerliği İslâm ile ilişkilendiriyorum. Fakat bazılarınıza ilişki ters kurulmuş görünebilir. Yani iman bir emin olma hâlidir, dolayısıyla orada diyalektik (cedel) olmaz diyebilirsiniz. Diyalektik kavramıyla imanın kendisini değil derecesini korumanın yolunu işaret etmek istiyorum, hepsi bu. İmanı stabil ve kaybedilmeyecek bir hâl diye anlamadığım, her daim tazelenmesi gereken bir bağ olarak gördüğüm için onu diyalektikle birlikte anıyorum. İslâm’ı ise dış dünyanın destabilizasyonu karşısında bir mahfaza, kendini böyle bir dünyadan ayrı tutmanın tek yolu olduğu için doktriner kelimesiyle ilişkilendiriyorum. Yoksa İslâm adı altında başka öğretilerin yayılmasına kılıf uydurmak için değil.

Şii İran devleti iman bahsinde ehl-i sünnet akidesinin dışına düştüğü için salt doktrine dayalı bir dünya tasavvuruna bel bağlamak zorundaydı. Kimliklerine olan ifrat derecesinde tutkuları diyalektik bir süreç olan kişilik gelişimilerini de baştan akamete uğrattı. Çünkü Fars devletini doğrultması umulan milletin kendisi de itikaden kabul edilemez noktadaydı. Modern Türk devleti ise kimliği söz konusu olduğunda son derece tefritçi bir tavır gösterdi. Devletin terk ettiği, gevşeklik gösterdiği, unuttuğu, üzerini örttüğü ne varsa millet onu gündelik yaşayışının içerisinde insiyaken bir tür korumaya aldı, adeta kuluçkaya yattı. Sağ-muhafazakâr iktidarlar, kişiliğimizde mahfuz tutulan kimliğimizi izhar edebileceğimiz günlerin geleceği vaadiyle yıllarca ayakta kalmayı bildi. Fakat sağ-muhafazakâr iktidarların sürekliliği devletin İslamîleşmesi anlamına gelmedi. Üstelik kitlelere terk edilen kişilik ve iman bahsi de liberal kültür sebebiyle tavsadı. Son yıllarda İslamcılaşmış ve milliyetçileşmiş Türk devleti görüntüsü kitlelerin sekülerleşmesini ve hümanistleşmesini örtmekten başka anlam taşımamaktadır. Mevcut iktidarın eğitim ve kültür alanındaki yakınmaları bu sorunun bir yansımasıdır. Sanki millet kimlik ibrazı ve kişilik izharı talebinde bulunsa ilk yan çizecek kendileri değilmiş gibi. Özetle; İran devleti ve milleti ifratçı/kuralcı karakteri sebebiyle diyalektiği/ahlâkı hayattan dışlamış, arkaik ve marjinal kalmıştır. Türk devleti ve milleti ise bir türlü doktriner/hukukî bir karaktere bürünmediği için tefritçi/yetersiz bir konuma gerilemiş, çocuksu ve lümpen kalmıştır. 

“İçe doğru diyalektik, dışa doğru doktriner” ibaresi ana ilkenin iki veçhesini ifade etmeye yarar. O ilke tutarlılıktır. Müslüman için diyalektik de doktrinerlik de tutarlılığın teminine hizmet eder. Müslüman dışa doğru İslâm’ın emir ve nehiylerine titizlik gösterdiği gibi, imanın gereği olan içe doğru sorgulama ve tazelenmeyi de asla ihmal edemez. Dışa doğru kokumuzun güzelliği kadar içe doğru tadımızın güzelliği de vazgeçilmez önemdedir. Aksi takdirde diyalektiği veya doktrinerliği asıl gaye bilerek yoldan sapmak işten bile değildir.

Muhammed SARI (3 Receb 1446 - 2 Ocak 2025)